31 Mart 2017 Cuma

Yeni Makale: “Yakın Dönem Türkiye-Fransa İlişkileri: 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Sonrasına Dair Öngörüler”


Beykent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci’nin “Yakın Dönem Türkiye-Fransa İlişkileri: 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Sonrasına Dair Öngörüler” adlı makalesi, Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi‘nin 10. cilt 1 nolu sayısında yayınlandı. Makaleye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

CFR Oturumu: 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri


Yakında gerçekleşecek olan 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dünya medyası ve küresel vizyon sahibi düşünce kuruluşları büyük ilgi gösteriyor ve bu konuda çeşitli oturum, panel ve tartışmalar düzenliyorlar. ABD merkezli ünlü düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (CFR) da, geçtiğimiz günlerde David A. Andelman’ın moderatörlüğünde ve William Drozdiak, Jane Hartley ve Dominique Moisi’nin katılımıyla böyle bir panel düzenledi.[1] Bu yazıda, bu panelde konuşulanlar ana hatlarıyla özetlenecektir.

Panel kaydı

Öncelikle panelistlerin kimliklerini açıklamakta fayda var. William Drozdiak[2], ABD’nin etkili düşünce kuruluşlarından Brookings Enstitüsü’nün Avrupa ve ABD Merkezi uzman kadrosunda yer alan ve özellikle Almanya politikası hakkında bilgi sahibi bir kişidir. Jane Hartley[3], ülkesi ABD’nin Monaco ve Fransa Büyükelçiliği görevlerinde bulunmuş üst düzey bir kadın diplomattır. Dominique Moisi[4] ise, Paris merkezli IFRI’de çalışan ve Harvard ve College of Europe gibi yükseköğretim kurumlarında ders veren ünlü bir Fransız Siyaset Bilimcidir.

Panelin başında, moderatör Andelman’ın sorusu üzerine, panelistler, kısaca seçimlerde ne olabileceği konusunda görüşlerini açıklamaktadırlar. William Drozdiak, Marine Le Pen’in seçimin ilk turunu birinci tamamlayacağını, ancak ikinci turda Emmanuel Macron’a kaybedeceğini düşünmektedir. Jane Hartley, ilk turda Le Pen ve Macron’un eşit oranda oy alacaklarını, ancak ikinci turda Macron’un yüzde 28 gibi açık bir farkla seçimi kazanabileceğini öngörmektedir. Dominique Moisi ise, bir Fransız vatandaşı olarak Emmanuel Macron’un kazanmasını istediğini ve bunun olabileceğini, ama Fransa tarihinde ilk defa aşırı sağcı Marine Le Pen gibi bir adayın Cumhurbaşkanı olmak konusunda ciddi şansının olduğunu belirtmektedir.

Bu girişin ardından, ilk olarak Jane Hartley, seçimlerin anlamını yorumlamaktadır. Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin iki turlu olduğunu hatırlatan Hartley, sosyalist aday Benoit Hamon’la birlikte Emmanuel Macron, Marine Le Pen ve François Fillon’un seçimde yarışan iddialı adaylar olduğunu ve tüm bu adayların farklı ölçülerde “değişim” kavramından bahsettiklerine vurgu yapmaktadır. Ancak Hartley’e göre, bu seçimde “değişim” vaat eden en güçlü aday Emmanuel Macron’dur. Zira François Hollande döneminde Ekonomi Bakanı olarak atanan Macron, bu defa seçime bağımsız ve partisiz bir aday olarak girmiş ve kendi partisi PS (Fransız Sosyalist Partisi) de olmak üzere tüm diğer partilere, yani sisteme meydan okuyan bir aday durumundadır. Macron, ekonomide daha esneklik ve serbestlik yanlısı olduğu ve Paris’i bir finans merkezi haline getirmek istediği için partisiyle uyuşamamış ve yarışa bağımsız olarak girmiştir. Merkez sağ Cumhuriyetçiler’in (LR) adayı François Fillon, parti içi yarışta Alain Juppé’yi sürpriz bir şekilde geride bırakmış ve yeni ekonomik programıyla değişim vaat eden bir diğer adaydır. Marine Le Pen ise, aşırı sağcı, AB ve göçmen karşıtı fikirleriyle, Fransa'da kökten ve büyük bir değişim öneren bir adaydır. İlk turda, seçmenler, bu değişim programlardan en beğendiklerine oy vereceklerdir. Ancak ikinci turda, asıl mesele Marine Le Pen’in durdurulması haline gelecektir. Bu nedenle, hem Macron, hem de Fillon ikinci turda Le Pen’i 20-30 puan gibi bir farkla ve rahatlıkla mağlup edebilir. Ancak Hartley'e göre, burada şunu da söylemekte fayda var; Fransız seçmenleri, bu seçim öncesinde son derece akışkan bir halde ve kaygan bir zemindedir. Le Pen seçmenlerinin yüzde 75’i liderlerine sıkı sıkıya bağlıyken, bu oran Fillon için yüzde 60, Macron içinse yalnızca yüzde 40’tır. Bu nedenle, Le Pen dışındaki iki favori adayın seçmenleri ikinci turda daha kolay farklı kararlar alabilirler.

William Drozdiak, Marine Le Pen seçmenlerinin gençlerden oluştuğuna vurgu yaparak analizine başlamakta ve sistemden memnun olmayan yüzde 40 civarında 18-24 yaş arası gencin Le Pen’e destek verdiğine dikkat çekmektedir. Babası tarafından Fransa’nın ilk kadın Cumhurbaşkanı olması için özel olarak yetiştirilen Marine Le Pen, babası Jean-Marie Le Pen’in aksine partiyi gençlere açmış ve popüler bir hale getirmiştir. Geçtiğimiz gün Moskova’da Rus lider Vladimir Putin’le görüşerek diplomasideki gücünü de gösteren Le Pen, göçmen karşıtlığı ile sağ kesime, Macron’un kısmak istediği sosyal güvenceler konusunda yaptığı popülist vaatlerle de sol seçmene göz kırpmakta ve çok başarılı bir kampanya yürütmektedir. Bu, Drozdiak’a göre, Danimarka Halk Partisi’nin (Dansk Folkeparti) son dönemde yaptığına benzer popülist ve tesirli bir siyaset yöntemidir.

Dominique Moisi ise, Fransa seçimleriyle Brexit referandumu ve ABD’deki Başkanlık seçimleri arasında bazı paralellikler olduğuna dikkat çekmekte ve tüm bu seçimlerde de 3 önemli anahtar kelimenin; (1) sisteme yönelik öfke, (2) göçmenlere yönelik endişeler ve (3) ötekilere yönelik korkular olduğuna vurgu yapmaktadır. Hatta bunlara bir de geçmişe yönelik nostalji olgusu eklenebilir. Ancak ABD seçiminden farklı olarak, Moisi’ye göre, nasıl bir Cumhurbaşkanı olacağı bilinmeyen Emmanuel Macron, iyi bir Başkan olma ihtimaline karşın iyi bir aday olmayan Hillary Clinton’a kıyasla çok daha iyi bir adaydır ve bu nedenle seçimi kazanma ihtimali yüksektir.

İkinci turda, Jane Hartley, Fransa seçimlerinin iki turlu olmasının avantajını açıklamakta ve Le Pen’in partisi Ulusal Cephe’nin (FN) Fransa’daki diğer seçimlerde de ilk turlarda başarılı, ikinci turlarda başarısız olduğuna dikkat çekmektedir. Hartley, bunu, Fransız seçmeninin ilk turda sisteme yönelik öfkelerini göstermesi, ikinci turda ise seçim yapması şeklinde açıklamaktadır. Ancak Brexit referandumu ve Donald Trump’ın Başkan seçilmesinde böyle bir durum yaşanmamış ve tek turlu seçimin doğal sonucu olarak, herşey bir anda olup bitmiştir.

William Drozdiak, ikinci turdaki konuşmasında Marine Le Pen’in nostaljik duygularla seçmeni nasıl etkilediğini açıklamakta ve 35 saatlik çalışma sürelerini düşürmeyi vaat etmesinin de çok etkili olduğunu söylemektedir. Devleti küçültmek ve yatırımları arttırarak özel sektörü güçlendirmek isteyen Macron’dan farklı olarak, Le Pen, devleti büyütmek ve yeniden eski ihtişamlı Fransa’yı canlandırmak istemekte ve seçmene bu hayali pazarlamaktadır. Ancak seçimi kim kazanırsa kazansın, yasama meclisinde çoğunluğu oluşturma ihtimali olmadığı için, Fransa’yı yakın gelecekte zor günler beklemektedir.

İkinci turun son konuşmacısı olan Dominique Moisi, Fillon’un seçilmesi durumunda mecliste çoğunluğu elde edeceğini, zira sağın kendisini destekleyeceğini belirtmektedir. Moisi, Macron’un da mecliste çoğunluk sağlayabileceğini, çünkü Fransızların seçtikleri Cumhurbaşkanı’na mecliste de çoğunluk vermek isteyeceklerini söylemektedir. Ayrıca Macron, Cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda estireceği rüzgârla ülke siyasetinde yeni bir dinamizm yaratabilir. Sosyalist sol ise, Moisi’ye göre, Hollande’ın Başbakanı Manuel Valls’ın Macron’a destek açıkladığı gün çökmüştür. Ayrıca ikinci tura merkez sol PS (Benoit Hamon) ve merkez sağ LR’nin (François Fillon) adayları değil de, Macron ve Le Pen gibi iki sistem-dışı aday kalırsa, Fransa siyasal sisteminde önemli değişiklikler yaşanabilir. Macron’un seçimi kazanması durumunda, merkez sol, merkez sağ ve merkez seçmen bir araya gelerek Macron’un arkasında yeni bir siyasi hareket ve parti başlatabilirler. Le Pen’in kazanması durumunda ise, merkez sağın koyu seçmenleri Le Pen’in cazibesine kapılarak, aşırı sağda (FN) yeni bir yoğunlaşmaya neden olabilirler.

Üçüncü turda, seçimlerin dış politika açısından anlamı sorgulanmaktadır. William Drozdiak, bu seçimlerin AB ve özellikle de Almanya açısından çok önemli olduğunu belirtmekte ve şu an Berlin’de çok gergin bir bekleyişin olduğunu vurgulamaktadır. Şansölye Angela Merkel’e göre, Fransa’nın güçsüz olması Almanya için de bir problemdir. Zira İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın en büyük başarı hikâyesi, başta Fransa olmak üzere komşularıyla iyi ilişkiler kurması ve ekonomik açıdan gelişmesidir. Ancak Berlin, şimdi baktığında, Avrupa’nın her yanında sıkıntılar görmektedir. Fransa’da, Le Pen veya Macron, seçimi kim kazanırsa kazansın, istikrar ortamı kolay oluşmayabilir. Polonya ise, son dönemde hızla Almanya ve AB karşıtı bir çizgiye doğru kaymaktadır. Ayrıca Almanya’nın ABD’deki Trump yönetimi ile de ilişkileri hiç de iyi başlamamıştır. Yunanistan’ın ekonomik krizinin etkileri de henüz tamamen atlatılmış değildir. Dolayısıyla, Drozdiak’a göre, Macron’un seçilmesi durumunda bile, ki Almanya’da da Merkel (CDU) veya Martin Schulz (SPD) gibi her halükarda AB yanlısı liderler başta olacaktır, AB’yi önümüzdeki dönemde zor zamanlar beklemektedir.

Jane Hartley, bu turda, seçimleri ile Rusya ile ilişkiler bağlamında değerlendirmektedir. Hartley’e göre, Macron, dış politikada François Hollande yönetiminden çok da farklı bir çizgi önermemekte ve Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımların devamını savunmaktadır. Hatta Hartley, Macron’un çizgisini ve kampanya tarzını Barack Obama’dan çok Bill Clinton’ın 1992’deki kampanyasına benzetmektedir. Merkez sağ François Fillon, Rusya’ya yönelik yaptırımların kaldırılmasını önererek, bu noktada bir farklılık yaratmıştır. Marine Le Pen ise, Rusya’daki bir bankadan maddi destek de alarak, adeta Rusya’nın adayı konumundadır.

Bu turda, Dominique Moisi ise, Fransa’da anti-Amerikanizm ve Rus hayranlığının (Rusofili-Slavofili) bir ölçüde var olduğunu kabul etmekte ve Le Pen’in ve Fillon’un Rusya yanlısı tavrını bu bağlamda yorumlamaktadır. Moisi’ye göre, Macron için Fransa’nın en iyi müttefiki Almanya, Le Pen içinse Rusya’dır. Ayrıca nasıl Rusya Le Pen’e açıkça destek veriyorsa, Almanya da Macron’u desteklemektedir. Aslında Merkel, çok iyi anlaşamadığı Nicolas Sarkozy ve François Hollande’dan sonra kendisine Alain Juppé’yi partner olarak istiyordu; ama o elenince, Macron en iyi alternatif haline geldi.

Bu faydalı tartışmada eksik kalan bazı konular da şöyle eklenebilir. Fransa’da seçmenlerin oy vermelerinde etkili olan unsurları 3 ana başlıkta toplamak mümkündür. Birincisi, etnik, dini ve kültürel kimliklerdir. Bu açıdan bakınca, Fillon Katolik dindar Fransızların, Le Pen ise aşırı milliyetçi ve beyaz Fransızların temsilcisidir. Macron ise bu konuda daha avantajlıdır; zira sosyal demokrat ve liberal orta sınıf Fransızlar dışında, Müslüman, Afrika kökenli ve Asyalı Fransızlar da Macron’un liberal ve özgürlükçü programını daha çok benimseyebilirler. İkinci önemli konu ise ekonomik oy vermedir. Bu noktada, Le Pen en şanslı adaydır. Çünkü aşırı sağcı programına karşın, sosyal haklar konusunda en bonkör aday Le Pen’dir. Fillon ve Macron ise, kemer sıkma tedbirlerinin devamını önermekte ve bu konuda popülizme kaçmayarak oy kaybetmektedirler. Üçüncü önemli unsur ise, popülerlik ve medyada esen rüzgârlardır. Bu konuda Macron ön planda gözükmesine karşın, Le Pen’in orta yaşlı hoş ve sarışın bir bayan -aynı zamanda yarıştaki tek kadın aday- olarak, ideolojisiz seçmen açısından popüler olma ihtimali hayli yüksektir. Zira günümüzde ekonomik sorunların yaşamsal boyutlara ulaşmadığı Avrupa ülkelerinde, birçok genç ve bilinçsiz seçmen, program veya somut vaatlerden ziyade, güvendiği ve beğendiği lidere oy verebilmektedir. İdeolojilerin zayıflaması ve liberalizmin zaferi, gelişmiş ülkelerde bazı kesimler açısından böyle bir sonuca yol açmıştır. Sonuçta, tüm faktörler dikkate alındığında, Emmanuel Macron’un yarışta çok iddialı bir hale geldiği ve seçimi kazanması durumunda, destekçilerinin merkez çizgide yeni bir siyasi parti kurabileceği veya Sosyalist Parti’nin merkeze açılarak Macron’un çizgisine uygun bir hale geleceği öngörülebilir. Şu bir gerçektir ki, küreselleşmenin yarattığı sert rekabet ortamında, ülkeler, ekonomik olarak ayakta kalabilmek adına popülizmden uzak durmaya çalışmaktadırlar. Ancak bunun halkların yaşam kalitelerini çok düşürmemesi adına da, nüfusun korunması ve yasadışı göçle mücadele edilmesi şarttır. Bunların sağlanması için en önemli konu ise, savaşların durdurulması ve büyük göç hareketlerinin önüne set çekilmesidir. Bunun içinse, Suriye ve Libya’daki durumların düzeltilmesi en öncelikli meselelerdir. Macron, işte bu dengeleri bildiği için liberal çizgide siyaset yapmaktadır. Ancak Macron’un anlaması gereken konu da, bu dengenin kurulabilmesi için Rusya’nın çok gerekli ve önemli bir aktör olduğudur. 


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



29 Mart 2017 Çarşamba

Kürtlerle ve Türkiye ile Suriye’de Nasıl Çalışmalı?


ABD’nin en önemli düşünce kuruluşlarından olan Brookings’de uzman olarak çalışan Michael E. O’Hanlon[1], 24 Mart 2017 tarihinde kurumun internet sitesinde “How to work with the Kurds—and Turkey—in Syria” (Kürtlerle ve Türkiye ile Suriye’de Nasıl Çalışmalı) başlıklı bir analiz yayınlamıştır.[2] Bu analizde, O’Hanlon, yeni işbaşı yapan Donald Trump yönetimine Suriye’de takip etmesi gereken Türk-Kürt dengesi hakkında bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Bu yazıda, bu analiz Türkçe’ye çevrilecek ve bazı fikirler tartışmaya açılacaktır.

Michael E. O’Hanlon

Michael E. O’Hanlon’a göre, ABD’nin Suriye politikası halen daha büyük bir muammadır. Buna karşın, ABD Başkanı Donald Trump’ın IŞİD’le mücadeleyi hızlandırma konusunda Pentagon’un tavsiyelerine başvurması bazı başarılı taktiksel girişimlere neden olmuştur. Lakin Trump’ın sahada Amerikan askerlerini kullanma konusundaki anlaşılabilir isteksizliği, mücadelenin daha çok yerel gruplar aracılığıyla gerçekleştirilmesine yol açmaktadır. O’Hanlon’a göre, -ne yazık ki- Suriye’deki ılımlı Sünni muhalif gruplar, IŞİD’le mücadele ve Rakka’nın kurtarılmasını gerçekleştirebilecek güçten yoksundur. Suriye Kürtlerinin böyle bir gücü olmasına karşın, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye Kürtlerini PKK terör örgütünün uzantısı olarak görmesi nedeniyle, ABD, bu konuda da kesin bir politika izleyememektedir. Böyle bir durumda, ABD müttefiklerinin karşı karşıya gelmesi riski karşısında Washington nasıl bir politika izleyebilir? Analiz, bu soruya yanıt vermek için kaleme alınmıştır.

Çözümün en önemli unsurlarından birisi, AEI’den Frederick Kagan ve Kimberly Kagan’ın belirttikleri gibi, Doğu Suriye’deki Sünni Arap gruplarıyla daha güçlü bir muhalefet bloğu kurmaktır. Ancak bu, zaman alacak bir durumdur. Bu nedenle, Kürt muhalefetinin desteğine hiç şüphesiz ihtiyaç vardır. ABD ve müttefikleri, Suriye Kürtleri ile Türkiye’yi kızdırmadan bir işbirliği geliştirmenin yollarını bulmak zorundadır.

Bu noktada, Ankara’nın endişelerini gidermek içinse 5 mantıklı adım atılabilir.
  1. ABD’nin Suriye’nin kuzey ve doğusunda özerk bölge arayışlarının Suriye’nin geleceğinde bir bölünmeye yol açmak olmadığını vurgulamak.
  2. Irak Kürdistan’ından farklı olarak, Suriye Kürtlerinin en az iki farklı özerk bölgede toplanmasını sağlamak ve bu sayede bağımsız ve tek bir Kürdistan oluşmasını önlemek. Türk askerinin Suriye topraklarında bu amaçla bulunduğunu vurgulayarak, bu durumun siyasi mantığını açıklamak.
  3. Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığına destek açıklamak. Türkiye’nin Suriye operasyonuna ABD’nin destek açıklaması, Türkiye-Suriye sınırının kontrol edilmesi ve Suriye Kürtlerinin PKK terör örgütüne destek vermelerinin engellenmesi konusunda Türkiye’nin kaygılarını giderecektir. Hatta Türk askerinin uluslararası barış gücünün bir parçası olarak konuşlandırılması, ülkenin batısındaki Rus varlığının da bu kavram etrafında sınırlandırılmasına imkân tanıyabilir.
  4. Washington, daha fazla sayıda Amerikan askerinin barış gücü olarak Suriye’nin Kürt bölgelerine gönderilmesine hazır olmalıdır. ABD güçleri, olası Rakka Operasyonu sonrasında Kürtlerin yerel polis teşkilatları oluşturmasına ve Suriye-Türkiye sınırının kontrol edilmesine yardımcı olabilir.
  5. Washington, Rakka Operasyonu öncesinde Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan PYD ve benzeri Kürt gruplarına silah vermektense, silah kiralamalıdır. ABD, IŞİD’in yenilmesi sonrasında Kürt gruplarının ağır silahlarını teslim etmesi gerektiğini konusunda bu grupları ikna etmelidir. Bu durum tam olarak sağlanamasa bile, Türklerin endişelerini gidermek ve Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmalarını önlemek açısından faydalı olabilir.
Michael E. O’Hanlon’un raporu, ABD’nin Başkan değişikliği sonrasında Orta Doğu ve Suriye’ye yönelik politikalarını henüz tam olarak oluşturamadığı belirsiz bir dönemde hazırlanmış muğlak bir rapor olarak değerlendirilebilir. Zira rapordaki birçok unsur (örneğin Suriye Kürtlerine silahların ödünç verilmesi veya kiralanması), daha önce benzeri görülmemiş ve fiiliyatta gerçekleşmesi zor olan hadiselerdir. Şu bir gerçektir ki, ABD’nin Barack Obama döneminde destek verdiği Arap Baharı süreci, her ne kadar demokrasi ve özgürlük gibi doğru amaçlar etrafında kurgulansa da, Tunus dışında başarısızlıkla sonuçlanmış ve bölgeye istikrar ve barış getirmemiştir. Dolayısıyla, bu sürecin bir unsuru olarak ortaya çıkan Suriye krizinde de politikaların değiştirilmesi gerekmektedir. Bu noktada en iyi strateji, bölgedeki Amerikan müttefikleriyle (İsrail, Türkiye ve bazı Arap ülkeleri) ortak bir strateji geliştirmek ve bunu kararlılıkla uygulamaya sokmaktır. Bu noktada, Suriye’nin geleceğinin Irak benzeri federatif bir yapı olarak mı kurgulanacağı en temel mesele olacaktır. Irak’ta kurulan devletin birlik konusunda sağlam bir görüntü çizememesi, Suriye rejim güçleri ve Rusya ve İran gibi müttefiklerinin -hatta Türkiye’nin- bu plana olumsuz bakmasına yol açabilir. Ayrıca Beşar Esad yönetiminin görevde kalmasının da, muhalif gruplar, Türkiye ve Sünni Arap ülkeleri tarafından sindirilmesi kolay olmayabilir. Ek olarak, bölgede Rusya’nın askeri varlığı da bu ülkenin Suriye üzerindeki etkisini çok güçlü kılmaktadır. Dolayısıyla, ABD ve müttefiklerinin, ancak Rusya ile uzlaşmalarını sağlayacak bir strateji geliştirmeleri durumunda başarı şansları yüksek olacaktır. Şu da bir gerçektir ki, Suriye halkı ve hatta komşu ülkeler, uzun süren savaştan yılmış ve bıkmaya başlamıştır. Bu nedenle, Rusya’nın da desteğiyle ve bölge ülkelerinden destek alacak yeni bir sistem içerisinde Suriye’nin hızla kalkınması ve yeniden imar edilmesi, başta bu ülke halkı olmak üzere herkesi memnun edecektir. Suriye Kürtlerinin ise, demokratik bir siyasal yapı içerisinde ve meşru yollarla yeni sistem içerisinde kültürel hakları için mücadelelerine devam etmesi daha makul bir tercihtir. Ayrıca ABD, Türkiye’nin iç politikasına yönelik eleştirilerini, dış politika ile ayrıştırmak zorundadır. Zira Türkiye önemli bir müttefiktir ve kesinlikle karşı tarafa kaybedilmemesi gereken bir ülkedir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



27 Mart 2017 Pazartesi

Prof. Dr. Emre Kongar’dan ‘ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı’


Prof. Dr. Reşit Emre Kongar (d. 13 Ekim 1941, İstanbul), ünlü bir Toplumbilimi (Sosyoloji) Profesörüdür.[1] Kitapları, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan köşeyazıları, zaman zaman katıldığı ve sunduğu televizyon programları ve renkli kişiliğiyle Türkiye’deki seküler muhalefetin sembol isimlerinden olan Kongar, 15 Ocak 1996’da Federal Almanya Devleti tarafından “Üstün Hizmet Madalyası Büyük Liyakat Haçı”yla, 1 Şubat 1996’da İtalya Devleti “Commandatore Madalyası”yla ve 15 Şubat 1996’da Polonya Devleti “Commandor Nişanı”yla ödüllendirilmiş dünya çapında tanınan bir bilim insanıdır. Türk siyasal tarihi ve Türk toplumunun birçok farklı yönünü eserlerinde inceleyen Kongar’ın en önemli eserlerinden birisi de, Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu politikalarını eleştirel bir gözle incelediği “ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı” adlı eserdir.[2] Remzi Kitabevi tarafından ilk kez 2012 yılında basılan eser, 224 sayfalık kolay anlaşılır ve faydalı bir çalışmadır. Bu nedenle, ana fikirlerini özetleyeceğim -şimdiye kadar birçok baskı yapan- bu eserin Sosyal Bilimler alanında çalışan tüm öğrenci ve akademisyenlerin kütüphanelerinde yer almasında yarar var.

ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı


Prof. Dr. Emre Kongar’a göre, dinsel kimliklerin siyaset ve savaşlarda kullanılması, tarih boyunca görülebilen olumsuz bir durumdur. Hatta Orta Çağ’daki tüm savaşlar, ekonomik menfaatleri gizler şekilde, temelde din motifiyle süslenmiştir. Ancak modern çağda ulus-devletlerin kurulması ve milli kimliklerin gelişmesiyle birlikte din arka plana itildi ve milli kimlikler toplumsal ve siyasal hayatta daha önemli hale geldi. Milliyetçilik, olumlu bazı özelliklerine karşın, aşırı boyutuyla dünyayı birçok büyük savaşa ve hatta dünya savaşlarına sürükledi. Milliyetçiliğe duyulan tepkinin etkisiyle, Soğuk Savaş döneminde komünist Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele eden ABD’nin de teşvikiyle, dinsel kimlikler ve politikalar, bu dönemden itibaren yeniden önem kazandı. Silahlanma, ekonomi ve siyaset (ideoloji) gibi üç farklı ayağı olan bu savaşta, ABD, rakibini alt etmek için her türlü yöntemi denedi. Bu yöntemlerden en etkililerinden biri ise, ateizmi resmi politika olarak belirleyen Sovyet Rusya’ya karşı dinsel kimlik ve politikaları güçlendirmekti. Bu, Soğuk Savaş döneminde oldukça etkili bir silah olmasına karşın, zamanla ABD’ye de zarar vermeye başladı. ABD’nin Afganistan’daki Rus işgaline karşı Taliban ve El Kaide’ye destek verdiği ve bir anlamda Usame Bin Ladin ve El Kaide’yi kendisinin yarattığı bu noktada gözden kaçırılmamalıdır. Soğuk Savaş’ın Türkiye’ye de çeşitli olumsuz etkileri oldu. Türkiye’deki artan Amerikan etkisi, “İslam Rönesans”ı ile eşzamanlı olarak yaşandı ve laik devlette büyük tahribata yol açtı. Bu dönemde, NATO’nun “ileri karakol”u haline gelen Türkiye, Batılı müttefiklerinden askeri, siyasi ve ekonomik destek almasına karşın, büyük bir güç olan Rusların hedefi durumuna da geldi ve birçok riskle yüzleşti. Ayrıca Soğuk Savaş, Türkiye iç politikasında büyük istikrarsızlıklar üretti. ABD’nin bu tür politikaları, Soğuk Savaş döneminde başka ülkelere de büyük zarar verdi. Örneğin, ABD ve İsrail’in Filistin’de El Fetih’e karşı destekledikleri Hamas, zamanla bu iki ülke için başlıca tehdit haline geldi. Suudi Arabistan, -şimdilerde biraz düzelen- içerideki çok baskıcı rejimine karşın, ABD’nin daima bölgedeki başlıca müttefiki oldu ve Selefi-Vahabi İslam’ın yayılması bu şekilde desteklendi.

ABD, Soğuk Savaş döneminde stratejilerini 4 politika üzerine kurmuştu: mikro-milliyetçilik, mikro-dincilik, piyasa ekonomisine dayalı tüketim çılgınlığı ve “demirperde”yi aşan gelişmiş bir iletişim sistemi. Sovyetlerin çöküşünden sonraki stratejiyi ise, Kongar’a göre, “Medeniyetler Çatışması” teziyle meşhur olan ünlü Amerikalı muhafazakâr Siyaset Bilimci Samuel Huntington belirlemiştir. Huntington, Batı medeniyetinin ancak bir tehdit algılaması ve karşı kimlik yaratılması durumunda gelişmeye devam edebileceğini düşünüyordu. Bu nedenle, dünya ülkelerini ve halklarını farklı medeniyet ve din ailelerine göre gruplandırdı ve İslam medeniyetini de ABD ve Batı medeniyetinin başlıca rakibi olarak belirledi. 11 Eylül 2011 (9/11) saldırılarıyla da, Huntington’ın tezine uygun bir ortam yaratılmış oldu. Nitekim George W. Bush döneminde izlenen “teröre karşı savaş” politikaları, Prof. Dr. Emre Kongar’a göre, özünde Orta Doğu’ya yönelik hâkimiyet politikalarını destekliyordu. Bush, bu dönemde o kadar ileri gitmişti ki, milyonlarca Müslüman vatandaşı olan ABD’nin Orta Doğu’ya (Irak’a) yönelik olarak “Haçlı Seferi” (crusader) yaptığını söylemişti. ABD, bir dönem desteklediği El Kaide karşısında artık hedef haline gelmişti. Ama bu durum, bir yandan da ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik aktif politikalarına uygun bir ortam sağlıyordu. Bu nedenle, İslam dünyasındaki laik rejimler hedef haline getirildi ve ılımlı İslami unsurlar ve partiler desteklendi. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP-AK Parti) ve Fethullah Gülen cemaati, bu konuda verilebilecek iki önemli örnektir. Bu nedenle, Türkiye’deki Atatürk mirası reddedildi ve İslamcı politikalar desteklendi. ABD, bu şekilde hem kendisine yakın “iyi” ve “müttefik” bir İslam yarattı, hem de “radikal” İslamcı gruplar sayesinde Orta Doğu’ya yönelik aktif politikalar uygulamaya sokabildi ve bunlar için dünya kamuoyundan destek buldu.

ABD, Prof. Dr. Emre Kongar’a çok ilginç ve birçok açıdan hayranlık duyulabilecek bir ülkedir. Zira ABD, birçok devletten farklı olarak, dış politikasını açık açık kamuoyu önünde tartışır ve uygular. Bu konuda binlerce rapor ve kitap yayınlar, hatta önemli olayların filmlerinin çekilmesi destek olur. Bu şekilde hem iç kamuoyunu, hem de dünya kamuoyunu etkilemeye çalışır ve bunda da büyük ölçüde başarılı olur. Ancak Eric Altman’ın When Presidents Lie kitabında da belirtildiği üzere, resmi ve gayrıresmi olarak bu yapılan açıklamalar ve verilen ürünler, her zaman gerçeği yansıtmaz. ABD, bu yeni dönemde, stratejisini “preemptive strike” (önleyici vuruş) ve “preemptive eminence” (önleyici üstünlük) gibi kavramlar etrafında ve terör tehditlerini oluşmadan önce önlemek üzerine kurmuştur. ABD, muazzam askeri gücüyle bunu büyük ölçüde başarmıştır. Ancak artan İslam düşmanlığının (İslamofobi) yarattığı tepkiler, ABD’yi ve Avrupa ülkelerini birçok yeni tehditle de karşı karşıya getirmiştir. Ayrıca Bill Clinton döneminde Türkiye’yi Avrupa Birliği (AB) üyesi laik ve demokratik bir ülke olarak görmek isteyen ABD, Bush döneminden itibaren Türkiye’nin İslamcı kimliği etrafında Orta Doğu’ya bir model ülke olarak dizayn edilmesi ve ABD’nin askeri operasyonlarının merkezi haline gelmesi için uğraşmıştır. Hatta bu doğrultuda, Türkiye’de “Ilımlı İslam” veya “Amerikancı İslam” olarak adlandırılabilecek bir tür İslam inancı yaratılmıştır. Bu model, Kongar’a göre başarılı olamamış ve çökmüştür.

ABD, “Ilımlı İslam” adıyla kendisiyle barışık bir İslam inancı yaratmaya çalışırken, bir yandan da “İslami terör” kavramı ve teşhisiyle Orta Doğu’daki radikal gruplarla mücadele etmeyi amaçlamıştır. Nitekim El Kaide ve şimdilerde IŞİD gibi gruplar, hem İslam dinini ve İslam dünyasını lekelemiş, hem de askeri operasyonlar için uygun koşullar yaratmışlardır. Irak Savaşı ve sonrasındaki kısıtlı bazı askeri operasyonlar (Bin Ladin’in öldürülmesi), ABD politikalarının sonuç alıcı ve başarılı boyutunu göstermektedir. Ancak Orta Doğu’da terörün durmaması ve federal Irak’ın bölünme aşamasına gelmesi, bir yandan da Amerikan politikalarının o kadar da başarılı olmadığını göstermektedir. Kongar’a göre, ABD’nin bölgeye yönelik politikaları art niyetli veya olumsuz değildir. Demokrasinin desteklenmesi, Soğuk Savaş dönemi de göz önüne alınırsa, doğru bir yaklaşımdır. Ancak başka ülkelerde demokrasi talep ederken, Suudi Arabistan gibi bazı müttefiklerde diktatörlüğün desteklenmesi, Kongar’a göre açık bir çelişkidir. Ayrıca “Ilımlı İslam” modelini yaratmak için laik gruplara düşmanlık yapılması da çok hatalı bir politika olmuştur.

Prof. Dr. Emre Kongar’a göre, “Arap Baharı”, sözde bir “bahar” olmuş ve Orta Doğu’da diktatörlükleri yıkarken, yerlerine radikal İslamcı grupları iktidara taşımıştır. Bu, bir anlamda BOP projesinin de (Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Ortak Bir Gelecek ve İlerleme İçin Ortaklık) realize edilmesidir. ABD’nin bir dönem Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan akademisyen Condoleezza Rice, bu doğrultuda 22 ülkenin rejim ve sınırlarının değişeceğini bile açıkça söylemiştir. Barack Obama döneminde ise, Bush döneminde izlenen askeri politikalardan farklı olarak “yumuşak güç” unsurları öne çıkarılmıştır. “Arap Baharı”, işte bu bağlamda “Müslüman Kardeşler” modeline uygun halk hareketlerinin desteklenip iktidara getirilmesi üzerine kurulmuş bir stratejinin ürünüdür. Ancak bu strateji, Tunus ve kısmen Türkiye dışında çökmüştür. Zira Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketi türevleri, demokrasi ve laikliğe uygun davranamamışlardır. “Üçüncü Dünya”cı Samir Amin ise, Arap Baharı’nı Marksist bir gözle incelemiş ve anti-kapitalist ve anti-emperyalist olmayan bu hareketlerin başarıya ulaşamayacaklarını öngörmüştür. Slavoj Zizek de, Mısır’daki devrimin sonuçlarını “iğrenç” olarak değerlendirmiş ve kapitalizmin demokrasi getireceği tezini reddetmiştir.

ABD’nin önceki Başkanı Barack Obama, işte bu ortam içerisinde Afrikalı Amerikalı kimliği ve sempatik kişiliğiyle sivrilmiş ve Başkan seçilmiştir. Obama, Irak Savaşı sonrasında artan anti-Amerikanizm’i dizginlemek için, İslam dünyasıyla barışık politikalar takip etmek istemiştir. Ayrıca Obama, tek taraflı askeri müdahalelerden de kaçınmak istemiş ve dünya kamuoyu desteğiyle daha popüler bir ABD yaratmıştır. Ancak Obama’nın oluşturduğu “Ilımlı İslam” modeli de başarısız olmuştur. Zira Siyasal İslam, laiklik olmadan toplumlar önünde çok büyük bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Dahası, eğitim ve gelir seviyesi düşük toplumlarda, demokrasi, Siyasal İslam’ın iktidara yürümesi sonucunu doğurmuştur.

Kitap, bu ve benzeri tezleri içeren faydalı bir eserdir. Kongar, laiklik yanlısı sosyal demokrat bir düşünür ve akademisyen olarak görüşlerini eserinde tüm samimiyetiyle açıklamış ve ABD politikalarını eleştirmiştir. Lakin, bu noktada Kongar’ın görüşleri de eleştiriye açıktır. Elbette Siyasal İslam’ın birçok toplum için bir geri kalma vasıtası haline geldiği ve başta kadın hakları olmak üzere insan hakları konusunda pek çok sıkıntıya yol açtığı bir gerçektir. Ancak katı laik modellerde yaşanan başarısızlıklar da, en son Suriye örneğinde görüldüğü üzere, toplumla devleti karşı karşıya getirebilmekte ve birçok olumsuz sonuca (iç savaş, terör vs.) yol açabilmektedir. Bu nedenle, laikliğin korunduğu ve dini özgürlüklerin maksimum seviyeye çıkarıldığı bir üçüncü yol, ilerleyen yıllarda Türkiye ve Tunus gibi ülkelerden başlayarak denenebilir. Zira din (İslam ve diğer dinler), radikal yorumuyla olumsuz sonuçlara (savaş, terörizm, bağnazlık) yol açabildiği gibi, devlete ve otoriteye saygı, aile düzeni, ahlak vs. gibi birçok olumlu değeri de beraberinde getirebilir. Dolayısıyla, laikliğin dine karşıtlık olarak algılanmaması için daha yoğun çaba gösterilmelidir. Son olarak, şu da bir gerçektir ki, birşeyin "ılımlı"sı, "radikal"inden çok daha makbuldür... Ayrıca laik modelin başarısızlığı durumunda da, "Ilımlı İslam", "Radikal İslam"a kıyasla çok daha tercih edilir bir modeldir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Emre_Kongar.

23 Mart 2017 Perşembe

Carl Schmitt’ten ‘Parlamenter Demokrasinin Krizi’


Carl Schmitt (11 Temmuz 1888 - 7 Nisan 1985)[1], ünlü bir Alman hukukçu, Katolik filozof, siyaset kuramcısı ve Hukuk Profesörüdür. Nazi döneminde yaşadığı ve bu partiye destek verdiği için sıklıkla eleştirilen Carl Schmitt, özellikle Realizm’in uç boyutlarındaki “siyasal” tanımı -“The Concept of the Political” (Der Begriff des Politischen) kitabında[2] siyasetin “dost ve düşman ayrıştırması” olarak tanımlanması- ve “Parlamenter Demokrasinin Krizi” (Die geistesgeschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus) adlı kitabıyla[3] dünya çapında tanınmaktadır. Entelektüel olarak saygı duyulmasına karşın, Schmitt, bazı fikirleri nedeniyle demokrasi açısından dünya genelinde son derece olumsuz ve tartışmalı olarak görülen bir isimdir. Türkiye’de de parlamenter demokrasi ve liberal değerlerin son derece yıpratıldığı bu dönemde, Schmitt’in Alman siyasal tarihinde son derece tehlikeli gelişmelere neden olan fikirlerini hatırlamakta fayda var.

Parlamenter Demokrasinin Krizi

“Demokrasi ve Parlamenterizm” adlı ilk bölümde, Schmitt, iç içe geçen demokrasi ve parlamentarizm kavramlarını ayrıştırmaya çalışmaktadır. Carl Schmitt’e göre; “19. yüzyıl siyaset ve devlet kuramına ilişkin düşünceler tarihi basit bir sloganla özetlenebilir: ‘demokrasinin zafer alayı’”. Batı Avrupa, 19. yüzyıldan itibaren giderek artan ölçüde liberal demokratik değerlerin etki alanı içerisine girmiştir. Demokrasi, bu dönemden itibaren ilerleme ile eşanlamlı olarak görülmüş ve buna ayak direyenlere ise demode gözüyle bakılmıştır. Bu durum öyle bir hal almıştır ki, demokratikleşme, zamanla Avrupa’da bir yazgı olarak görülmeye başlanmıştır. Schmitt ise, buna kesin olarak karşıdır. Zira Schmitt’e göre; demokrasi hayata geçirildikçe, bu rejimin de bazı efendilere hizmet ettiği ve özü itibariyle net siyasal amaçlarının olmadığı görülmüştür. Demokrasi, en önemli rakibi monarşi ortadan kalktığı andan itibaren içerik keskinliğini kaybetmeye mahkûm hale gelmiştir. Demokrasiler, başlarda liberalizmle ittifak halindeyken, zamanla “sosyal demokrasi” altında sosyalistlerle de ittifaka yönelmişlerdir. Bu nedenle, Schmitt’in düşüncesinde demokrasi sadece bir örgütlenme şeklidir; bir içeriği ve somut hedefleri yoktur. Bir demokrasi, liberal veya mutlakiyetçi, militarist veya pasifist, merkeziyetçi veya yerinden yönetimci ya da ilerici veya gerici olabilir. Demokrasi, daha çok yönetimin şekilsel boyutuyla ilgilidir. Çoğunluğun sözünün geçtiği bu sistemde, azınlık veya bireylerin iradeleri arka planda kalabilir ve uygulamaya geçirilemeyebilir. Dahası, demokrasilerde halkı manipüle etmek ve propaganda daha büyük önem kazandığı için, siyasal gerçeklerin de bir önemi kalmaz. Hatta şayet demokrasinin kendisinin ortadan kaldırılması için kullanılması tehlikesi ortaya çıkarsa, radikal demokrat, bir karar vermek zorunda kalır: ya çoğunluğa karşı da demokrat kalacaktır, ya da demokrat olmaktan vazgeçecektir... Bu noktada, demokratların düşüncesinde halkın eğitimi konusu öne çıkacaktır. Ancak Schmitt’e göre, halkın eğitimi denilen mesele de, aslında eğitimin içeriğinin eğitimciye göre şekillendirilmesi olayıdır. Hatta Schmitt’in düşüncesinde, “Bugün Batı Avrupa kültür çevresine dâhil devletlerde hüküm suren demokrasi, onlara göre yalnızca sermayenin basın ve partiler üzerindeki ekonomik hâkimiyetinin bir aldatmacası, yani yanlış yönlendirilmiş halk iradesinin aldatmacasıdır.” Ayrıca yine Schmitt’e göre, “demokrasi, modern parlamentarizm olarak adlandırılan şey olmaksızın da var olabileceği gibi, parlamentarizm de demokrasi olmaksızın var olabilir ve diktatörlük demokrasinin zıddı olmadığı gibi, demokrasi de diktatörlüğün zıddı değildir.” “The Concept of the Political” eserinde de belirttiği gibi, Schmitt, liberalizm ve parlamenter demokrasinin, düşmanı, ekonomide bir rakip, siyasette de tartışılabilen bir muhalife dönüştürmeye çalıştığını iddia etmektedir. Oysa bu, temeldeki düşmanlığı ortadan kaldırmaz…

Kitabın “Parlamentarizmin Prensipleri” adlı ikinci bölümü, Schmitt’in parlamentarizm olgusunu incelediği ve eleştirdiği bölümdür. Parlamento, aslında köydeki bir ıhlamur ağacının altında toplanması imkânsız hale gelen geniş kalabalıkların temsilcilerinin toplandığı bir komiteden ibarettir. Ayrıca Schmitt’e göre; bu komitenin seçimler sonrasında uzunca bir süre bağımsız olarak hareket edebilmesi ve ikinci komite olan hükümetin parlamentonun güvenine bağlı ve azledilebilecek durumda olması da demokratik açıdan sakıncalıdır. Parlamentonun mantığı, doğru siyasetin müzakereler ve tartışmalar sonucunda oluşabileceği fikrindedir. Ancak Schmitt’in yaklaşımında, bu, hatalıdır ve bu noktada parlamentarizm ve liberalizm arasında bir uyum söz konusudur. Schmitt şöyle yazmaktadır; “Rekabetin uyumu kendiliğinden doğuracağını iddia etmekle, hakikatin fikirler arasındaki mücadele sonucu ortaya çıkacağın iddia etmek kesinlikle aynı şeydir. Bu düşüncenin özü de, salt, fikirler arasındaki ebedi rekabet işlevine dönüşmüş olan hakikat ile spesifik bağıntısında yatmaktadır.” Bu, Schmitt’e göre rasyonel değil, romantik bir yaklaşımdır. Ayrıca bu noktada “aleniyet” düşüncesi de ön plana çıkar. Liberal demokratik mantık, gizli siyaset ve diplomasinin önlenmesini her türlü siyasal soruna bir çare olarak öne çıkarır. Oysa bu yaklaşım, aynı zamanda uzmanlık ve teknik bilgiyi de geriye atar ve şimdilerde “demokratik popülizm” olarak adlandırılan siyaset türüne neden olur. Bu nedenle, liberal demokrasilerde basın özgürlüğü en önemli siyasal konulardan birisidir. Zira basın, siyasette aleniyete imkân verir ve siyasi keyfiyete karşı en büyük korumayı sağlar. Oysa John Stuart Mill’in çok önce fark ettiği gibi, demokrasi ile özgürlük arasında kolaylıkla bir tezat yaşanabilir ve bu durum azınlığın yok olmasına sebebiyet verebilir. “Kuvvetler ayrılığı” prensibi de bir diğer önemli parlamenter prensip ve gelenektir. Burada da temel mantık, yönetimde “denge” unsurunun sağlanmasıdır. Ancak Schmitt’e göre, pratikte bu durum gerçekleşmez. Büyük sermaye grupları ve güç odakları, küçük parlamentolar veya komiteler aracılığıyla gerçekleşen halkın kendi kendini yönetimi sürecinde, kolaylıkla kararları yönlendirebilirler.

Kitabın “Marksist Düşüncede Diktatörlük” başlıklı üçüncü bölümü, Schmitt’in Marksizm’i eleştirdiği bölümdür. Marksizm, Schmitt’e göre, Hegel’in tarih mantığı temelinde rasyonalist diktatörlük düşüncesini geliştirmiştir. Bu nedenle, Marksizm, tarihsel materyalizmin yasalarının yol açtığı mutlak zorunluluk ve pozitivist kesinlikten söz eder. Karl Marks'ın ünlü Komünist Manifesto eserini büyülü yapan da budur; tüm insanlık tarihinin mücadelesini, burjuvazi ile proletarya (işçi sınıfı) arasındaki tek ve keskin bir mücadeleye indirgemesi. Ancak Marksizm’in metodolojik bir problemi de vardır; Marksist totoloji, doğru bir bilinç için yeni bir başlangıç aşamasını şart koşar. Doğru bilinç aşamasına gelinmediği sürece, burjuvazi ve hatta belli ölçülerde proletarya, eski rejimi desteklemeye devam edecektir.

“Doğrudan Şiddet Kullanımına ilişkin İrrasyonalist Teoriler” başlıklı dördüncü ve son bölüm, Schmitt’in şiddetle ilgili düşüncelerini içeren bölümdür. Modern toplumda liberalizmin etkisiyle yaratılan kuşkuculuk, görelilik ve parlamentarizm gibi değerlerin aksine, total ideolojiler, bir halk, grup, sınıf ve hatta bireyi tarihin öznesi ve motoru haline getirebilir. Liberalizmin dayattığı pragmatizm, böyle bir durumu imkansız kılar. Oysa Georges Sorel’in de dikkat çektiği gibi, tarihsel sıçramalarda eylemsel kararlılık ve kahramanlığa yatkınlık söz konusudur. Bu tür efsanelere örnek olarak, Yunanlılarda şöhret ve büyük bir isim olma düşüncesi, kadim Hıristiyanlıkta "Kıyamet Günü" beklentisi, büyük Fransız Devrimi sırasında “vertu”ye [erdeme] ve devrimci özgürlüğe duyulan inanç ve 1813’teki Alman bağımsızlık savaşları sırasındaki ulusal coşku verilebilir.

Sonuç olarak, Carl Schmitt’in Almanya’nın Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman halkını sefalete ve büyük siyasal sorunlara sürükleyen parlamenter demokrasi ve liberalizmi temel alarak yaptığı eleştirileri ciddiye almak ve üzerinde düşünmek, fakat bunlara aldanmamak gerektiği söylenebilir. Zira Almanya’da Schmitt ve benzeri yaklaşımların yol açtığı siyasal sistemin olumsuz sonuçları, zaten herhangi bir bilimsel çalışma veya felsefi argümandan çok daha etkili bir biçimde bunun zararlarını bizzat ortaya koymaktadır. Nazizm, insanlık tarihinin en kötü dönemi olarak tarihin tozlu sayfalarında yerini almış bir harekettir. Parlamenter demokrasi ise, tüm eksiklikleriyle birlikte demokratik ülkelerin çoğunluğunda kullanılmaya devam eden bir modeldir. Parlamentarizmin alternatifi de günümüzde Nazizm ve benzeri tek partili veya tek adamlı anti-demokratik sistemler değil, Başkanlık sistemi, yarı-Başkanlık sistemi gibi farklı modellerdir. Bu nedenle, Schmitt’in eleştirilerini tarihsel süreç bağlamında değerlendirmek daha doğru olacaktır. Ancak parlamenter demokrasi ve liberalizmi de aynı gözle görmek gerekir. Değişen üretim ve iletişim teknolojileri ve birçok farklı unsur nedeniyle, gelecekte, bugün sahip olduğumuz yönetim biçiminin en doğru veya en iyi sistem olarak kalmaya devam edeceğini de kesinlikle söyleyemeyiz. Zira sistemler, biraz da toplumsal ihtiyaç ve koşullardan kaynaklanırlar.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Carl_Schmitt.

22 Mart 2017 Çarşamba

Sol-Le Pencilik


Fransa’da son yıllarda seçmen ve uluslararası basın nezdinde büyük bir popülarite yakalayan aşırı sağcı Ulusal Cephe (Le Front National) partisi ve onun kadın lideri Marine Le Pen hakkında bugüne kadar birçok farklı makale yazılmıştır. Çoğu eleştirel bir bakış açısıyla yazılmış olan bu yayınlar arasında kanımca en ilginç olanı, Le Pen ve partisinin sol kesimlerden aldığı oyları “Sol-Le Pencilik” (le gaucho-Lepénisme) kavramı[1] etrafında inceleyen Fransız politolog ve CEVIPOF uzmanı Pascal Perrineau’nun[2] Anne Muxel’in 2016 tarihli Temps et Politique adlı kitabının[3] 9. bölümü olarak kaleme aldığı “Le Gaucho-Lepénisme” adlı çalışmadır[4]. Bu güncel çalışma, Le Pen ve partisi hakkında bugüne kadar pek yazılmamış işçi ve solcu desteği konusunu inceleyen özgün bir makale olarak dikkat çekmektedir. Bu yazıda, makaleden (kitap-içi bölüm) önemli bölümler özetlenecektir.

Pascal Perrineau

Pascal Perrineau’ya göre; kurulduğu 1972 yılından beri “aşırı sağ” olarak nitelendirilen Ulusal Cephe, son dönemde ulaştığı yüksek oy oranlarının da gösterdiği üzere, klasik anlamda bir sağ partiye indirgenemeyecek kadar farklı kesimlerden destek bulmayı başarabilen ilginç ve istisnai bir siyasal harekettir. Nitekim 1974 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 190.000 oy ile başlayan Le Pen ailesi (babası Jean-Marie Le Pen ve sonrasına Marine Le Pen) ve Ulusal Cephe’nin istikrarlı yükselişi ve iktidar arayışı, 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 6,5 milyon oya ulaşmış ve şimdilerde çok daha yüksek oy oranlarına ulaşma beklentisi içerisindedir. Bunun en önemli sebebi; Perrineau’ya göre, geçen yıllar ve değişen jenerasyonlar nedeniyle Fransız siyasetinde farklı kimlik mutasyonlarının ortaya çıkmasıdır. Nitekim 2014 yılı Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki oy verme davranışları incelendiğinde; Fransa Genel Çalışma Konfederasyonu’nun (CGT) üyelerinin yüzde 22’sinin Le Pen’in partisine oy verdiği görülmektedir. Bu oran, Fransız Demokratik Emek Konfederasyonu (CFDT) için yüzde 17 ve İşçi Cephesi (FO) için de yüzde 33 gibi yüksek seviyelerde olmuştur. Yani Le Pen’e verilen desteğin önemli bir bölümü işçi-emekçi sınıflardan gelmektedir. Zaten 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de, Le Pen’e oy verenlerin dörtte birinden fazlası ebeveynleri “solcu” olan ailelerden gelmekteydi. Hatta bu seçmenler arasında yüzde 10 civarında bir grup, kendilerini halen daha “solcu” olarak tanımlamaktaydı. Şimdilerde de, Fransa’da yüzde 13 civarında sol seçmen, kendilerini Ulusal Cephe ve Le Pen’in programına yakın hissetmektedir. Hatta 2012 seçimlerinde François Hollande’a oy veren yüzde 10 civarında seçmen, bu seçimde Le Pen’e oy vereceklerini belirtmektedir. Bu da, sol ve Le Pen’in aşırı sağ çizgisi arasında garip bir geçişkenlik olduğunun kanıtı olarak düşünülebilir.

Ancak Perrineau’ya göre, atipik olan bu durumu çalışmak konusunda Fransız sosyal bilimcileri bugüne kadar büyük bir istek içerisinde olmamışlardır. Aslında geçmişte faşist ve komünist hareketlerin benzer noktaları konusunda çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Özellikle Philippe Burrin’in imzası olan bu gibi çalışmalarda, ilk olarak her iki hareketin de popülist kitle hareketleri olduğuna dikkat çekilmiştir. Ayrıca her iki hareketin de ütopik ve rasyonel olmayan hedeflerinin bulunması dikkate değer bir ortak nokta olarak öne çıkarılmıştır. Üçüncüsü, her iki hareketin de parlamentarizm ve liberal demokrasiye düşman olmaları da ortak bir değerleri olarak göze çarpmaktadır. Perrineau, bu üç argümana ek olarak, “la passion volontariste” (istençli ihtiras, tutku) olgusunu da sol ve faşist hareketlerin ortak bir noktası olarak belirtmektedir. Şöyle ki, her iki hareketin mensupları da, daha iyi bir dünya yaratmak için tutkuyla hareket etmek ve radikal şeyler yapmaktan korkmamaktadır. 1950’ler ve 1960’lardaysa, Hannah Arendt, Carl Friedrich, Zbigniew Brzezinski ve Raymond Aron gibi düşünürlerin çalışmalarında, sosyalist ve faşist hareketlerin totaliterlik bağlamında ortak noktalarının vurgulanmaya başlandığı gözlemlenmiştir. Fransız filozof Jean-Pierre Faye’ın çalışmalarında da, 1930’larda Weimar Cumhuriyeti’nin çöktüğü ortamda sosyalist ve faşist hareketlerin nasıl ortak bir dil kullanarak liberal demokratik sistem ve değerleri çökerttikleri vurgulanmıştır. Günümüzde ise, Terra Nova’nın bir raporunda da belirtildiği üzere, sol siyasetin tarihsel sınıf siyasetini canlandırması ve sınıfsal koalisyonunu restore etmesi zordur. Günümüzde, sol siyaset, daha çok gençler, iyi eğitimliler, azınlıklar, kadınlar ve Katolik olmayanlara hitap eden ve liberal (özgürlükçü) politik ve sosyokültürel değerlerin korunması işlevini gören bir ideoloji haline gelmiştir.  

İşte böyle bir ortam içerisinde, sol-Lepencilik kavramının ve olgusunun ortaya çıkışı tesadüfi değildir. Perrineau, sol-Lepencilik kavramını üç farklı bağlamda incelemektedir. İlki, sol görüşlü ve işçi sınıfına mensup bir aileden gelip, günümüzde Le Pen hareketine ilgi duyan kesimlerin sahiplendiği sol-Lepencilik olgusudur. İkincisi, sol görüşlü olmaya devam edip, çeşitli siyasi veya ekonomik sebeplerle Marine Le Pen’e oy vermeyi daha doğru bulan sol-Lepencilerdir. Üçüncüsü ise, ilk turda Le Pen seçmeni olup, ikinci turda çeşitli sebeplerle merkez sağ yerine sola oy vermeyi tercih edebilecek olan seçmen kitlesidir. Ebeveynlerinin siyasi konumlarına göre Le Pen seçmenleri incelendiğinde, yüzde 38’inin sağ ve yüzde 27’sinin sol görüşlü ailelerden geldiği görülmektedir. Bunların dışında, yüzde 17 civarında Le Pen seçmeninin ebeveynleri kendilerini ne sağcı, ne de solcu olarak tanımlamaktadır. Yüzde 18’i ise farklı siyasal geleneklerden gelmektedir. Dolayısıyla, Le Pen hareketi içerisinde neredeyse sağ oylara yakın oranda soldan gelen seçmen kitlesi bulunmaktadır. Güncel anketlere bakıldığında ise, Le Pen seçmenlerinin yüzde 64’ünün kendilerini “sağcı” olarak tanımladığı ve kendilerini “solcu” olarak değerlendirenlerin yüzde 10 civarında kaldığı görülmektedir. Le Pen’in, kendilerini merkezde tanımlayan yüzde 24 civarında bir diğer seçmen kitlesi de mevcuttur. Dolayısıyla, aşırı sağ olarak tanımlanan Marine Le Pen, aslında merkez ve merkez sağ tabana fazlasıyla oturmuş, hatta sol kesimde bile sempatizan yaratmayı başarmıştır. Le Pen seçmenlerinin 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turundaki oy verme davranışı incelendiğinde ise, yüzde 57’sinin merkez sağ aday Nicolas Sarkozy’e yöneldiği, yüzde 17’sinin merkez solcu aday François Hollande’a oy verdiği ve yüzde 26’sının seçime katılmadığı görülmektedir. Marine Le Pen’e oy veren seçmen kitlesi üzerinde yapılan çalışmalar incelendiğinde, Le Pen’in yüzde 54 oranıyla erkeklerden daha fazla destek aldığı ve yaş grupları açısından da en büyük desteği 35-49 yaş grubundan (yüzde 31) aldığı görülmektedir. Bu yaş grubunun aktif çalışan kesimler olduğu düşünülürse, Le Pen’in Fransız orta ve orta alt sınıfında çok popüler olduğu tespitini yapmak mümkündür. Le Pen’e desteğin en düşük olduğu grup ise (yüzde 11), Fransa’da sol kültürün çok baskın olduğu 18-24 yaş grubudur. Ayrıca Le Pen seçmenlerinin eğitim düzeyi de ortalamadır. Le Pen, bacalaureat ve üzerinde derecesi olan gruplardan yalnızca 26 desteğe sahipken, bunun altı nüfustan yüzde 74 desteği vardır. Dolayısıyla, Le Pen’in, daha az eğitimli çalışan orta yaş grubundan çok oy aldığı söylenebilir. Mesleki açıdan bir tasnif yapıldığınsa ise, Marine Le Pen’in en çok işçilerden ve maaşlı çalışanlardan (yüzde 57) oy aldığı, seçmenlerinin yüzde 29’unun ise serbest meslek sahipleri olduğu görülmektedir. Le Pen seçmenleri arasında yüzde 14 civarında da işsiz veya çalışmayan kesim mevcuttur. Dini açıdan bir değerlendirme yapıldığında, Le Pen’in şaşılacak bir şekilde en çok dini pratiği olmayan Katoliklerden (yüzde 37) ve aynı oranda (yüzde 37) dinsizlerden oy aldığı görülmektedir. Le Pen’in dindar Katolik desteği yüzde 21, farklı dinlere mensup seçmen kitlesi ise yüzde 4 civarındadır. Le Pen’in seçmenleri yerleşim yerleri açısından incelendiğindeyse, en çok kırsal bölgeler (yüzde 32) ve büyük yerleşimlerden (100.000 nüfus ve üzeri) (yüzde 33) oy aldığı görülmektedir. Dolayısıyla, Le Pen’in hem kırsal, hem de şehirlerden oy alabildiği söylenebilir.

Pascal Perrineau’nun çalışmasının da gösterdiği üzere, Marine Le Pen ve partisinin son yıllarda gerçekleştirdiği siyasal çıkış, Fransa’daki geleneksel merkez sağ ve merkez sol siyasetin krizde olduğunu ispatlamaktadır. Bunun temel sebepleri, sağ siyasetin yolsuzluk, sol siyasetin de pasiflik ile özdeşleşmiş olmasıdır. Böyle bir ortamda, Marine Le Pen’e karşı en iyi ilaç, merkezde Emmanuel Macron’un oluşturmaya çalıştığı yeni siyaset tarzıdır. Ancak Macron’un parti desteğinin olmaması büyük bir dezavantajdır. Son olarak, Perrineau’nun 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Marine Le Pen’in kazanmasının imkânsız olmadığını iddia ettiğini söylemekte de fayda var.[5]

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Kavram hakkında bilgiler için; https://fr.wikipedia.org/wiki/Gaucho-lep%C3%A9nisme.

21 Mart 2017 Salı

2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Öncesinde Favori Adayların Televizyon Tartışması


2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde adayların yarışı gün geçtikçe kızışıyor… Nitekim geçtiğimiz gün TF1 televizyonunda bir canlı yayın tartışması için bir araya gelen 5 favori aday (Jean-Luc Mélenchon, Benoit Hamon, Emmanuel Macron, François Fillon, Marine Le Pen), görüşlerini, siyasal programlarını ve diğer adaylara yönelik eleştirilerini izleyicilerle ve Fransız halkıyla paylaşma fırsatı buldular. Bu yazıda, programda adayların en önemli konu başlıkları hakkında söylediklerinin genel özeti verilecektir.

Program kaydı

Neden Cumhurbaşkanı Olmak İstiyorlar?
Programda “Neden Cumhurbaşkanı olmak istiyorsunuz?” sorusuna yanıt verilen ilk turda sözü alan ilk aday olan merkez sağ Cumhuriyetçiler Partisi’nin (LR) adayı François Fillon, kendisinin ulusal toparlanma için aday olduğunu belirtmiş ve Fransız halkının hayatından bürokratik engelleri çıkarmak istediğini söylemiştir. Fillon, ayrıca Fransa’yı en geç 10 yıl içerisinde Avrupa’nın en büyük gücü haline getirecek bir yola sokacağını iddia etmiş ve Fransız halkını iç ve dış tehditlerden koruyacağını söylemiştir. Dış tehditler olarak Çin’in ekonomik hâkimiyetini ve İslamcı totaliter düşüncenin birçok coğrafyada yayılmasını örnek olarak veren Fillon, Fransa’nın iç güvenlik konusunda son dönemde yaşadığı sıkıntılara (terör olayları) da dikkat çekmiştir. Bu sorunlarla mücadele etmek için bir projesi olduğunu açıklayan Fillon, bunu Fransız halkı ve sivil toplumla birlikte gerçekleştireceğinin altını çizmiştir.

İlk turda ikinci söz alan kişi ise Fransız Komünist Partisi’nin adayı Jean-Luc Mélenchon olmuştur. Seçilirse 5. Cumhuriyet’in son Cumhurbaşkanı olacağını belirterek söze başlayan Mélenchon, Cumhurbaşkanı olursa Başkanlık monarşisine son vereceğini ve yeni bir anayasa hazırlatmak için çalışmalara başlayacağını söylemiştir. Ekolojist bir Cumhurbaşkanı olacağını ve nükleer enerjiye son vererek tamamen yenilenebilir enerjiye dayalı yeni bir enerji politikası oluşturacağını da söyleyen Mélenchon, Fransa gibi zengin bir ülkede birçok sıkıntı çeken yoksul kesimleri destekleyecek sosyal bir Başkan olacağını da sözlerine eklemektedir. Fransa’da servet paylaşımının çok bozuk olduğuna dikkat çeken Mélenchon, ayrıca Fransa’yı Avrupa ve dünyada barış isteyen bir ülke olarak öne çıkarmayı da vaat etmiştir. Bunun için Fransa’yı NATO’dan çıkarmayı öneren Mélenchon, hazırladığı program doğrultusunda tüm bunları yapabileceğini iddia etmektedir.

İlk turda üçüncü söz alan kişi PS’den (Fransız Sosyalist Partisi) ayrılarak liberal (merkez) çizgide yeni bir siyasi hareket (En Marche!) başlatan Ekonomi eski Bakanı Emmanuel Macron olmuştur. Macron, diğer adayların aksine siyasal bir kariyerden gelmediğini ve uzun süre bankerlik yaptıktan sonra ülkesine hizmet etmek amacıyla siyasete girdiğini belirtmektedir. Macron, siyasete girdikten sonra ülkesindeki sorunları tespit ettiğini ve bu nedenle hükümetten ayrılarak yeni bir hareket başlattığını ve Cumhurbaşkanlığına aday olduğunu söylemektedir. Fransa’nın cihatçı totaliter İslam karşısında son dönemde büyük bir tehlike altında olduğunu belirten Macron, Fransa’daki yerleşik siyasal partiler ve adayların bu sorunları yaratan kişiler olduğunu iddia etmekte ve bu nedenle yeni bir aday olarak kendisine oy istemektedir. Yeni yüzler ve projelerle Fransız siyasetine değişim vaat eden Macron, siyasi projesinin adil, tesirli ve herkese umut veren bir yapıda olduğunu iddia etmektedir.

İlk turda dördüncü söz alan kişi ise Ulusal Cephe (FN) lideri Marine Le Pen olmuştur. Kendisinin Fransa Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olmak istediğini söyleyen Le Pen, Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Başkan Yardımcısı ve Avrupa Birliği’nin sıradan bir ülkesinin vatandaşı olmak istediğini de sözlerine eklemektedir. Cumhurbaşkanı seçilirse, Fransız anayasasının 5. maddesi uyarınca Fransa’nın ulusal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumayı kendisine ilke edineceğini söyleyen Le Pen, bu sayede Fransızların kendileri adına karar alabilecek hale geleceklerini iddia etmektedir. Fransa’nın kendi kimliğini, değerlerini ve geleneklerini koruma ve üreticilerini kollama hakkına sahip olmasını gerektiğini de belirten Le Pen, bu doğrultuda hiçbir ulusüstü yapıya (AB’yi kastediyor) bağımlı olmamaları gerektiğini savunmaktadır. Fransız halkının da, buna benzer şekilde, büyük sermaye gruplarının ya da başka ülkelerin ve siyasi birliklerin değil, sadece kendi çıkarlarını savunmaya hakları olduğunu belirten Marine Le Pen, İslamcı radikallerin Fransa için büyük bir tehdit haline geldiğini de sözlerine eklemekte ve bu gruplarla mücadele için sert tedbirler önermektedir.

İlk turda son konuşan kişi ise PS adayı Benoit Hamon olmuştur. Hamon, asıl meselenin kendisinin nasıl bir Cumhurbaşkanı olmak istediği değil, Fransız halkının nasıl bir toplum olmak istediğiyle alakalı olduğunu belirterek sözlerine başlamaktadır. Bu doğrultuda, seçim sonucunda Fransız halkının demokrasi ile otoriterlik ve barışçıl dayanışma ile milliyetçi rekabet gibi değerler arasında bir seçim yapacağını belirten Hamon, seçmenlere kendisinin namuslu ve dürüst bir Cumhurbaşkanı olacağını vaat etmekte ve işsizlik ve ekonomik eşitsizlerle mücadele sözü vermektedir. Fransız halkı için sayfayı çevirip yeni projeler ortaya koyacağını belirten Hamon, arzu edilir bir gelecek yaratacağı sözünü vermekte ve sözlerini böyle tamamlamaktadır.

Fransa İçin Nasıl Güvenlik Önlemleri Planlıyorsunuz?
İkinci turdaki “eğitim politikası” tartışmasının ardından üçüncü turda “Fransa için nasıl güvenlik önlemleri planlıyorsunuz?” sorusuna yanıt veren adaylar arasında sözü alan ilk kişi Marine Le Pen olmuş ve Le Pen, Fransız polisinin bugün terör tehditleri karşısında çaresiz kaldığına dikkat çekerek, polisin ve jandarmanın hem silah anlamında, hem de psikolojik olarak güçlendirilmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Le Pen, Fransa’da bazı Bakanların polisler aleyhine açıklamalar yaptığına da dikkat çekmiş ve Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın bu konuda yetersiz kaldığını belirtmiştir. Suçla mücadele için ceza yasalarını ağırlaştırmayı, yeni hapishaneler yapılmasını ve yeni polis alımlarını öneren Le Pen, aşırı sağcı bir politikacı olarak bu noktada daha sert tedbirler önermesiyle dikkat çekmektedir.

İkinci sırada sözü alan François Fillon, Fransa’nın tüm komşularından daha fazla sayıda (yaklaşık 6 milyon) memur istihdam ettiğini belirtmekte ve ülkenin hâlihazırda borçlu durumda olduğuna vurgu yapmaktadır. Fillon, Le Pen’in önerilerinin bu nedenle gerçekleştirilebilir olmadığını söylemekte ve Fransa’da son günlerde artan şiddet olaylarından bazı örnekler vermektedir. Bununla mücadele için öncelikle polis güçlerine yönelik toplumdaki saygıyı arttırmak gerektiğini söyleyen Fillon, ayrıca Le Pen’e benzer ama daha mutedil düzeyde ceza yasalarını ağırlaştırmayı ve hapishane kapasitelerinin arttırılmasını önermektedir.  

Üçüncü sırada sözü alan Benoit Hamon, polislerin stres ve benzeri sorunlar nedeniyle zor koşullar altında çalıştıklarına dikkat çekmekte ve polisle halk arasında bazı bölgelerde yaşanan sorunları örnek göstererek, her iki tarafın da birbirine saygı gösteren bir seviyeye getirilmesini savunmaktadır.

Bu turda dördüncü konuşan kişi olan Jean-Luc Mélenchon, sosyalist dünya görüşüne uygun olarak, polislerin korunması kadar, polisten korkar hale gelen vatandaşların bir bölümünün de korunması gerektiğine vurgu yapmakta ve bu konudaki kutuplaşmanın sona erdirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Polislerin günlük hayatı zorlaştıran kontrol tedbirlerinin de azaltılması gerektiğini belirten Mélenchon, bu konuda Cumhuriyetçi bir bakış açısına sahip olmaları gerektiğini söylemektedir.

Bu turun son konuşmacısı olan Emmanuel Macron, Fransa’da güvenlik sorunları ve şiddet olgusunun gerçekten var olduğunu belirtmekte ve bu sorunlarla mücadele için sıfır tolerans politikası uygulayacağını söyleyerek sözlerine devam etmektedir. Ayrıca suçla ve terörle mücadele konusunda yeni polis alımları öneren Macron, bu konuda hukuk devletinin sınırları içerisinde bir mücadele programı önermektedir.

Göç Konusunda Ne Yapacaksınız?
Sonraki turda gündeme getirilen “Göç konusunda ne yapacaksınız?” sorusuna ilk yanıt veren Cumhurbaşkanı adayı olan Emmanuel Macron, bu konuda gerçekçi (realist) ama sorumluluk sahibi davranmalarını gerektiğini belirterek sözlerine başlamaktadır. Fransa ve Avrupa açısından asıl sorunun göç değil, yasadışı (illegal) göç olduğunu belirten Macron, iltica konusunda uzun sürelere yayılan bekletme sürelerinin insanlık dışı bir uygulama olduğunu belirtmekte ve bu konuda AB’nin daha koordineli hareket etmesi gerektiğine işaret etmektedir.

François Fillon, göç konusunda kota uygulaması önermekte ve Fransa’nın mevcut ekonomik koşullar içerisinde göç konusunda olabildiğince sıkı durması gerektiğini belirtmektedir. Kotanın demokratik bir yöntem olduğunu ve bu sayede Fransız Parlamentosu’nun her sene kaç kişiye iltica hakkı tanınabileceğine dair karar alabileceğini belirten Fillon, bunun devlete bu konuda güç kazandıracağını söylemektedir.

Benoit Hamon, bu konunun Fransa’da yıllardır konuşulduğunu ve siyasete malzeme yapıldığını hatırlatmakta, ancak şimdilerde, bu meselenin Irak ve Suriye’deki çatışma ortamlarından kaynaklanan yoğun göç nedeniyle daha önemli hale geldiğini vurgulamaktadır. Fransa’nın bu konuda Almanya kadar konuksever bir ülke olmadığını rakamlarla vurgulayan Hamon, bu konunun insani ve demokratik değerler bağlamında tartışılması gerektiğini söylemektedir.

Sosyalist aday Jean-Luc Mélenchon, yasadışı göçün bir tercih değil, bir zorunluluk olduğuna dikkat çekmekte ve bu konunun böyle tartışılması gerektiğini söylemektedir. Bu konuda Fransızların empati yapmasını ve aynı durumda kendilerinin olması durumunda onlara nasıl davranılmasını istediklerini düşünmelerini isteyen Mélenchon, ilerleyen yıllarda “iklim değişikliği” ve savaşlar nedeniyle yeni göç dalgalarının da yaşanabileceğini vurgulamakta ve bu nedenle göç bölgelerindeki savaşların durdurulmasını önermektedir.

Bu konudaki son konuşmacı olan Marine Le Pen ise, yasal veya yasadışı her türlü göçü tamamen durdurmak istediğini belirterek söze başlamakta ve Fransa’ya her yıl 200.000 civarında göçmenin giriş yaptığına dikkat çekerek, öncelikle ülkenin sınırlarının korunmasının gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Fransa’nın 7 milyon işsiz, 9 milyon fakir vatandaşı olduğunu hatırlatan Le Pen, Fransa’nın enerjisini kendi vatandaşları için harcaması gerektiğini vurgulamaktadır.

Laiklik Hakkında Ne Düşünüyorsunuz?
Emmanuel Macron, laiklik konusunda anayasanın işaret ettiği çizgide olduğunu belirtmekte ve laikliğin insanların inanç veya inançsızlık haklarını garanti altına aldığını söylemektedir. Laikliğin aynı zamanda her dine eşit mesafede durmak olduğunu söyleyen Macron, buna karşın, her dinin mensubunun Cumhuriyet’in yasalarına saygı duymak zorunda olduğunu da sözlerine eklemektedir. Bu konuyu kamu düzeni bağlamında değerlendirdiğini belirten Macron, ilerleyen dakikalarda kendisini eleştiren Marine Le Pen’e de bu konuda sert bir cevap vermekte ve Fransız Müslümanlarının Le Pen tarzı politikalarla devletle karşı karşıya getirildiğini söylemektedir.

Jean-Luc Mélenchon, laikliğin Kilise ve devletin ayrılması anlamına geldiğini ve inanç hürriyetinin de bu kapsamda olduğunu söylemektedir. Fransız halkının yüzde 60’ının herhangi bir dini inancı pratik etmediğini hatırlatan Mélenchon, Fransa’daki laiklik geleneğinin gücüne dikkat çekmektedir.

Benoit Hamon, bu konuda 1905 tarihli yasaya gönülden bağlı olduğunu ve bu yasanın Fransa’daki laikliğin sınırlarını çizdiğini belirtmektedir. Hamon, kendisi de bu doğrultuda politikalar önereceğini söylemektedir.

Marine Le Pen, Fransa’da 100 yılı aşkın bir süredir laiklik konusunda ciddi bir muhalefetin gelişmediğini belirtmekte, buna karşın son yıllarda Fransa’da artan İslamcı hareketlere dikkat çekerek, laikliğin tehdit altında olduğunu iddia etmektedir. Laikliği korumak için cemaatçi düşüncelerle mücadele edilmesi gerektiğini savunan Le Pen, diğer adayların bu konudaki tehditleri görmezden geldiğini, oysa birkaç yıl öncesine kadar Fransa’da burkini ile denize girilmesi gibi bir konunun olmadığını söylemektedir. Ayrıca, Le Pen, başörtüsü veya türbanın kadının toplumsal olarak ikincil konumunu kabul etmesi olduğunu da iddia etmektedir.

François Fillon ise, laiklik konusundaki asıl tartışmanın Müslümanları Fransız siyasal sistemine entegre etmek olduğunu vurgulamakta ve bunun için Müslümanların damgalanmaması gerektiğini belirtmektedir. Bu konuda Fransız Müslümanlarına da sorumluluk düştüğünü belirten Fillon, bu nedenle camilerin ve Müslüman grupların dışarıdan finansmanının önlenmesi ve imamların denetim altına alınması gibi uygulamalar önermektedir.

Nasıl Bir Ekonomi Politikası Uygulayacaksınız?
İlerleyen turlarda, en önemli konulardan olan ekonomi politikasına geçilmiştir. Bu konuda ilk sözü alan François Fillon, Fransa’da 25 senedir işsizlik konusunda olumsuz bir gidişatın olduğunu vurgulamakta ve bu konunun Avrupa’ya özgü bir sorun olmadığını, çünkü birçok Avrupa ülkesinin işsizlik sorunu yaşamadığını belirtmektedir. Çalışma saatleri ve ücretleri konusunda şirketlere daha büyük özerklik ve pazarlık hakkı tanımak istediğini belirten Fillon, 35 saatlik çalışma süresini de savunmakta ve Fransa’daki çalışma saatlerinin gelişmiş ülkelerden daha az olduğunu iddia etmektedir.

İkinci sırada söz alan Emmanuel Macron, iddialı olduğu bu alanda vergileri aşağı çekmekten söz etmekte ve iş yasası ve düzenlemeler konusunda işyerlerine daha büyük özerklik ve özgürlük vaat etmektedir. Bu yönüyle, Macron ve Fillon, iş dünyasına yakın adaylar olarak öne çıkmaktadırlar.

Üçüncü konuşmacı olan Benoit Hamon, kendisinin iş dünyasından çok emek dünyasının temsilcisi olduğunu vurgulamakta ve herkese temel gelir uygulamasını önermektedir.

Dördüncü sırada söz alan sosyalist aday Jean-Luc Mélenchon, ekonomide yatırımları arttırmayı ve işsizliği azaltmayı önermekte ve 35 saatlik çalışma saatlerini de düşürmeyi vaat etmektedir.

Son konuşmacı olan Marine Le Pen ise, ekonomide korumacılık ve bir nevi “ekonomik yurtseverlik” önermekte ve ultra-liberalizm döneminin sonuna gelindiğini ve bu politikaların geçen yıllar içerisinde Fransa’nın tarım sektörü ve diğer endüstrilerini mahvettiğini iddia etmektedir. Macron ve Fillon’un liberal programlarını eleştiren Le Pen, devletin Fransız şirketlerini koruması ve yabancı şirketleri arka planda tutmasını önermektedir. Le Pen, bu doğrultuda avro bölgesinden ve hatta AB’den çıkışı da önermektedir.

Dış Politika
En önemli konulardan olan dış politika konusunda ilk sözü alan Benoit Hamon, Fransız Ordusu’nun uluslararası hukuka uygun şekilde Afrika ülkelerine müdahale etmeye devam edebileceğini belirtmekte ve AB’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki tek üye ülkesi olarak bu konuda büyük sorumlulukları olduğunu söylemektedir. ABD’nin Donald Trump’la birlikte Avrupa’nın korunması konusunda daha az para ve çaba harcayacak olmasının daha güçlü bir Avrupa güvenlik sistemi yaratmak ihtiyacı anlamına geleceğini belirten Hamon, Fransa’nın askeri alanda en güçlü ve kapsamlı Avrupa gücü olduğunu iddia etmektedir.

Marine Le Pen, askeri alanda Fransa’nın NATO’dan çıkarak tamamen bağımsız bir ülke olması gerektiğini belirtmekte ve Fransız askerlerinin Irak Savaşı gibi kendileriyle alakalı olmayan savaşlarda kullanılmasına şiddetle karşı çıkmaktadır. Askeri alanda AB ile alakalı politikaları eleştiren Le Pen, güvenliğin en önemli özgürlük meselesi olduğunun da altını çizmektedir. Ayrıca Le Pen, AB üyeliğini referanduma götürme sözü de vermektedir.

Jean-Luc Mélenchon, Le Pen’e benzer şekilde NATO’dan çıkılmasını önermekte ve kendisinin “barış” Cumhurbaşkanı olacağını söylemektedir. Atlantik’ten Ural’lara kadar sınırların büyük bir uluslararası konferansta tartışılması ve meselelere barışçıl çözüm yolları bulunması gerektiğini belirten Mélenchon, Fransa’nın Atlantikçi güvenlik ekseninden çıkıp, kendisinin başını çekeceği bağımsız ve -Batıcı değil- evrensel bir güvenlik sistemi kurması gerektiğini iddia etmektedir.  

François Fillon, Rusya ve lideri Vladimir Putin’e yakın bir duruş sergilemekte ve François Hollande döneminde Suriye’de IŞİD’in gelişmesi ve IŞİD’le mücadele konusunda iplerin Rusya ve İran’a kaptırılmasını bir başarısızlık olarak yorumlamaktadır. Fransa ve Batılı ülkelerin Suriye iç savaşı süresince hatalı bir şekilde “ılımlı” olarak gördükleri radikal İslamcı teröristlere destek verir duruma geldiklerini belirten Fillon, yeni dönemde “İslamcı terörizm” adını verdiği tehlikeyle mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Bu konudaki son konuşmacı Emmanuel Macron ise, kendisinin Avrupa ittifakına bağlı ve sorumlu bir aday olduğuna dikkat çekmekte ve Fransız halkının bağımsızlığını ve güvenliğini sağlayacağını iddia etmektedir. ABD ile Fransa’nın müttefikliğine ve bu ittifakın başarısına dikkat çeken Macron, Le Pen ve Fillon’ın aksine Vladimir Putin’in yönettiği Rusya ile yakınlaşmak istemediğini vurgulamaktadır. Bu anlamda, Macron, daha Atlantikçi ve AB’ci bir aday olarak öne çıkmaktadır.

Sonuç
Tartışma hakkında genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, anketlerde de görüldüğü üzere, Macron, Fillon ve Le Pen’in bu seçimde favori adaylar olarak öne çıktığı rahatlıkla söylenebilir. Fillon, anketlerde epey geride kalmasına karşın, bu tartışmada özgüveni ve konulara hâkimiyeti ile dikkat çekmiş ve bayağı başarılı bulunmuştur. Le Pen, popülizmi bir sanat haline getirmesi ve milliyetçi vurguları ile yine oldukça iyi puan toplamıştır. Günümüzdeki siyasi dengeler açısından en makbul aday olarak görülen Macron ise, keskin iddia ve yargılardan kaçınmış ve sorumlu ve güven veren bir aday olarak gözükmeye çalışmıştır. Ancak Macron’un henüz tecrübeli rakipleri Fillon ve Le Pen kadar rahat olmaması dikkat çekmiştir. Bu nedenle, bu seçimde bu üç aday arasında herşeyin yaşanması halen mümkün gözükmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ