1 Mart 2017 Çarşamba

Thomas Piketty’den ‘Kapital’


Thomas Piketty, 1971 doğumlu ünlü bir Fransız iktisatçıdır.[1] École des hautes études en sciences sociales (EHESS)’de öğretim üyesi olan çalışan Piketty, Fransız Sosyalist Partisi’ne (PS) yakın sosyal demokrat bir ekonomisttir. Piketty, görüşlerini oluştururken Emmanuel Saez, Tony Atkinson, John Maynard Keynes ve Simon Kuznets gibi düşünürlerden etkilenmiştir. Thomas Piketty, “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital” (orijinal Fransızca ismiyle Le Capital au XXIe siècle) adlı 2013 tarihli kitabıyla[2] bir anda dünya çapında şöhret olmuş ve New York Times Best Seller listesinde birinci sıraya kadar yükselebilen bir ekonomi kitabı yazarı olarak kısa sürede tüm dikkatleri üzerine çekmiştir. Kitap, 2015 yılında İş Bankası Kültür Yayınları tarafından (Hande Koçak aracılığıyla) Türkçe’ye de çevrilmiş ve satışa sunulmuştur.[3] Bu yazıda, 768 sayfalık bu uzun kitaptaki “Giriş” bölümü özetlenecektir.

Thomas Piketty

Kitabın “Giriş” bölümünde, Piketty, sermaye kavramını ve sermayenin paylaşılmasına ilişkin sosyal bilimler tarihine damga vuran temel teorileri özetlemekte ve bu kitapta kullandığı kendi metodolojisini açıklamaktadır. Piketty’e göre; zenginliğin paylaşılması sorunu tarih boyunca var olan ve yalnızca bilimadamlarına ve özellikle de ekonomistlere emanet edilemeyecek kadar önemli ve herkesi ilgilendiren bir sorundur. Ancak bu sorunun iyi anlaşılabilmesi için, sistemsel ve yöntemsel bir çalışma yapılması şarttır. İşte bu noktada, bilimadamları ve ekonomistler devreye girer. Birçok sıradan insan ve bilimadamına göre, eşitsizlikler ve adaletsizlikler bu dünyada hep var olmuştur ve hep var olmaya devam edecektir. Bu nedenle, bu doğal duruma karışılması sistemsel dengeyi bozma riski taşır ve istenmez. Bazıları ise, eşitsizliklerin yol açtığı şiddetli çatışma ve savaşları da göz önünde bulundurarak, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için eşitsizliklerle mücadele etmek ister. Karl Marks (Marx) başta olmak üzere bu konuda birçok bilimadamı ve düşünürün çok önemli teorileri olsa da, 21. yüzyılda ulaştığımız yeni durumda güncel bir değerlendirme yapılması şarttır.

Malthus, Young ve Fransız Devrimi
1798 yılında “An Essay on the Principle of Population” adlı eserini yayınlanan Thomas Malthus, aşırı nüfus artışının zenginliğin paylaşılması konusunda yarattığı sıkıntılara dikkat çekerek, bu konuda ilk teorik yaklaşımı geliştiren kişi olmuştur. Avrupa’nın hızlı modernleşmesi ve kentleşmesini bizzat gözlemleyen Malthus, elindeki kaynaklar sınırlı olmasına karşın, Fransız Devrimi öncesinde Fransız taşrasını ziyaret eden İngiliz ziraatçi Arthur Young’ın yazdıklarından da yararlanarak etkileyici bir eser ortaya koymuştur. 30 milyon nüfusla o dönem Avrupa’nın en kalabalık ülkesi olan Fransa’da (aynı dönemde İngiltere’de nüfus sadece 8 milyondu) hakikaten de nüfus artışının olumlu ve olumsuz etkileri o yıllarda net olarak gözlemlenebiliyordu. Nüfus artışının ve geçim zorluğunun 1789’da yaşanan patlamada da etkili olduğu muhakkaktır.

Ricardo: Kıtlık Prensibi
1817 yılında “On the Principles of Political Economy and Taxation” adlı ilk eserini yayımlayan David Ricardo, servet bölüşümüyle ilgili temel meseleyi nüfus artışından ziyade toprağın fiyatı ve toprak rantının uzun vadede geçirdiği değişimle açıklamaya çalıştı. Malthus gibi Ricardo da veri bulmakta zorlandı. Ancak Yahudi banker bir aileden gelmesi ve entelektüel yapısı sayesinde şunu fark etmişti: nüfus ve üretim giderek artmaya başladığı anda, toprak, diğer mallara kıyasla çok daha kıt bir duruma geliyordu. Arz-talep yasası, toprağın fiyatının ve toprak sahiplerine ödenen kiraların düzenli olarak artacağına işaret ediyordu. Buna göre; zaman içinde toprak sahiplerinin milli gelirden aldıkları pay giderek artacak ve nüfusun geri kalanının alacağı pay da bu nedenle giderek azalacaktı. Ricardo’nun buna karşı geliştirdiği çözüm, toprak kirası üzerindeki vergilerin düzenli olarak arttırılmasıydı. Lakin bu karamsar öngörü haklı çıkmadı. Toprak rantı uzun süre yüksek seviyelerde kaldı kalmasına ama tarımın milli gelirdeki ağırlığı azaldıkça, tarım arazilerinin değeri de hızla ve korkunç bir biçimde düştü. Ricardo’nun oluşturduğu “kıtlık teorisi”, belli fiyatların uzun zaman içinde çok fazla artma potansiyeline sahip olduğu anlamına gelir. Bu, toplumların tüm dengesini bozabilir. Bu teori tarihsel olarak yanlışlansa da, bu durum önemini azaltmaz. Tarım arazisini günümüzdeki petrol fiyatlarına ya da gayrimenkul fiyatlarına uyarlarsak, dönemsel olarak Ricardo’nun tezlerinin halen geçerli olabileceği görülebilir. Ekonomide bu durumu dengeleyen bir mekanizma da vardır: arz-talep dengesi. Bir malın arzı yetersizse ve fiyatı çok yüksekse, bu mala talep azalacak ve bu da fiyatını düşürecektir. Diğer bir ifadeyle, gayrimenkul veya petrol fiyatlarını yüksek bulanların bu durumu telafi etmek için kırsal bölgelere yerleşmeleri ve araba yerine bisiklet kullanmaları aslında yeterli olabilecektir.

Marks: Sonsuz Sermaye Birikimi Prensibi
Karl Marks 1867 yılında meşhur “Kapital”in ilk cildini yayınladığında, Ricardo’nun dönemine göre ekonomik gerçekler derinlemesine değişmişti. Sanayi kapitalizmi bu süreçte iyice gelişmiş ve Avrupa’da endüstri merkezi haline gelen büyük şehirler ortaya çıkmıştı. Bu dönemin en belirgin özelliği sanayi proletaryasının sefaletiydi. Ücretler düşük, çalışma saatleri uzundu. Dolayısıyla, “Germinal”, “Oliver Twist” veya “Les Misérables” gibi romanlar, sadece yazarlarının hayalgüçlerinden doğmamıştı; Avrupa kentlerinde çocuk işçiliği ve işçilerin sefaleti dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Marks, bu durumu bilimsel anlamda ilk gözlemleyen ve teorikleştiren kişi oldu. Önce 1848 yılında Komünist Manifesto’yu yayınladı ve siyasal anlamda ortalığı sarstı. En önemli teorik eseri olan Kapital’in (Das Capital) ilk cildini ise 1867 yılında yayımladı. Ancak diğer iki cildi tamamlayamadan ölünce, eserin kalan ciltlerini, yakın arkadaşı Friedrich Engels, onun el yazmalarını bir araya getirerek ve kendisi eklemeler yaparak tamamladı. Marks, kapitalizmin içkin (içsel) çelişkilerine odaklanmıştı. Sermayeyi topraktan ziyade sanayi temelinde (endüstriyel) olarak değerlendiren Marks, sermayenin giderek daha büyük oranda ve daha az kişide toplanabileceğine dikkat çekti. Bu nedenle, çoğunluğu oluşturan işçilerin bir sosyalist devrimle yönetimi almaları ve özel mülkiyetin olmadığı yeni ve eşitlikçi bir düzen yaratmaları gerektiğini savundu. Lakin Marks’ın öngörüleri de gerçekleşmedi. 19. yüzyıl sonunda reel işçi ücretleri Avrupa’da hızla artmaya başladı. Komünist devrim ise sanayileşmiş Batı’da değil, geri kalmış Rusya’da gerçekleşti. Marks, verimliliğin artması ve tekniğin ilerlemesi ihtimallerini gözden kaçırmıştı. Oysa verimlilik artışı, sermaye yoğunlaşması sürecini belli ölçüde dengeleyebilen bir yapıda olmuştur. Dahası, Marks, özel mülkiyetsiz yeni toplumun bir diktatörlüğe dönüşmesi (üstelik halk veya proleter diktatörlüğe değil) riskini de gözden kaçırmıştı.

Marks’dan Kuznets’e: Kıyametten Peri Masalına
Simon Kuznets’in 20. yüzyıldaki analizleri de bu konudaki literatür açısından oldukça önemlidir. Bu dönemde ekonomik araştırmaların aşırı eğilimi, yerini peri masallarına ve mutlu sonlara duyulan bir düşkünlüğe bırakmıştır. Kuznets’in teorisine göre; kapitalistleşmenin ileri evrelerinde, gelir eşitsizlikleri, ülkelerin politik seçimlerinden ve diğer özelliklerinden bağımsız olarak kendiliğinden azalacak ve nihayet makul bir seviyede istikrarlı hale gelecektir. 1955 yılında ileri sürülen bu teori, Fransa’da ve genel olarak Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan “Otuz Altın Yıl” (Trente Glorieuses) dönemine uygun iyimser bir yaklaşıma sahipti. Kuznets, istatistiki verileri de kullanarak ilk kez tam anlamıyla bilimsel bir teori oluşturmuştu. “Shares of Upper Income Groups in Income and Savings” böyle bir eserdir. Kuznets, bu eserinde somut olarak ABD’yi ve 35 yıllık bir dönemde (1913-1948) inceliyordu. Bu çalışma çok önemliydi; çünkü eserde, ABD’de 1913’te konan federal gelir vergisi için yapılmış gelir beyannameleri ve ABD milli gelir tahminleri kullanılmıştı.

Kuznets Eğrisi: Soğuk Savaş’ın Ortasında Güzel Bir Haber
Kuznets, “Kuznets Eğrisi” adı verilen teorisine hayat veren çok önemli bir konuşmayı 1955 yılında yaptı. “Economic Growth and Income Inequality” adlı bu iyimser konuşmada, Kuznets, eşitsizlik konusunda bir “çan eğrisi” olduğundan söz etmişti. Ona göre; ekonomik eşitsizlik, sanayileşme ve kalkınma sürecinde önce artar, daha sonra düşerdi. ABD’de 19. ve 20. yüzyıllarda yaşananlar ise bunun somut ispatıydı. Kuznets’e göre; gelişmiş ülkelerde 20. yüzyıl başlarında bu aşamaya geçilmiş ve daha alt toplumsal kesimler de artık sanayileşmeden daha büyük pay almaya başlamışlardır. Bu konuşma, “Kuznets Eğrisi” teorisinin doğuşuna kaynaklık etti ve Avrupa’da iyimser bir ruh hali yarattı. Ancak Kuznets’in teorisi gelişmekte olan ülkeleri hesaba katmamıştı ve ampirik temelleri de son derece kırılgandı.

Paylaşım Sorununu Yeniden Ekonomik Analizin Merkezine Yerleştirmek
Piketty’e göre, paylaşım sorunu halen çok önemlidir ve son yıllarda dünyada eşitsizlik de hızla artmaktadır. Nitekim 2000-2010 döneminde, dünya genelindeki eşitsizlikler 1910-1920 dönemi seviyesini bile geçmiştir. Ancak yoksul ve gelişmekte olan ülkelerdeki büyüme ve Çin’in hızlı ekonomik yükselişi, eşitsizliklerin azalmasını sağlayacak potansiyel bir güce sahiptir. Piketty’e göre; 21. yüzyılın başlarında, bizler, aslında henüz 19. yüzyıldaki gözlemciler gibiyiz. Çarpıcı dönüşümlere ve değişimlere tanıklık ediyoruz ve bunların sonuçlarını tam olarak tahmin edemiyoruz. Büyümenin kendiliğinden bir dengeye kavuşacağına inanmak için hiçbir temel dayanağa da sahip değiliz. Bu nedenle, ekonomik eşitsizliği siyasetin merkezine yerleştirerek düşünmek için doğru zamandayız.   

Bu Kitapta Kullanılan Kaynaklar
Bu kitap, zenginliğin paylaşımının tarihsel dinamiklerini incelememizi sağlayan başlıca iki tür kaynağı ele almaktadır: (1) gelir ve gelir paylaşımındaki eşitsizlikler ve (2) servet ve servet paylaşımındaki eşitsizlikler ve bunların gelirle ilişkisi. Gelirle başlamak gerekirse, çalışma, Kuznets’in ABD’de 1913-1948 döneminde yaptığı araştırmanın daha geniş bir coğrafyada ve maddi kapsamda yeniden yapılmasını amaçlamaktadır. Piketty’nin başta Fransa’ya uyguladığı bu yöntem, Emmanuel Saez’in de katılımıyla ilerleyen yıllarda ABD, Kanada ve Japonya gibi ülkelerden alınan verilerle genişletilmiştir. Facundo Alverado Arjantin, İspanya ve Portekiz’i, Fabien Dell Almanya ve İsviçre’yi, Abhijit Banerjee -Piketty ile beraber- Hindistan’ı ve Nancy Qian da Çin’i aynı doğrultuda inceleyince, ortaya çok kapsamlı ve genellenebilir bir dünya ekonomik gelişimi haritası çıkmıştır. Her ülke için aynı kaynaklar, aynı yöntemler ve aynı kavramlar kullanılarak analiz yapılmıştır. Örneğin, nüfusun yüksek gelire sahip yüzde 10’luk ve yüzde 1’lik kesimine dair bilgiler, gelir beyannamelerinden çıkarılmış vergi verilerinden alınmıştır. Seriler, 1910’li yıllardan (bazı ülkelerde 1880’lere kadar gidiyor) 2010’lı yıllara kadar alınmıştır. World Top Incomes Database (WTID) veri bankası da araştırmada aktif olarak kullanılmıştır. Bu çalışmanın en önemli yeniliği, zenginliğin paylaşım dinamiklerini incelemeyi mümkün kılacak kadar eksiksiz ve sistematik bir biçimde tarihsel kaynakların toplanmasıdır. Teknolojinin ilerlemesi ve kayıt tutmanın kolaylaşmasının da etkisiyle, bu çalışma, öncekilerden çok daha sağlıklı sonuçlara varmamıza neden olabilir.

Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital

Bu Kitapta Varılan Başlıca Sonuçlar
Piketty’nin bu çalışma sonucunda vardığı ilk sonuç, ekonomik determinizme itimat edilmemesi gerektiğidir. Zenginliğin paylaşımı daima politik bir konu olmuştur ve bunu ekonomik mekanizmalara indirgemek doğru değildir. Nitekim 1900-1910 ve 1950-1960 dönemleri arasında gelişmiş ülkelerde eşitsizlikte gözlemlenen azalma, herşeyden önce savaşların ertesinde devreye giren kamu politikalarının eseridir. Aynı şekilde, 1970-1980 yıllarından itibaren düzenli olarak artan eşitsizlik oranları da, vergi politikalarındaki ve finansal politikalardaki değişikliklerle, yani siyasal kararlarla yakından alakalıdır. Dolayısıyla, eşitsizliklerin tarihi, ilgili tüm aktörlerin bileşik ürünüdür.

İkinci önemli sonuç, zenginliğin paylaşım dinamiklerinin kâh yakınsama (convergence), kâh ıraksama (divergence) yönünde etki eden güçlü mekanizmaları devreye sokmasıdır. İstikrarı ve eşitliği bozucu eğilimlerin kalıcı bir şekilde hâkim olmasını önleyecek doğal ve kendiliğinden bir süreç yoktur. Yakınsama, bilginin yayılması ile birlikte becerilere ve eğitime yapılan yatırımdır. Eğitime yatırım ve küreselleşmeye uyum sağlanması halinde, gelişmekte olan ülkeler -Çin’in yaptığı gibi- büyük atılım yapabilirler. Keza bireyler de, bu sayede toplumsal olarak yükselebilirler. Teknolojik ilerlemeler de bir tür yakınsama olarak ele alınabilir. Üretim teknolojilerinin gelişmesi, tarih boyunca işgücünde ve onun becerilerinde ciddi bir artışa yol açmış ve gelirden işgücüne düşen payın da artmasına neden olmuştur. “Sınıf savaşı” kavramının gündemden çıkıp “nesil savaşı” kavramının güncel hale gelmesi de bir diğer yakınsama olgusudur. Herkes sırasıyla “genç” ve “yaşlı” olacağı için, bu durum, toplumda daha az çatışmaya yol açar. Ancak ıraksama kuvvetlerini de küçümsememek gerekir. Nitekim küreselleşme nedeniyle ucuz işgücünün hareketli hale gelmesi ve kitlesel göçler, gelir eşitsizliği konusunda en büyük ıraksama etkisini yaratmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, yerli işçiler yerlerini hızla kaçak veya düşük ücretlere çalışan göçmen işçilere bırakmaktadır ve bu durum gelir eşitsizliğini daha da üst noktalara taşımaktadır. Bir diğer önemli ıraksama kuvveti ise mirastır. Bilhassa büyümenin yavaş olduğu ülkelerde, geçmişten gelen servetler, doğal olarak orantısız bir önem kazanır ve servet birikimini sürekli ve esaslı bir biçimde arttırmak için yeni tasarruflarda zayıf bir akışa yeterli olur. Üstelik sermayenin getiri oranı belirgin ve sürekli bir biçimde büyüme oranının üzerindeyse, zenginliğin paylaşımında ıraksama riski epey yüksek hale gelir. Ancak ne yakınsama, ne de ıraksama kuvvetleri sürekli olmak zorunda değildir.

Sonuç olarak, Thomas Piketty’nin büyük ses getiren bu eseri, uzun süredir unutulmuş bir konu olan gelir eşitsizliğini tartışmaya açan ve bu konuda Kuznets’den yıllar sonra yeniden ve çok daha kapsamlı verilerle bilimsel analizler içeren çok önemli ve tarihe geçecek bir eserdir. Günümüzde sol siyasetin yetersizliği ve dünyada düşüşte olduğu da düşünülürse, meseleleri geride kalmış sınıf çatışmaları bağlamında ele almak yerine, Piketty’nin yaptığı gibi gelir ve servet eşitsizliği gibi bir temelde işlemek, hem akademik, hem de pratik siyaset anlamında çok daha başarılı sonuçlar verebilir. Bu nedenle, kitabın tamamının okunması ve akılcı somut politikalara dönüştürülmesi son derece faydalı olacaktır. Bu bağlamda elimizdeki seçenekler ise; nüfus artışının dengeli olmasının (işgücünü koruyacak ölçüde) sağlanması, düzenli vergilendirme politikaları, kamu yatırımları ve işsizlikle mücadele, sosyal haklar ve sosyal güvenlik mekanizmalarının geliştirilmesi, sosyal devletin gereği olan kaliteli eğitim ve sağlık hakkının tüm vatandaşlar için güvence altına alınarak piyasa ekonomisi ortamında eşit yarışma koşullarının yaratılması ve ArGe politikalarına büyük bütçelere ayrılarak üretim miktarı ve kalitesinin arttırılmaya çalışılması olarak özetlenebilir. Yine yasadışı ve kitlesel göçle mücadele edilmesi de, sanılanın aksine sol politikalar dâhilinde rahatlıkla ele alınabilecek bir konu olarak görülmelidir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ




Hiç yorum yok: