17 Ekim 2017 Salı

Fransız Siyasi Kültürü



Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri, Avrupa Birliği’nin Almanya ile beraber lider ülkelerinden birisi ve dünyanın 6. en büyük ekonomisi olan Fransa[1] (Birleşik Krallık ile 5.lik için rekabet halindedir), siyasi kültürü itibariyle de son derece ilginç ve özgün bir ülkedir. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür[2] eserinden özetle, Fransa’nın siyasal hayatına yön veren Fransız siyasal kültürü açıklanmaya çalışılacaktır. Yazıda, Roskin’in makalesine tarafımdan güncel gelişmeler konusunda yapılan eklemeler de mevcuttur.

Charles De Gaulle

Fransız siyasi kültürünü şekillendiren ve bugüne kadar kalıcı izler bırakan en önemli olgu, dünya siyasal tarihini de değiştiren Fransız Devrimi (1789) olmuştur. Fransız Devrimi, getirdiği hızlı dönüşümler ve özellikle Jakobenler döneminde uygulanan sert yöntemler nedeniyle, bugün bile etkileri büyük ölçüde hissedilen ikili yapıda bir siyasi kültürün Fransa’da doğmasına yol açmıştır. Roskin’in deyimiyle, bir tarafta Katolik, milliyetçi ve sağcı bir Fransa, diğer tarafta ise entelektüel, laik ve solcu bir Fransa vardır. Bu geleneksel yapı, Fransa’nın son birkaç on yılda eski kolonilerinden aldığı yoğun Arap ve Afrikalı göçü nedeniyle daha da karmaşık hale gelmiştir. 5. Cumhuriyet tarihinde ilk kez Emmanuel Macron gibi merkez çizgideki ve liberal ideolojideki bir Cumhurbaşkanı’nın seçilmesi ise, Fransa’nın bu iki siyasi kültür eğilimi arasında son dönemde yeni bir sentez oluştuğunun ispatı olarak görülebilir. Roskin’e göre; bu iki farklı yapının da kendisine özgü bazı çekicilikleri vardır; Fransız sağı, Katolik kökleri ve azameti (grandeur) ile Fransız halkında heyecan yaratırken, Fransız solu da “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” olarak bilinen geleneksel Fransız Devrimi idealleri ile halkta destek bulur. Ancak her iki kesimin ortak özellikleri de vardır; örneğin yurtseverlik, Fransa’da hem sağ, hem de sol ideolojinin bir bileşenidir. Fransız halkı ise siyasete yönelik tavırları anlamında İngilizler ve Amerikalılara kıyasla daha kiniktirler. Hiçbir şeyi beğenmez ve siyasetçileri üçkâğıtçı-sahtekâr olarak görürler. Nitekim ortalama Fransız aklında, Fransa (la patrie) daima şanlı ve şerefli bir devlettir, buna karşın siyasetçiler neredeyse daima olumsuz algılanmışlardır. Bu algıyı kırabilmek Fransız siyasetçiler için daima zor olmuştur. Charles De Gaulle, kahramanlığı ve maneviyatı ile bu algıyı kırmış ve Fransızları sefil gerçekliğin üzerine çıkarıp mitsel ideallerin peşinde koşmaya yöneltmiştir. François Mitterrand ise, dürüstlüğü ve sol idealleriyle (özgürlük ve eşitliği-sosyalizmi bağdaştırmak) benzer bir heyecan yaratmış ve 1981’den itibaren bir süre Fransa siyasetine damgasını vurmuştur. Ayrıca Fransızların meşhur bir sözü, “kalbim solda ama cüzdanım sağda” şeklindedir ve sağ siyasetin sola kıyasla ekonomideki başarısına dikkat çeker.

François Mitterrand

Fransız siyasi eğilimlerinin temelini oluşturan kavramlardan birisi de “omnipotent” yani herşeyi kontrol edebilen devlet algısıdır. Bu eğilimin tarihi, Fransız Krallarının güçlü merkezi konumuna kadar gider. Fransız siyasal aklında, teoride güçlü bir merkezi sistem gereklidir ve Fransız Devleti herşeyi yapmaya kadirdir. Ancak pratikte, bu, hiçbir zaman olmaz ve bu nedenle Fransız halkı daima siyaset kurumundan hayal kırıklığına uğramıştır. Günümüzde işsizliği düşürme ve ekonomiyi toparlama sözü veren siyasetçilerin başarısız olmaları da Fransız halkında aynı etkiyi bırakmaktadır. Fransa’nın merkezi (üniter) bir yönetim sistemine sahip olması da bu algıyı pekiştirir. Olumsuzluk olması durumunda, halk daima Paris’i suçlar. Bürokrasinin yaygın ve güçlü olması da Fransız siyasal kültüründe derin izler bırakmıştır. Soğuk ve umursamaz bürokratlarla yüzyüze gelen yurttaş, genelde siyaset kurumuna karşı öfke biriktirmeye başlar. Bu nedenle, son yıllarda Fransa’da da yerel yönetimler güçlendirilmeye ve merkezi hükümetin yetkileri azaltılmaya başlamıştır. Güçlü devlet algısı ve yurtseverlik hisleriyle donatılıp, pratikte sorunları çözemeyen ve yavaş işleyen bir siyaset kurumuyla yüzleşen Fransız halkı, bu nedenle uzun yıllardır siyaset kurumuna güvenmekte ve siyasetçileri sevmekte zorlanmaktadır.
Fransız siyasi kültürünün bir diğer önemli unsuru da “güvensizlik iklimi”dir. Roskin’e göre, Fransızlar, aileleri dışındaki insanlara karşı soğuk ve güvensizdirler. Bu durum, aslında İtalya gibi diğer Güney Avrupa ülkelerinde de hemen hemen aynıdır. Örneğin, Amerikalı bilimadamı Laurence Wylie, Fransa’nın güneyindeki Vaucluse’da köylülerin yabancılardan sürekli şüphelendiklerini keşfetmiştir. Ancak elbette modernleşen Fransa’da bu durum önemli ölçüde değişmiştir. Lakin ünlü Fransız filozof Jean-Paul Sartre’ın “L’enfer, c’est les autres” (Cehennem diğer insanlardır) sözü, aslında bugün bile tipik bir Fransız eğiliminin dışavurumu olarak görülebilir. Evde misafir ağırlamak da Roskin’e göre Fransız siyasi kültüründe nadir görülür; konuklarla daha çok dışarıda buluşulur ve aile mahremiyeti mümkün olduğunca korunmaya gayret edilir. Bu durum, siyasete olan tavra da yansır; Fransız çocukları devletlerini ve vatanlarını sevmeyi, ama aynı zamanda siyaset kurumuna ve siyasetçilere karşı güvensiz olmayı içselleştirmişlerdir.
Fransız siyasal kültüründe laiklik de kuşkusuz çok önemli bir değerdir. Denilebilir ki, laiklik, büyük ölçüde Fransa’nın ve Fransız Devrimi’nin insanlığa bir armağanıdır. Bu noktada, Fransız siyasi geleneğinde Kilise’nin baskıcı rolü nedeniyle laiklik konusunda sert ve katı bir duruş gözlemlenebilir. Zira dinin olumsuz etkileri, belki de en çok devrim öncesi Fransa’sında hissedilmiştir. Bu nedenle, birçok Avrupa ülkesinden farklı olarak, Fransa’da Kilise devlete biat ettirilmiş ve eli kolu bağlanmıştır. Fransa’da ruhban sınıfına karşıtlık yani antiklerikalizm hala üst düzeylerdedir. Tarihsel olarak, bu konunun öncüsü ise Fransız aydını Voltaire olmuştur. Bu, kesinlikle din karşıtlığı değildir; daha çok dinin araçsallaştırılması ve Tanrı ile kul arasına girilmesine yönelik bir tepkidir. Nitekim büyük devrimden sonra Kilise’nin mal ve mülklerine el konmuş ve Cizvitler gibi bazı tarikatlar yasaklanmıştır. Bu nedenle, dinle daha barışık olan Fransız sağındaki Cumhuriyetçi eğilimler sola kıyasla daha zayıftır. Fransızların yaygın olarak Katolik olmaları da bu noktada vurgulanması gereken bir konudur. Birçok Avrupa ülkesinin aksine, Fransa’da Protestan mezhebi yayılmakta başarısız olmuştur. Fransa örneği özelinde söylemek gerekirse, bir insan kiliseye sık gidiyorsa muhtemelen sağcıdır ve siyaseten muhafazakârdır. Fransız bebekleri Katolik inancına göre vaftiz edilir ama düzenli kiliseye gidenlerin oranı yalnızca yüzde 13’tür. Avrupa genelinde de dindarlık aslında ABD’ye kıyasla daha düşüktür, ancak Fransa, Avrupa devletleri arasında da en laik ülkelerden birisidir.
Okullaşma olgusu da Fransız siyasi kültürünü şekillendiren bir diğer önemli konudur. Ezbere dayalı ama etkili bir eğitim sistemi olan Fransa, genelde çok çalışanların başarılı olduğu ve yaratıcılığa fazla imkân tanımayan bir ülkedir. Eğitim müfredatları çok yavaş ve gönülsüzce değiştirilmektedir. Yetişen iyi öğrenciler, daha çok “inek” adı verilen iyi ezbercilerdir. Ancak eğitim sistemindeki yoğun hümanizm ve bireyci muhteva da dikkat çeker. Ezberci bir sistemde özgürlüklerin az olduğu düşünülmesine karşın, André Gide’in Ahlaksız romanındaki gibi aykırı temalar da Fransız eğitim sisteminde zaman zaman işlenmektedir. Bu, ilginç bir psikoloji yaratır; ezberci eğitim ve güçlü gelenekler topluma uyumu teşvik ederken, aykırı temalar ise bireyci ve aykırı tavırları teşvik eder. Sonuçta, Fransız çocuklarında, bu gerilim, isyan patlamalarına neden olabilir. Eğitimde fırsat eşitliği, Fransızların gurur duydukları bir uygulamalarıdır. Ancak kâğıt üzerinde eşitlik olsa da, yüksek eğitimin muhtevası orta ve üst sınıf ailelerin çocuklarından yanadır. İşçi ve köylü çocuklarının eğitim sisteminde iyi bir yere gelmeleri istisnaidir. Napolyon döneminden başlayarak, sosyal, ekonomik ve siyasi gücün en büyük kapısı ise “lycée” (lise) adı verilen okullar olmuştur. Liselerin çoğu devlet tarafından işletilir. Buralara giriş ise yarışma (sınav) ile olmaktadır. Liseler daha çok şehirlerde yoğunlaşmaktadır. Öğrenciler liseyi 18 yaşında bir sınavla bitirmekte ve üniversiteye kabul edilme hakkını elde ettikleri baccalauréat derecesini kazanmaktadırlar. Eğitim sistemi öğretmen odaklıdır ve sorular öğrencilerden ziyade öğretmenlerden gelir. Amerikan eğitim sistemindeki sınıf tartışması uygulaması oldukça azdır. Buna karşın, Fransız eğitim sisteminin de kendi kulvarında başarılı olduğu ortadadır.
Fransa’da “grandes écoles” (ünlü okullar) geleneği de vardır. Fransa’da üniversiteye girmek kolay olsa da, iyi üniversiteler sayılıdır. Bunlar, çok sıkı giriş sınavlarıyla ve daha çok kaymak tabakadan öğrenci alan üstün kurumlardır. Genelde geleceğin yöneticilerini yetiştirmeyi amaçlarlar. Geçen yıllar içerisinde bu sistem pek değişmemiştir. En iyi okullar, halen Napolyon tarafından ordu mühendisleri yetiştirmek için kurulan Ecole Polytechnique, yine Napolyon tarafından kraliyet lise öğretmenlerini yetiştirmek için kurulan Ecole Normale Supérieure ve De Gaulle tarafından kurulan Ecole Nationale d’Administration (ENA) okuludur. “Enarch” adı verilen bu okulun mezunları, Fransa siyasetinde hep iyi konumlara gelmişlerdir. Jacques Chirac, François Hollande, Alain Juppé ve Dominique de Villepin akla gelen en güncel örneklerdir. Ancak bu okul, genelde teknokrat yetiştirdiği eleştirilerine maruz kalır. Örneğin, çok zeki bir ENA mezunu olan Alain Juppé, soğuk ve teknokratik liderliği nedeniyle Başbakanlığı döneminde halk desteği çok düşük kalmış bir lider olmuştur.
Eğitim sisteminin de etkisiyle olsa gerek, Fransızlar, aileleri ve yakınları dışındaki kişilerle çok sıcak ilişkiler kuramazlar. Buna “l’horreur du face-à-face” (yüz yüze korkusu) adı verilmiştir. Hatta bu sebeple birçok turist bile Fransızları soğuk ve ilgisiz bulmaktadır. Hakikaten de, Fransızlar, turistlerle soğuk ve resmi ilişkileri tercih ederler. Bu, samimiyete dayalı Amerikan tarzının tam zıddıdır. Ayrıca yakın zamana kadar bu ülkeye giden turistlerin kendilerine İngilizce cevap verilmemesinden şikâyet etmeleri de çok meşhurdur. Dillerini çok seven ve adeta Fransızca’ya âşık olan Fransızlar, bir dünya dili olarak gördükleri Fransızca’nın kullanılmasını teşvik ederler.
Tüm bu eğilimlerin sonucunda, Fransız siyasal kültüründe kompartmanlaşma (problemlerin zihinde birbirinden ayrılması ve izole edilmesi) hadisesi meydana gelir. Fransızlar, bireysel olarak -ünlü filozoflarının da daima yücelttiği- özgürlüğü (liberté) severler, ama aynı zamanda kamusal alanda katı kuralların uygulanmasını isterler. Bu, şizofrenik bir akıl bölünmesi yaratmıştır; tipik bir Fransız, bir anlamda gizliden gizliye polise hayran olan bir anarşist, ama aynı zamanda anarşistlere hayran olan bir polis gibidir. Bu ikili ruh hali, isyanlara çok yatkın bireyler ve toplum yaratır. Nitekim Fransa demek, aynı zamanda isyan demektir. 1789 Devrimi sonrasında da, 1830 ve 1848 ayaklanmaları, 1871 Paris Komünü, 1968 Mayıs olayları ve son olarak 2005-2005 gençlik isyanları akla gelebilir. Bu nedenle, kurumların meşruiyeti de çok yüksek oranda değildir; Fransızlar, sisteme genelde gönülsüz bir destekle uyum sağlarlar.
Fransa, aynı zamanda sınıflı bir toplumdur. Emekçi-işçi sınıflarla orta sınıflar arasındaki eşitsizlikler hiç de az değildir. Toplumsal hareketlilik veya akışkanlık da çok yüksek seviyelerde değildir. Gelir dağılımı adaletsizdir; birçok ülkede olduğu gibi, zenginler iyi, fakirler kötü hayatlar yaşar.
Macronlar

Fransız entelektüelleri, uzun yıllar Marksizm’e gönül vermişlerdir. Sol aydınlarda Marksist eğilimler hala çok güçlüdür. Hatta birçok Fransız entelektüeli, yakın zamana kadar Komünist Parti üyesi olmuşlardır. Jean-Paul Sartre, solcu aydınları partiye üye olmaya ve angaje olmaya teşvik ederken, Raymond Aron buna karşı çıkmış ve Marksizm’i “entelektüellerin afyonu” olarak nitelendirmiştir. Mitterrand’ın 1981’de iktidara gelmesiyle, Fransız komünistleri Marksizm’in dünya gerçekleriyle uyuşmadığı konusunu daha iyi anladılar. Muhalefetteyken sağcı iktidar eleştirmek kolaydı; ancak iktidara gelip ekonomiyi düzeltmek gerekince, bunun planlı ve Marksist esaslara dayalı bir ekonomiyle kolay kolay mümkün olmadığı anlaşıldı. Mitterrand döneminde zekice sloganlar etkili politikalara dönüştürülmekte zorlandı; sonuçta Fransız solu “büyük yatışma” adı verilen bir pragmatizme evrildi ve François Furet’nin ileri sürdüğü “Devrim bitmiştir” tezini kabul etti. Nitekim Sosyalist Parti’den (PS) siyasete giren ama LREM partisini kurup merkez çizgiden Cumhurbaşkanı seçilen Emmanuel Macron, adeta Fransız solunun geçirdiği dönüşümün somut bir ispatıdır. Cumhurbaşkanı Macron, imaj yönetimi ve gösterişçiliği itibariyle Fransız sağını hoşnut eden bir isimdir. Buna karşın, genç, dine saygılı ama laik, romantik (karısı kendisinden hayli yaşlı ve eski öğretmeni olan Brigitte Macron’dur) ve özgürlükçü eğilimleriyle sol kesimde de heyecan yaratmaktadır. Macron, ekonomide ise tam anlamıyla bir liberaldir ve Fransa’nın yıllardır yapması gereken ekonomik dönüşümleri yapmak konusunda son derece kararlıdır. Solun bu çizgisini tasvip etmeyen eski tip solcular ise, giderek sosyal demokrat PS’den soğumakta ve Jean Luc Mélenchon liderliğindeki sosyalist La France Insoumise (Boyun Eğmeyen Fransa) partisine yönelmektedirler. Bu durum, yakın bir gelecekte Fransa’da sol (La France Insoumise), merkez (LREM), sağ (LR) ve aşırı sağdan (Le Front National) oluşan dört partili yapısının kökleşmesine neden olabilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



Hiç yorum yok: