12 Aralık 2017 Salı

Jonathan Powell’ın Chatham House Konuşması


Jonathan Powell (1956-)[1], ülkesi Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi (Labour Party) lideri Tony Blair’in iktidarı (1997-2007) döneminde Başbakan Danışmanlığı görevinde bulunmuş olan deneyimli bir İngiliz diplomattır. Powell, bu dönemde devletinin Kuzey İrlanda konusunda başmüzakerecisi olarak görev yapmış ve bu sorunun çözümünde kilit bir rol oynamıştır. Powell, bu görevi sonrasında İspanya-ETA müzakereleri ve Kolombiya-FARC müzakerelerine de katılmış ve bu süreçlerde yaptığı katkılarla adından söz ettirmiştir. Powell, daha önce Türkiye’deki Kürt Sorunu ile alakalı çözüm süreci hakkında da bazı değerlendirmelerde bulunmuş ve Türk devletinin bu konuda sabırlı ve umutlu olması gerektiğini belirterek, hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan’la yakın geçmişe kadar görüşmeler yapan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a destek vermiştir.[2] Bu yazıda, Jonathan Powell’ın geçtiğimiz gün Chatham House oturumunda yaptığı “terörle müzakere” konulu sunum özetlenecektir.

Powell’ın konuşması

Powell, konuşmasına 2011 yılında kurduğu Inter Mediate[3] adlı kurum aracılığıyla dünyadaki 11 farklı çatışma bölgesi hakkında çalışmalar yaptığını belirterek başlamakta ve kendisinin aslında klasik bir Britanyalı diplomat olarak yakın geçmişe kadar teröristlerle müzakere edilmesine hiç de sıcak bakmadığını söylemektedir. Tümgeneral olan babasının (John Frederick Powell) geçmişte IRA’nın yaptığı bir terör saldırısında yaralandığını ve eski Başbakanlardan Margaret Thatcher’ın dış politika danışmanlığını yapan ağabeyi Charles Powell’ın IRA’nın ölüm listesine girdiğini hatırlatan Powell, bu nedenle Sinn Fein lideri Gerry Adams’la ilk karşılaştığında kesinlikle onunla müzakere yapmayı düşünmediğini itiraf etmektedir. Hatta o dönemde (1997) Başbakan Tony Blair’in Gerry Adams’ın elini sıkmasına rağmen kendisinin Adams’la tokalaşmadığını da söyleyen Powell, daha sonra Blair’in onayıyla Belfast’a giderek IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) ile gizli görüşmeler yaptığını anlatmaktadır. Powell, bu noktada Downing Sokağı 10 numaraya tıkılı kalarak sorunların çözülemeyeceğini ve kendilerine karşıt olan gruplarla ilişkileri normalleştirmek için öncelikle diyalog kurulması ve karşılıklı güven oluşturulması gerektiğini vurgulamaktadır. Gerry Adams ve Martin McGuinness ile yaptığı görüşmelere referansla, müzakere sürecinde karşılıklı güven oluşturmanın özellikle devlet tarafı açısından ne kadar zor olduğunu esprili bir dille anlatan (saat örneği) Jonathan Powell, daha sonra neden Kuzey İrlanda konusunda yaptıkları müzakere sürecinin doğru olduğunu kendi perspektifinden izah etmeye başlamaktadır.

Powell’a göre, devleti Birleşik Krallık’ın yöneticileri halka daima teröristlerle asla müzakere etmediklerini söylemelerine karşın, aslında hep bu yöntemi tercih etmişlerdir. 1919 yılında İngiliz Başbakanı Lloyd George’un İrlandalı lider Michael Collins’le yaptığı anlaşma, Powell’a göre bunun tipik bir örneğidir. Powell, dekolonizasyon döneminde Başpiskopos III. Makarios (Kıbrıs Cumhuriyeti), Menahem Begin (İsrail) ve Jomo Kenyatta (Kenya) gibi bir dönem terörist ilan edilen liderlerle sonunda barış yapıldığını ve kendilerinin Londra'da üst düzey protokolle karşılandığını hatırlatarak, terörle müzakere geleneğinin Britanya’da köklü bir geçmişi olduğunu vurgulamaktadır. Fransa’nın Cezayir konusunda İsviçre’de FLN ile yaptığı müzakere sürecini de benzer bir örnek olarak hatırlatan Powell, bu noktada zaman zaman İngiliz toplumunun bir tür amnezi (hafıza kaybı) yaşadığını belirtmektedir. Daha sonra terörle müzakere fikri konusunda en temel eleştirinin “appeasement” (yatıştırma) olduğunun altını çizen Powell, teröristlerle müzakere etmenin kesinlikle onlarla aynı fikirde olmak anlamına gelmediğini belirtmekte ve siyasi tarihteki “appeasement” politikası[4] ile iç politikada terör gruplarıyla müzakere etmenin kıyaslanamayacağını söylemektedir. IRA ile müzakerelerde Birleşik İrlanda konusunun gündeme bile gelmediğini hatırlatan Powell, bu bağlamda teröristlerle konuşmanın teröristlere destek vermek olmadığının altını ısrarla çizmektedir. Terörle müzakere konusunda ikinci temel eleştirinin onlara meşruiyet (legitimacy) kazandırma riski olduğunu vurgulayan İngiliz diplomat, bunun da bir zorunluluk olmadığını ve örneğin FARC’ın 1999-2002 döneminde müzakerelerde gösterdiği ciddiyetsiz tutum nedeniyle onların devrimci bir gruptan ziyade bir narko-terör örgütü gibi algılanmaya başladığını ve korkulanın tam tersine, halk nezdindeki meşruiyetlerinin müzakere sürecinde daha da azaldığına dikkat çekmektedir. Powell, ayrıca bu tür bir meşruiyetin ancak müzakere süreciyle sınırlı olacağını belirterek, bu eleştirinin de haksız olduğunu iddia etmektedir. Terörle müzakere sürecinde üçüncü temel eleştirinin halkın kötü davranışlara (silahla hak aramak) teşvik edilmesi olduğunu vurgulayan İngiliz diplomat, biriyle konuşmamanın iyi bir cezalandırma yöntemi olmadığını söylemekte ve tüm bu argümanları geçersiz saymaktadır.

Konuşmasının sonraki bölümünde geniş halk desteğine sahip olan büyük terör örgütleriyle yapılan müzakerelerde sorunun temelden çözümü için mutlaka bir siyasi çözüm bulunmasının gerektiğini söyleyen Powell, Almanya'daki Baader-Meinhoff Çetesi (Kızıl Ordu Fraksiyonu) gibi kitlesel desteği az olan küçük terör örgütleriyle mücadelede sadece askeri yöntemlerin tercih edilebileceğini, ancak kitleselleşmiş ve siyasal hedefleri olan terör örgütleriyle mücadelede müzakere ve siyasi çözümün mutlaka gerekli olduğunu iddia etmektedir. IRA’nın Kuzey İrlanda’da tarihi, kültürel ve dini (Katolisizm) sebeplerle çok büyük destek aldığını hatırlatan Powell, bu nedenle onlarla konuşmanın mutlaka gerekli olduğunu söylemektedir. Güvenlik çalışmaları yapan akademisyenlerin vurguladığı bir diğer politika önerisinin “decapitation” (başını kesme, lideri yok etme) olduğunu belirten Powell, bu doğrultuda bazı cesaretlendirici örnekler olmasına karşın, çoğu örnekte kitleselleşmiş hareketlerin liderlerinin öldürülmesi sonrasında da aynı şekilde mücadeleye devam ettiklerini vurgulamaktadır. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından Türkiye’deki terörün devam ettiğini ve Hamas lideri Ahmed Yasin’in İsrail hava saldırısında öldürülmesi sonrasında bu ülkedeki terör saldırılarının arttığını hatırlatan Powell[5], bu nedenle “decapitation” modelini ciddiye almamaktadır. Sri Lanka’da Tamil Kaplanları’na karşı uygulanan askeri çözüm modelinin de (tüm teröristlerin yok edilmesi) liderleri Velupillai Prabhakaran’ın öldürülmesi sonrasında bile başarılı olamadığını ve hükümetin bu süreçte güç kaybettiğini hatırlatan Powell, Avrupa ülkelerinde Sri Lanka’daki gibi insan haklarını hiçe sayan bir terörle mücadele süreci yürütülemeyeceğini de vurgulamaktadır. Rus lider Vladimir Putin gibi diktatoryal yetkileri olan bir siyasetçi olunmadığı sürece kitleselleşmiş terör örgütleriyle mücadelede askeri çözüm yöntemlerinin asla başarılı olamayacağını iddia eden Powell, Birleşik Krallık gibi demokratik bir ülkede bu tarz bir yöntem uygulanamayacağını da sözlerine eklemektedir.

Bu nedenle, İngiliz diplomat, konuşmasında ana fikir olarak “siyasi sorunlara karşı siyasi çözümler geliştirilmelidir” tezini ortaya koymakta ve bu tezi savunmaktadır. Ayrıca terörle müzakere sürecinde halkta ve yakınlarını terör olaylarında kaybedenlerde oluşabilecek tepkileri bertaraf etmek için gizli kanallar oluşturulması gerektiğini kaydeden İngiliz diplomat, teröristlerin büyük ölçüde kendi gettolarında yaşayan insanlar olduğu için, onlarla diyalog kurmanın ve onlara saygı göstermenin çok gerekli olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca Powell’a göre, terörle müzakere sürecinin uzun bir süreç olacağını da bilmek ve bu tarz bir sorunun hemen aşılamayacağını öngörmek gerekmektedir. Terörle müzakere ve siyasi çözüm için “mutually hurting stalemate” (iki tarafa da zarar veren çıkmaz veya yenişememe durumu) pozisyonunun ideal olduğunu belirten Powell, Birleşik Krallık-Kuzey İrlanda örneğinde Birleşik Krallık Ordusu’nun 1980’lere doğru IRA’yı sınırlı tutmayı ve zaptetmeyi (contain) başardığını, ama IRA’yı tamamen yok etmenin mümkün olmadığını anladığı için siyasi çözüm için yeşil ışık yaktığını hatırlatmaktadır. Powell, aynı şekilde IRA liderlerinin Birleşik Krallık Ordusu’nu ve 60’lı 70’li yaşlarına gelen FARC liderlerinin de Kolombiya Ordusu’nu yenemeyeceklerini anladıkları için müzakereye yanaştıklarını vurgulamaktadır. Powell, “mutually hurting stalemate” dışında bu süreçte liderlik (leadership) olgusunun da çok önemli ve gerekli olduğunu belirtmektedir. Güney Afrika’daki barış sürecinde Nelson Mandela ile Frederik Willem de Klerk’in gösterdikleri liderliğin bunun en mükemmel örneği olduğunu vurgulayan Powell, İngiltere-Kuzey İrlanda örneğinde de David Trimble, Bertie Ahern ve Tony Blair’in bu liderlik misyonunu üstlendiklerini hatırlatmaktadır. Bu tarz süreçlerde kritik karar alıcıların yaşadığı ölümcül hastalık ve sağlık sorunlarının da pozitif anlamda etkili olabileceğini vurgulayan Jonathan Powell, Kuzey İrlandalı lider Ian Paiesley’nin 2004’te hastaneye kaldırılması sonrasında Kuzey İrlanda Sorunu’nu vefat etmeden önce çözmek konusunda büyük bir çaba içerisine girdiğini anlatmaktadır. Benzer şekilde, Kolombiya-FARC müzakereleri sürecinde kansere yakalanan Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in olumlu rol oynadığını belirten Powell, bu tarz ölüm riski durumlarının insanları barış ve çözüm konusunda cesaretlendirdiğini iddia etmektedir.

Daha sonra müzakere süreci ile ilgili detaylara geçen Powell, bu konuda süreci devam ettirmenin çok kritik bir hadise olduğunu, zira sürecin çökmesi durumunda ortaya bir boşluğun çıkacağını ve bunun çok riskli olacağını (şiddetin bu boşluğu dolduracağını) söylemektedir. İsrail eski Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in İsrail-Filistin Sorunu’na dair söylediği “tünelin sonunda ışık var ama ortada tünel yok” sözünü hatırlatan Jonathan Powell, bu doğrultuda barış ve müzakere süreçlerinin mutlaka devam ettirilmesi gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır. Konuşmasının sonraki bölümünde yeni ortaya çıkan din temelli (köktendinci) terör örgütlerine odaklanan Powell, İsrail’deki bir Bakan’ın söylediğinin aksine, “Tanrı işe karışıyorsa ödün yoktur” sözünü reddetmekte ve Endonezya’da ve Filipinler’de (Moro İslami Kurtuluş Cephesi) İslamcı örgütlerle müzakere sürecinin başarıyla ulaşabildiğini ortaya kanıt olarak koymaktadır. Powell, ayrıca İslamcı örgütlerin nihilist ve irrasyonel oldukları görüşünü de reddetmekte ve yabancı gazetecilere ya da yardım görevlilerine yapılmış vahşi IŞİD saldırılarının bilinçli yapılmış gözdağı hamleleri olduklarına dikkat çekmektedir. Kendisinin 2008’de Dış İşleri’ndeki görevinden ayrılırken yaptığı “El Kaide, Hamas ve Taliban’la konuşmaya hazır olmalıyız” açıklamasına büyük tepki gösterildiğini, ama geçen süre zarfında İsrail hükümetinin Hamas’la ateşkes konusunda endirekt olarak görüşmeye başladığını, ABD’nin Taliban’la müzakere masasına oturduğunu ve eski bir MI5 yöneticisinin “El Kaide ile görüşmeliyiz” dediğini söyleyen Powell, insanların görüşlerinin zaman içerisinde değiştiğine dikkat çekmektedir. Bu noktada IŞİD’in yaşadığı büyük toprak kaybına karşın tamamen bitmeyeceğini iddia eden Powell, örgütün yeraltına çekilerek mücadelesine devam edeceğini söylemektedir. IŞİD’in Sünni gruplara yönelik olarak Irak’ta uygulanan dışlayıcı politikaların bir sonucu olarak güçlendiğini iddia eden İngiliz diplomat, bu bağlamda Nuri el Maliki hükümetini eleştirmektedir.

Jonathan Powell, konuşmasının son bölümünde terörle mücadele konusunda ellerinde 3 farklı unsur ve bunların karışımı olarak ortaya çıkabilecek farklı modeller olduğunu söylemektedir. İlk unsur, sert güç olarak adlandırılabilecek ve askeri-güvenlik tedbirleri ile istihbarata dayalı güvenlik politikalarıdır. İkinci unsur, sosyal politikalar olarak adlandırılabilecek ve mağdur olan grupların sorunlarını belirterek, bunlara yönelik çözüm önerileri geliştiren yaklaşımdır. Üçüncü ve son unsur ise, sorunun temel kaynağına yönelik olarak geliştirilecek olan siyasi çözümdür. Bu üç unsurun hepsinin gerekli olduğunu belirten Powell, askeri önlemler ve baskı olmadan siyasi çözümün mümkün olamayacağını, aynı şekilde sadece siyasi çözüme dayalı bir formülün de geçersiz kalacağını vurgulamaktadır. Son olarak, El Kaide ve IŞİD’in yok edilmesi durumunda bile terörizmin tamamen sona ermeyeceğini belirten İngiliz diplomat, bu tarz tüm sorunların çözülebilir olduğunu iddia etmekte ve en önemli meselenin sabırlı ve cesur liderler bulmak olduğunu söyleyerek konuşmasını tamamlamaktadır.

Jonathan Powell’ın konuşmasının somut örneklere ve deneyimlere dayalı etkileyici bir konuşma olduğu, ancak İngiliz uzmanın meseleye büyük ölçüde devlet tarafında yaklaştığı ve devlet-sermaye ilişkisini görmezden geldiği iddia edilebilir. Zira büyük devletlerin savunma sanayileri ve büyük silah şirketlerinin de bu tablo açıklanırken bir yerde konumlandırılması gerekmektedir. Oysa Powell’ın konuşmasında bu unsur tamamen görmezden gelinmiş ve sermayenin terörizmi kârlı bir endüstri olarak gördüğü gerçeği atlanmıştır. Oysa yakın zamana kadar komplo teorisi gibi algılanan bu konu, Irak Savaşı’ndaki Blackwater Skandalı sonrasında dünya gündemine taşınmıştır ve ilerleyen yıllarda daha da popüler bir tema haline gelecektir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Jonathan_Powell_(Labour_adviser).
[2] Bakınız; https://www.cnnturk.com/video/turkiye/ingilterenin-hakan-fidanindan-cozum-sureci-mesaji.
[3] Web sitesi için; http://www.inter-mediate.org.
[4] Siyasi tarihe geçen meşhur “appeasement policy” (yatıştırma politikası) tabiri, İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain’in Nazi lideri Adolf Hitler’in saldırgan politikaları karşısında sessiz kalmasını kastetmek için kullanılır. Bu politikalar Hitler’i ve Nazi Almanya’sını daha da saldırgan hale getirdiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olduğu için, Chamberlain’in politikası neredeyse tamamen başarısız bir model olarak ele alınır.
[5] Powell, bu noktada Türkiye’nin 1999-2007 döneminde neredeyse terörü sıfırlama noktasına geldiğini ve terör olaylarının büyük düşüş gösterdiğini esgeçmektedir.

Hiç yorum yok: