28 Kasım 2017 Salı

İran Siyasi Kültürü



Orta Doğu coğrafyasının kadim medeniyetlerinden ve güçlü devletlerinden birisi olan İran İslam Cumhuriyeti (kısaca İran), siyasi kültürü açısından da kendisine özgü ve diğer devletlerden farklı bir ülkedir. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür kitabından[1] özetle, İran siyasi kültürü hakkında bazı gözlem ve bilgiler okurlarımızla paylaşılacaktır. Roskin’in bilgileri dışında, yazıda güncel gelişmeler doğrultusunda tarafımdan yapılan çeşitli eklemeler de mevcuttur.

Muhammed Rıza Pehlevi

Roskin’e göre, dünyada birçok millette olduğu gibi, İranlılarda da yerli/geleneksel kültürlerinin Batılı devletler tarafından yok edilmemesine yönelik olarak geliştirilmiş savunmacı bir refleks vardır. Bu nedenle, İranlılar (büyük çoğunluğu), Batı tipi bir modernleşmeden ziyade, kendi kültürleri ve değerleri doğrultusunda bir modernleşme yaşamak istemektedirler. Bu doğrultuda, İran devleti, Batı’nın daha ziyade teknolojik unsurlarını almak ve sosyokültürel ve siyasal alanda kendilerine özgü bir sistem yaratmak istemektedir. Bu, Japonya örneğinde olduğu gibi geçmişte başarılı sonuçlar verebilmiş bir modeldir. Ancak Müslüman dünyada Batı tipi olmayan bir modernleşme örneğinin başarıya ulaştığı henüz görülmemiştir.[2] Ayrıca Japon kültürünün esnek yapısı ve din olgusunun Japon kültüründe önemli bir rol oynamaması da Japon modernleşmesini kolaylaştırıcı faktörler olmuştur. Oysa İran örneğinde, din (Şii İslam anlayışı), toplumsal ve siyasal hayatta fazlasıyla baskın bir öğedir ve İran kültürünün esnekliği de tartışmaya açıktır. Nitekim Fars toplumu, işgalciler ve farklı rejimlerin gelip geçtiği yüzyıllar boyunca kendi öz kültürlerini korumayı başarmışlardır. İranlıların edebiyata ve dillerine (Farsça) çok düşkün olması da onların kültürlerini korumalarında olumlu rol oynamıştır. Ayrıca İran modernleştikçe, klasik modernleşme teorisinden çok farklı olarak[3], İran toplumu daha yüksek eğitimli, daha şehirli ama aynı zamanda daha yerli ve dindar olmuştur. Bu süreç, 1979 İran İslam Devrimi sonrasında daha da hızlanmıştır. Modernleşme sürecinin bir diğer önemli ayağı da demokratikleşmedir. Modernleşme sürecinde diktatörlükten demokrasiye geçişin bazı başarılı örnekleri mevcuttur. Roskin’in örnek verdiği Güney Kore ve Tayvan ve yine Atatürk ve İsmet İnönü dönemleri sonrasında 1950’lerde demokrasiye geçen Türkiye, başarılı örnekler olarak sayılabilir. Lakin İran, modernleşme sürecinde diktatörlükten başka tip bir totaliter yönetime geçişin örneği olarak kabul edilmektedir. Nitekim Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin laik ve diktatoryal yönetimi 1979 İslam Devrimi ile son bulmuş ve yerine demokratik bir rejim gelmemiştir. Şah’ın kibirli ve demokratik reformları yapma konusundaki isteksiz tutumu da İran’ın böyle bir yola girmesinde etkili olmuştur. Yine akademik dünyada var olan bir başka yaygın görüş, İran’da Şahlık döneminde devlet güçlerinin (polis, istihbarat teşkilatı SAVAK, ordu) laik muhalefete izin vermemesi nedeniyle, muhalefetin tek örgütlenebildiği yer olan camiler aracılığıyla sistemi değiştirebilmiş olmasıdır. İran Şahı olan Rıza Pehlevi, aydınlanmış despotizme inanan bir kimse olarak İran halkının demokrasiye hazır olmadığını düşünüyor, ama bir yandan da modernleştirdiği ve zenginleştirdiği ülkesinde eğitimli orta sınıfın bir tek adam yönetimini asla desteklemeyeceğini öngöremiyordu. Dolayısıyla, Şah’ın başlattığı modernleşme hamlesi ve başarıyla gerçekleştirdiği “Beyaz Devrim”, aslında kendi bindiği dalı kesmek anlamına geliyordu.

İran İslam Devrimi

İran siyasi kültüründe en önemli olgu hiç kuşkusuz İslam’dır. Aslında tarihsel olarak Şii anlayışında 12. İmam’ın yönetmek için geri dönüşüne kadar İslam’ın siyasetten uzak tutulması anlayışı hâkimdi. Lakin bu geleneği değiştiren İmam Humeyni ve taraftarları, Şii din adamlarının siyasette de egemen olması görüşünü ortaya attılar. Humeyni ve yandaşlarının İslam anlayışı, bir din ya da ahlak anlayışı olmasının çok ötesinde, toplumsal ve bireysel yaşamın her alanını kapsayan bir tür totaliter yaklaşımdı. Humeyni, Şah’ın despotik ve yolsuz rejiminin doğasını İslam’dan uzaklaşmayla izah ederek halk nezdinde büyük destek bulmayı da başardı. Halkı fakirlik içerisinde bırakıp, ülkenin zengin petrol kaynaklarını ABD’ye satan Şah, Humeyni’ye göre yalnızca petrollerini değil, İran halkını da Amerikalılara satmış bir kimseydi. Mollalar, öncelikle bu düzeni yıkmak ve yerine daha adil bir düzen kurmayı vaat ederek halktan destek almayı başardılar. Ali Şeriati[4] gibi düşünürlerin İslam’ı sol kültür ve düşüncelerle (temelde Marksizm) bağdaştıran anlayışı da bu süreçte çok etkili olmuş ve İranlı aydınları derinden etkilemiştir. İranlı muhalif ve laik sol aydınlar da (örneğin komünistlerin partisi Tudeh) bu süreçte Şeriati gibi düşünürlerden etkilenerek mollaların oyununa gelmiş ve devrim sonrasında başka ülkelere kaçmak ya da asılmak zorunda kalmışlardır. Ayrıca Şah döneminde Bahailer, Yahudiler ve Hıristiyanlara çok daha iyi yaklaşılırken, İslami rejimde Müslüman olmayanlara yönelik büyük baskı politikaları uygulanmaya başlandı. Bugün de özellikle Bahailere yönelik sert politikalar devam ettirilmektedir. Nitekim Roskin’in “sarıklı Bolşevikler” olarak adlandırdığı İranlı mollaların İslam dinini siyasallaştırmaları ve siyasette bir araç olarak kullanmaları çok iyi incelenmesi gereken bir konudur. Humeyni güçlerinin devrim sürecinde kullandıkları yöntem, Roskin’e göre, “amacına yönlendir, kullan, at” şeklinde özetlenebilir. Ayrıca ABD’yi “Büyük Şeytan” (Great Satan)[5] olarak değerlendiren Ayetullah Humeyni, devrim sonrasında ABD Büyükelçiliği’nin militan öğrenciler tarafından işgal edilmesi gibi olayları teşvik ederek, uluslararası diplomasi normlarını da gözardı etmiş ve İran’ın çılgın fanatikler tarafından yönetildiği görüşünü tüm dünyada yaygın hale getirmiştir. İran devleti, şimdilerde Muhammed Cevad Zarif gibi yetenekli diplomatlarla bu algıyı kırmak için büyük çaba göstermektedir.

Muhammed Hatemi

İslamcılık veya siyasal İslam, bu dönemde İran halkı için tüm sorunları çözecek bir sihirli ideoloji haline geldiyse de, Roskin’e göre, İran’da ilerleyen yıllarda devam edecek olan siyasal ve ekonomik sorunlar, kaçınılmaz olarak İran halkının İslamcılık’tan cayarak yeniden diğer ideolojilere meyletmesine yol açacaktır. Nitekim birçok uluslararası gözlemci, İran’daki molla rejiminin son derece zayıf ve yıkılmaya açık olduğunu düşünmektedir. Bu gözlemcilere göre, ülkede rejime sadık bağlı olanların oranı küçük bir azınlıktan ibarettir. Zira İran halkının çok büyük çoğunluğu İslam’a ve Şiilik inancına gönülden bağlı olsalar da, molla rejimine destek vermek konusunda çekincelidirler. Bu nedenle, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Muhammed Hatemi ve son olarak Hasan Ruhani gibi reform vaadiyle ortaya çıkan adaylara İran halkı büyük destek vermektedir. Zira İran halkı, mollaların lanse ettiği gibi siyasal veya ekonomik sorunlarının Şahlık rejiminin laik yapısından kaynaklanmadığını artık anlamıştır. Bu görüşün tam tersine, İran devleti ve İran halkı, yakın geçmişte Mahmud Ahmedinejad gibi muhafazakâr ve katı İslamcı liderler nedeniyle daha zorlu siyasal ve ekonomik izolasyonlara maruz kalmıştır. Oysa Hatemi ve Hasan Ruhani gibi reformist liderler dönemlerinde İran’ın ekonomik durumu ve uluslararası siyasetteki konumu hep daha iyi olmuştur. Ancak ülkedeki mollalar da halen etkilidir ve Hasan Ruhani gibi başı açık kadınlarla fotoğraf çektiren ve bunu sosyal medya hesabından paylaşan liderlere eleştirel yaklaşmaktadırlar.

Hasan Ruhani

İran siyasi kültürü açısından bir diğer önemli husus da milliyetçiliktir. Pers milliyetçiliği, tarihsel süreçte Şii inancıyla iç içe geçmiş güçlü bir milliyetçilik örneğidir. İranlılar, Araplara inen İslam dinini ancak kendilerine özgü Şiilik anlayışıyla benimseyerek kendi öz kültürlerini koruyabilmiş ve Arap devletleri karşısında farklılaşabilmişlerdir. Nitekim Şah rejimi de seküler milliyetçiliği zaman zaman toplumu bir arada tutmak için kullanmıştır. Bugün de Pers milliyetçiliği halen İran’da etkilidir. Ancak İran’ın milyonlarca Azeri ve Kürt nüfusa ev sahipliği yapması nedeniyle[6], Pers milliyetçiliği toplumu bütünleştirmek konusunda yetersiz kalabilmektedir. Bu nedenle, Şiilik ve Farsça, İran halkını bütünleştiren en önemli iki unsurdur ve milliyetçilik çoğu zaman daha arka planda kalmaktadır. Yine de, Irak-İran Savaşı gibi çatışmacı dönemlerde, milliyetçilik olgusu özellikle Pers kökenlileri mobilize etmekte kullanılmaktadır. İran kültüründeki Pers (Fars) ve İslam olgusunun ikili yapısı da halen devam etmektedir. Nitekim ülkede Farsi ve İslami olmak üzere iki tip bayram kutlanmaktadır. Yeni yıl (Nowruz) gibi Farsi bayramları mutluyken, Hz. Hüseyin’in şehit oluşunun anıldığı Kerbela gibi İslami bayramlar daima yaslıdır.

İran’da Kerbela anmaları

Fanatik İslami rejimine karşın, şaşılacak şekilde İran’da kadınların durumu birçok Arap devletinden iyi haldedir. İranlı kadınlar araba kullanabilmekte, okula gidebilmekte ve siyasete aktif olarak katılmaktadırlar. Kılık-kıyafet konusundaki kısıtlamalara karşın, İranlı kadınlar ikinci sınıf cinsiyet olarak görülmeyi asla kabul etmemektedirler. Ahlak polisinin makyaj ve kısmen örtünme konusundaki uyarılarına toplumda zaman zaman çok büyük tepki gösterilmektedir. Ancak bu durum daha çok gençler ve reformistler arasında yaygınken, mollalar arasında kadınlara yönelik bakış halen daha oldukça katıdır. Ayrıca çok eşlilik ve muta nikâhı gibi olgular da toplumda halen yaygındır. Nitekim İran’daki yaygın kültürel ve siyasal ayrım, daha önce de belirtildiği gibi, reformistler (ılımlılar) ile muhafazakârlar (radikaller) arasındadır. İran’daki en tehlikeli radikal güç ise İslami Devrim Muhafızları’dır (Pasdaran). 150.000 üyesi olan bu grubu Hitler’in SS güçlerine benzetenler bile mevcuttur. Bu grup, rejimin en sadık bekçisi ve garantörü durumundadır. En iyi silahlara sahip olan Devrim Muhafızları, Savunma ve İstihbarat Bakanlıklarına egemendir. Muhafazakârlar, İran’ın nükleer programı konusunda da ısrarcıdırlar. Oysa Hasan Ruhani ve Cevad Zarif gibi reformistler, Barack Obama döneminde ABD ile yapılan (kendilerinin yaptığı) nükleer anlaşmayı desteklemektedirler. Muhafazakârlar, “velayet-i fakih” inancı doğrultusunda her alanda gerçek bir İslami cumhuriyet isterken, reformistler İslam’ın bazı alanlarla sınırlı olmasını savunmaktadırlar. Ancak reformistlerle radikallerin ortak noktaları da vardır. Öncelikle her iki grup da son derece milliyetçidir ve İran ulusal çıkarları konusunda hassastırlar. Yine bir diğer önemli benzerlik, her iki grubun da samimiyetle Şii İslam inancına bağlı olmasıdır. Dolayısıyla, İranlı reformistleri laik bir grup olarak da görmemek gerekir. Onların çizgisi, daha çok “ılımlı İslam” anlayışına uygun düşebilecek niteliktedir. İslam Devrimi’nin bugün gelinen nokta itibariyle -Crane Brinton’ın devrim tipolojisine uygun şekilde- sönmeye başladığı iddia edilebilir. Zira devrim sonrasında zirve yapan ve istikrarlı şekilde artan İslamcılık, daha sonra bir tür Thermidor yani sakinleşme dönemine girmiş, şimdilerde ise etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır. Geçmişte siyasal ve ekonomik sorunları nedeniyle Şah’ı suçlayan İran halkı, artık mollaları ve İslami rejimi suçlamaya başlamışlardır. Molla rejimi ise, Batı karşıtlığı, milliyetçilik ve İran nükleer programı gibi meseleler üzerinden kendisini meşrulaştırmakta ve toplumsal tabanını korumaya çalışmaktadır.

İranlıların en çok tartıştığı ve politik kültüre yön veren en önemli konulardan birisi ise İran ekonomisidir. Şah döneminde büyük ölçüde devletçi bir hüviyeti olan İran ekonomisi, molla rejiminde de bu niteliğini korumuştur. İran ekonomisinin yüzde 60’ını bugün de devlet kontrol etmektedir. Geriye kalanın yüzde 10 ila 20’sini bonyad adı verilen devlet destekli dini vakıf ve holdingler kontrol etmektedirler. Dolayısıyla, ekonominin ancak yüzde 20’si gerçek anlamda özel sektörün elindedir. Yabancıların İran’da yatırım yapması serbestse de, rejimin baskıcı yapısı ve aşırı bürokratik prosedürler nedeniyle, yabancı yatırımcılar için İran henüz çok gözde bir pazar haline gelmemiştir. Dolayısıyla, İran bir serbest piyasa ekonomisi olarak değerlendirilemez; bu ülkenin devletçiliğe daha yakın bir ekonomisi vardır. İlginç bir şekilde İran özelinde muhafazakârlar devletçi ekonomiyi, reformistler ise serbest pazarı savunmaktadırlar. Bu noktada İslam’ın nasıl bir ekonomiyi öngördüğü de İranlılar arasında tartışmalı bir konudur. Reformistler, İslam dininin devletçi bir ekonomiyi öngörmediğine ve daha çok piyasa ekonomisinin olduğu bir düzen içerisinde toplumsal adaleti sağlayan sosyal politikaların (sosyal demokrasi) gerektiğine dikkat çekerken, radikaller devletçi ekonominin gerekliliği konusunda Kuranî temeller bulmaya çalışmaktadırlar.

İran Devrim Muhafızları

Siyasal kültürel yön veren bir diğer olgu da dış politikadır. İran dış politikasının en temel parametresi yine Şiilik inancıdır. İran, Şii inancını yaymaya çalışan ve bu sayede diğer devletler (özellikle Arap devletleri) üzerinde etkili olmaya çalışan bir ülkedir. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerde, İran, Şii gruplar aracılığıyla kendi nüfuzunu kabul ettirmiş ve son yıllarda dış politikada çok güçlü bir aktör haline gelmiştir. ABD’nin uyguladığı politikaların da bölgede daima İran’ı güçlendirdiği yadsınamayacak bir gerçektir. Zira ABD’nin Irak işgali, Irak’ı tamamen İran kontrolünde bir devlet haline getirmiş ve İran’ın Batı karşıtı ideolojisinin taban bulmasına yardımcı olmuştur. Ayrıca Irak, Şiilik inancı açısından da çok önemli bir ülkedir. Birçok Şii mabedi Irak’ın güneyinde bulunmaktadır ve Irak nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ı Şii inancına mensuptur. Ayrıca Tahran, Hizbullah adlı örgütü kullanarak Lübnan başta olmak üzere birçok ülkenin iç politikasını destabilize edebilmektedir. İran dış politikasında bir diğer önemli parametre ise İsrail düşmanlığıdır. Tahran rejimi, yakın zamana kadar İsrail’in yok edilmesini savunan çok radikal bir çizgideydi. Hasan Ruhani döneminde verilen bazı ılımlı mesajlarla İsrail devleti yok sayılmasa da, Ruhani gibi bir reformist bile İsrail’in meşruiyetini halen sorgular çizgidedir.[7] Obama döneminde ABD ile arasında sıcak rüzgârlar esse de, İran dış politikasında ABD karşıtlığı da halen çok önemli bir eğilimdir. ABD’nin Orta Doğu’da çatışmacı politikalar izlediği ve İsrail’in güvenliği için bölgeyi karıştırdığı tezi, bölge halklarının çoğunluğu tarafından da (hatta Türkiye halkı bile) kabul görmektedir. Ayrıca ABD karşıtlığı, İran’ı dış politikada daima daha güçlü kılmış olduğu için, rejim ve siyasetçiler tarafından kullanışlı bir kart olarak görülmektedir. Nitekim bu ülkede ABD karşıtlığı o kadar güçlüdür ki, 1998 Dünya Kupası’nda İran milli futbol takımının ABD’yi 2-1 yendiği maç[8] sonrasında ülkedeki en büyük kutlamalar yapılmış ve bu zafer İslam coğrafyasında da birçok ülkede kutlanmıştır. İran, ABD gibi büyük bir ülke tarafından senelerce dışlanmasına karşın, dış politikada gücünü istikrarlı bir şekilde arttırmayı başardığı ve mazlum bir devlet olarak görüldüğü için dünyada sempati toplamaktadır. Ancak Obama döneminde, ABD, İran’ın elindeki mağduriyet kozunu almış ve bu ülke ile nükleer anlaşma yaparak İran’ın başka ülkelerin iç işlerine karışan bir devlet olarak algılanmasını sağlamıştır. Şimdilerde ABD’deki Donald Trump yönetimince çok sert eleştirilere maruz kalan İran, özellikle Suudi Arabistan devletinin hedefi durumundadır. Bu tehlikeli tırmanış sonlandırılmazsa, yakın bir gelecekte bu iki ülkenin Sünni-Şii temelinde çatışmacı bir döneme girmeleri olasıdır.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[2] Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’de büyük ölçüde başarıyla gerçekleştirdiği Türk modernleşmesi, Batı’nın yalnızca teknolojik birikiminin değil, kültürel değerlerinin de benimsenmesini içeren kapsamlı bir modernleşme örneğidir.
[3] Klasik modernleşme teorisi, ekonomi tarımdan fabrikalara kaydıkça ve kapitalizm geliştikçe, kentleşme ve laikleşme gibi toplumsal gelişmelerin de eşzamanlı olarak yaşanacağını iddia eder. Bu, hakikaten de Avrupa toplumlarında bu şekilde gelişmiş doğru bir tarihsel gözlemdir.
[4] Hakkında bilgiler için; https://www.wikizero.com/tr/Ali_Şeriati.
[5] Şimdilerde bu sözü Ali Hamaney de kullanmaktadır. Bakınız; http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2015/09/great-satan-150920072643884.html.
[6] İran’da özellikle Azeri Türklerinin nüfus yoğunluğu hayli fazladır. Kimi kaynaklara göre yüzde 40’ı bulan bu oran, ansiklopedilerde de genelde 15-18 milyon arasında gösterilmektedir. Bakınız; http://tebaren.org/?p=732.

Hiç yorum yok: