5 Ocak 2017 Perşembe

Joseph Nye’dan ‘Will the Liberal Order Survive?’


1937 doğumlu Amerikalı ünlü Siyaset Bilimci ve Harvard Üniversitesi’ne bağlı John F. Kennedy School of Government Profesörü Joseph S. Nye[1], daha çok “soft power” (yumuşak güç) kavramıyla bilinse de, bu tezi ışığında dünya siyasetini inceleyen ve yorumlayan konuşma ve yazılarıyla son yıllarda haklı bir şöhret kazanmıştır. 2011 yılında Amerikan Foreign Policy dergisi tarafından dünyanın en etkili düşünürleri arasında gösterilen[2] Nye, aynı derginin 2014 yılı içerisinde uluslararası çaptaki akademisyen ve politika yapıcılarla yaptığı bir araştırma sonucunda ise, politika yapıcılar açısından dünyanın en etkili akademisyeni olarak lanse edilmiştir[3]. Bu yazıda, Nye’ın Foreign Affairs dergisinin son (Ocak-Şubat 2017) sayısında yayınlanan “Will the Liberal Order Survive? The History of an Idea” (Liberal Düzen Yaşayabilecek Mi? Bir Fikrin Tarihi)[4] adlı makalesi özetlenecektir.

Joseph Nye

Joseph Nye’a göre; ABD, 19. yüzyıldaki küresel güç dengesinde son derece kısıtlı bir rol oynamıştır. Hatta o dönemde bu ülkenin büyük bir ordusu bile yoktur; 1870’lere kadar, ABD Deniz Kuvvetleri, Şili Deniz Kuvvetleri’nden bile daha küçüktür. Her ne kadar ABD hükümeti ve Amerikan halkı Meksika ve Kızılderililerden alınan topraklar ve kaynaklar konusunda bir muhalefet geliştirmeseler de, ABD’nin Kuzey Amerika kıtası dışındaki uluslararası siyasete müdahalesi konusunda bu dönemde olumsuz bir pozisyon almışlardır. ABD’nin dünya ekonomisinde büyüyen payı ve yüzyılın sonunda gelişen emperyalizm düşüncesi neticesinde ise, zamanla ABD’nin ilgisi yurtdışına doğru kaymış ve bu durum, ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın ülkeyi Birinci Dünya Savaşı’na sokmasına neden olmuştur. Ancak Wilson’ın dünya siyasetine yön vermeye yönelik ihtiraslı hamlesi (Wilson Prensipleri) başarısız olunca, 1920’ler ve 1930’larda ABD’nin önceliği yine iç politika olmuştur.

Bu yıllarda, tüm dünyadaki muadilleri gibi, Amerikalı siyasetçilerin önceliği de Amerikan ulusal çıkarlarını savunmak olmuştur. Bu nedenle, Büyük Buhran dünya ekonomisini vurduğunda, Amerikalı siyasetçiler de öncelikle kendi ülke ekonomilerini krizden korumak için önlemler almaya çalışmışlardır. Birkaç yıl içerisinde Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde barışı tehdit eden diktatörlükler oluştuğunda ise, Avrupalı partnerleri (İngilizler) gibi, öncelikle yatıştırma (appeasement) politikalarını denemişlerdir. Bu yıllarda, ABD, aslında dünyanın en güçlü ekonomik ve askeri gücü haline gelmiş olmasına karşın, ABD’nin başını çektiği liberal bir düzen henüz kurulamamıştır. Bunun neticesi ise, W. H. Auden’ın “low dishonest decade” adını verdiği ekonomik buhran, tiranlık, savaşlar ve soykırımlarla dolu berbat bir on yıldır.

1940’larda ise, ABD, Mihver devletleriyle aktif olarak mücadeleye başlamış ve sonrasında yeni bir dünya düzeninin kurulmasına yönelik yapıcı adımlar atmıştır. Bu yıllarda, ABD, yalnızca ulusal ekonomik ve siyasal çıkarlar üzerinde durmak yerine, diğer ülkelerle karşılıklı işbirlikleri tesis ederek, tüm dünyada barış ve refah yaratacak politikalar üzerinde çalışmaya başlamıştır. Nitekim 1945 sonrasında kurulan yeni dünya düzeninde, ABD, serbest ticareti ve denizlere açıklık politikalarını desteklemiştir. Bretton Woods sisteminin unsurları, henüz daha savaş devam ederken kurulmuştur. Diğer ülkelerin bu düzen içerisinde ayakta kalmak için güçsüz ve fakir oldukları görülünce ise, ABD, Truman yönetimince geliştirilen bir politika doğrultusunda, onlara ekonomik yardımlar yapmaya ve güvenliklerini sağlamaya başlamıştır. 1946 yılında Birleşik Krallık’a yüklüce bir borç veren ABD, ayrıca Yunanistan ve Türkiye’deki Batı yanlısı hükümetleri desteklemiş ve 1948 yılında da Marshall Planı (Marshall Yardımı) ile savaşta yıkılan ülkeleri yeniden kalkındırmak için aktif desteğe başlamıştır. 1949 yılında NATO’yu kuran ABD, ayrıca 1950 yılında Kore’yi korumak için bir askeri koalisyon kurmuş ve 1960 yılında da Japonya’nın güvenliği için bu ülke ile bir güvenlik anlaşması imzalamıştır.

Bu girişimlerle, ABD, Sovyet Rusya etkisinin ve komünizmin dünyaya yayılmasını büyük ölçüde engellemiştir. George Kennan ve diğer birçoklarının da işaret ettiği gibi, savaş (İkinci Dünya Savaşı) sonrası dönemde dünyada 5 temel endüstriyel üretim merkezi oluşmuştur: ABD, Sovyetler Birliği, Birleşik Krallık, Kıta Avrupa’sı ve Kuzeydoğu Asya. Üçüncü Dünya Savaşı’nı önlemek için, ABD, Sovyetler Birliği’ni izole ederek, diğer üç bölge ile ilişkiler geliştirmeye gayret etmiştir. O tarihten beri, Amerikan askerleri de Avrupa, Asya ve daha birçok coğrafyada aktif olarak bulunmaktadır. Bu dönemden başlayarak, dünyada ekonomik, toplumsal ve çevreyle ilgili (ekolojik) bağımlılık da hızla artmıştır. 1970 yılına gelindiğinde, ekonomik küreselleşme, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başlamadan önceki seviyesine gelmeyi başarmıştır.  

Bu dönemde, ABD, genel anlamıyla serbest piyasa ekonomileri ve açık rejimleri desteklemesine karşın, düzeni korumak amacıyla sık sık diktatörlüklere de destek vermiş ve müttefiklerine kendi çıkarlarına uygun politikalar empoze edebilmiştir. Bu ilk on yıllarda, ABD, askeri açıdan hegemon konumuna da ulaşamamıştır; zira Sovyetler Birliği, askeri olarak ABD’yi dengeleyen bir diğer süper-güç durumundadır. Ayrıca en güçlü siyasal aktör olmasına karşın, ABD, Çin’in komünizme kaybedilmesini, Almanya’nın bölünmesini, Kore’deki beraberliği, Rusya’nın Sovyet bloğundaki isyanları güçle bastırmasını, Küba’daki komünist zaferi ve Vietnam’daki başarısızlığı önleyememiştir. Bu yıllarda, ABD’deki önemli bir tartışma konusu ise, zengin durumdaki ülkelerin güvenliği için kendilerinin para harcaması olmuştur. Bu konuda partiler arasında farklılıklar ve çeşitli mırıldanmalar ortaya çıksa da, 70 yıllık tecrübe sonucunda, 21. yüzyıl başlarında ABD'de liberal düzenin korunmasına yönelik genel bir uzlaşı oluşmuştur.

Günümüze kadar, bu düzen, hiçbir zaman ciddi anlamda sorgulanmamıştır. Ancak ABD’nin yeni Başkanı olan Donald Trump, bu liberal küresel düzeni sık sık eleştirmekte ve ABD’nin ulus-devletlerle yapacağı ikili anlaşmalara dayalı bir düzenden çok daha kârlı çıkacağını iddia etmektedir. Başka bazı uzmanlar ise, Asya’da oluşan Çin ve Hindistan gibi devasa ekonomiler nedeniyle, küresel anlamda bir güç dengesi döneminin hâlihazırda zaten başladığını ve eski düzenin devam edemeyeceğini belirtmektedirler. Birtakım diğer analistler ise, teknolojik, toplumsal ve siyasal gelişmeler nedeniyle, devlet-dışı aktörlerin çok güçlendiği yeni bir düzenin son yıllarda kurulmaya başlandığını iddia etmektedirler. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan liberal yeni dünya düzeni, ilk kez bu kadar ciddi şekilde eleştirilmektedir. Nye'a göre esas mesele ise şudur; bu düzen yaşayabilecek midir?

Kamu malları, herkese fayda sağlayan metalardır. Ulusal düzeyde, bunlar büyük ölçüde hükümetler tarafından karşılanır; insanlar ve mal-mülkleri için güvenlik, ekonomik altyapı ve temiz bir çevre bunlara örnek gösterilebilir. Uluslararası bir düzen ya da hükümetin yokluğunda, temiz çevre, küresel finansal istikrar, denizlerin ticarete açık olması gibi küresel düzeydeki unsurlar, en güçlü ülke tarafından kurulan koalisyonlar aracılığıyla sağlanır. Eğer en güçlü ülke bunları sağlayamazsa, bu gibi metalar üretilemez ve tüm devletler ve halklar kaybetmeye başlar.

Günümüzde, bazı düşünürler, küresel liberal düzene yönelik en büyük tehlikenin, her zaman bir süper-güce uygun sorumluluklar üstlenmeyen Çin’in hızlı yükselişinden kaynaklandığını iddia etmektedirler. Bu düşünürlere göre, Çin, ilerleyen yıllarda ekonomik ve siyasal olarak ABD’den daha güçlü hale gelirse, küresel liberal düzenin sorumluluklarını üstlenmeyecek ve bunların kendi çıkarları ile örtüşmediğini düşünecektir. Ancak Nye’a göre, bu görüş iki sebeple hatalıdır; ilk olarak, Çin’in ABD’yi kısa vadede geçmesi mümkün değildir, ikincisi de, Çin, sanılanın aksine, bu düzenin fayda ve öneminin farkındadır.

İlk gerekçeye bakılırsa, Nye’a göre, Çin, ABD’yi kısa vadede dünyanın yeni süper-gücü olarak geçemeyecektir. Güç, diğerlerinden istediğinizi alabilme/onlara istediğinizi yaptırabilme yetisini ifade eder ve çoğu zaman ödeme (para), güç kullanma ve cazibe gibi unsurları barındırır. Çin ekonomisi, son yıllarda hakikaten göz alıcı büyüme oranlarıyla ve çok hızlı bir şekilde gelişse de, halen ABD ekonomisinin yüzde 61’i dolaylarındadır ve büyüme hızı da yavaşlamaktadır. Ayrıca Çin, gelecek yıllarda ABD’yi ekonomik olarak geçse bile, bu durum, jeopolitik mücadelenin yalnızca bir ayağını oluşturacaktır. International Institute for Strategic Studies’in bir araştırmasına göre, ABD, askeri açıdan Çin’den halen 4 kat daha fazla para harcamaktadır ve bu ülkeye kıyasla askeri açıdan çok daha güçlüdür. Cazibe (yumuşak güç) açısından bakıldığında ise, Londra merkezli danışmanlık firması Portland’ın araştırmasına göre, ABD dünyada 1., Çin ise ancak 28. sıradadır. Çin, ilerleyen yıllarda ABD’yi yakalamak için hamleler yapacak olsa da, ABD de, kaliteli üniversiteleri, nüfus gücü, ucuz enerjiye erişimi ve ileri teknoloji firmaları sayesinde göreceli avantajını ve üstünlüğünü koruyacaktır.

İkinci gerekçeye geçersek, Çin, mevcut dünya düzeninden sanıldığından çok daha fazla fayda sağlamaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı olan 5 daimi üyeden biri olan Çin, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Uluslararası Para Fonu’na (İMF) da kabul edilmiş bir ülkedir. Yine Çin, BM Barış Gücü operasyonlarına en büyük maddi destek sağlayan ikinci ülke durumundadır ve daha şimdiden Ebola ve iklim değişikliği gibi konularda önemli sorumluluklar üstlenmiştir. Dolayısıyla, Çin, sanılanın aksine bu düzeni yıkmaya değil, bu düzen içerisinde daha fazla etki sahibi olmaya çalışmaktadır.

Nye'a göre, 21. yüzyıl ilerledikçe, bu düzende önemli değişiklikler de yaşanacaktır. Çin ve Hindistan gibi ülkeler büyümeye devam edecek, ABD’nin dünya ekonomisindeki payı da kesin olarak düşecektir. Ancak Çin de dâhil olmak üzere hiçbir ülke, ABD’nin yerine geçemeyecektir. Ayrıca, güç, devletlerden devlet-dışı aktörlere kaymaya doğru da devam edecektir. Enformatik Devrimi’nin doğal bir sonucu olarak, finansal istikrar, iklim değişikliği, terörizm, salgın hastalıklar ve sibergüvenlik gibi konular, devletlerin bu konularda yetersiz kalmaları neticesinde, tüm dünyanın ortak gündem maddeleri olacaktır. Bu karmaşıklık devam ettikçe, özel kuruluşlar, şirketler, sosyal hareketler ve terör örgütleri daha da güçleneceklerdir. Bu sayede, geleneksel bürokratik yapılar güç kaybedecek ve diğer aktörleri de dikkate almak zorunda kalacaklardır. Böyle bir ortamda, ABD, dünyadaki tek süper-güç olarak kalmaya devam etse bile, uluslararası sorumlulukları tek başına üstlenecek güçte olmayacaktır. Örneğin, finansal istikrarı ABD’nin tek başına sağlayabilmesi artık mümkün değildir. İklim değişikliği ve deniz seviyelerinin yükselmesi konusunda da, ABD, tek başına başarılı bir mücadele yürütemez. Sınırların kolaylıkla delindiği ve silahlardan teröristlere, uyuşturucudan salgın hastalıklara kadar herşeyin kolaylıkla yasadışı yollardan ülkelere sokulabildiği bir ortamda, devletlerin daha farklı yumuşak güç mekanizmaları ve ağlar kurarak, bu tehditlerle mücadele etmek için yeni kurumlar oluşturmaları şarttır.

Buna karşın, Washington, birçok unsuru halen daha kendi başına sağlayabilecek güce sahiptir. Denizlerin ticarete açık olması konusunda ABD Donanması, küresel finansal ekonomik istikrar açısından da Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) yapabileceği pek çok şey vardır. Ancak ABD’nin başarılı olabilmesi için, diğer ülkelerle işbirliği tesis etmesi şarttır. Bu bağlamda, artık dünya siyaseti artı toplamlı oyun (positive-sum game) haline gelmiştir ve sıfır toplamlı oyun (zero-sum game) değildir. Bu doğrultuda, diğer ülkelerle bağlantılı olmak çok önemli bir unsur haline gelmiştir. Lowy Institute’ün araştırmasına göre, dünyada en fazla Büyükelçilik, Konsolosluk ve Misyonu olan ülke ABD’dir. Ancak 21. yüzyılda küreselleşmeye ve açıklığa en büyük tehdit, sistemin dışından değil, içinden gelmektedir ve bu da popülizmdir.

ABD, dünya istikrarını sağlamak açısından en avantajlı ülke olmaya devam etse de, bunu yapmaktan vazgeçebilir. Nitekim Afganistan ve Irak savaşları sonrasında 2013 yılında yapılan bir araştırma göstermiştir ki, Amerikan halkının yüzde 52’si ABD’nin kendi sorunlarıyla ilgilenmesini ve dünyanın geri kalanına müdahil olmamasını istemektedir. 2016 ABD Başkanlık seçimleri de, küreselleşmeye yönelik olarak bu ülkede gelişen sağ popülizmin gücünü göstermiştir. Bu tepkiler, hem ekonomik, hem de kültürel düzeydedir. Uluslararası rekabet nedeniyle işlerini kaybetmiş işsiz veya dar gelirli Amerikalılar seçimde Donald Trump’ı desteklerken, diğer etnik grupların artan güçleri ve sayıları nedeniyle avantajlı sosyokültürel konumlarını kaybetmekten endişe eden beyaz erkekler de kültürel sebeplerle Trump seçmeni olmuşlardır. Nitekim ABD Nüfus Bürosu’na göre, 30 yıl içerisinde beyazlar ABD’de çoğunluk ırk olma özelliğini kaybedecektir. Bu durum, Trump’ın seçmenlerini etkileyen ve ırkçı argümanlara haklılık kazandıran bir endişe unsuru olmuştur.

Avrupa ve ABD’de yükselişe geçen popülist dalga, bir önceki yüzyılda küreselleşmeyi sonlandıran olaylara benzer şekilde, sarsıntılı yeni bir dönemi işaret etmektedir. Ancak koşullar oldukça farklı olduğu için, bu noktada iki tarihsel süreç arasında benzerlik kurmak sorunlu olabilir. Nitekim sarsıntılara karşın, önceki yüzyıldan farklı olarak, günümüzde yerel ve uluslararası düzeyde birçok önlem mekanizması ve tampon unsuru da vardır. Brexit ve Trump seçimi, bu popülist dalganın geçici olmadığını açıkça gösterse de, 1930’lar gibi dünya sisteminde ekonomik ve jeopolitik bir kaosu öngörmek henüz yersizdir. Ancak küreselleşmeyi savunan elitlerin, artık eşitsizlik konusuna daha fazla önem vermeleri zaruridir. Seçim kampanyası döneminde Trans Pasifik Ortaklığı ve TTIP gibi konularda eleştiriler gündeme gelse de, ABD'de, 1930’lar gibi bir içe kapanma (izolasyonizm) dönemi beklenmemektedir. Zira 2016 Haziran ayında Chicago Council on Global Affairs tarafından yapılan bir araştırma, Amerikalıların yüzde 65’inin küreselleşmenin kendi lehlerine olduğunu düşündüğünü göstermektedir. 2015 yılında yapılan bir Pew araştırması da, Amerikalıların yüzde 51’inin göç olgusunun ülkelerini güçlendirdiğini düşündüklerini ortaya koymaktadır.

ABD, dünyada düzeni sağlamak konusunda gücünü de henüz kaybetmemiştir. ABD, bugün savunma ve dış politikası için toplam bütçesinin yüzde 4’ünden daha azını harcamaktadır. Bu, ABD'nin Soğuk Savaş’ın en yüksek noktasında yaptığı harcamanın yarısı kadardır. ABD’nin kurduğu ittifaklar da, ekonomik açıdan sanıldığı kadar zararlı değildir. Örneğin, Amerikan askerlerinin Japonya’da bulunması, ABD içerisinde bulunmalarından daha az masraflıdır. Bunlar dışında, ABD’nin yakın geçmişteki askeri müdahalelerin yarattığı hoşnutsuzluk, ABD’nin dünya düzenini koruma konusunda daha fazla sorumluluk almasını engelleyen bir faktördür. Her ne kadar Ortadoğu gibi bölgelerde uzun yıllar sürecek karmaşa beklentisi olsa da, işgal politikalarının olumsuz tepkiler doğurduğu da düşünülerek, bu ülke tarafından ilerleyen yıllarda daha farklı yöntemler denenebilecektir.

Siyasi bölünmüşlük ve demagoji de, son yıllarda ABD’nin küresel sorumlulukları açısından önemli bir sorun haline gelmeye başlamıştır. ABD Senato’sunun son dönemde yasa yapmakta ve onaylamakta zorlanması, ülkedeki bölünmüş siyasi yapıyı açıkça gözler önüne sermektedir. Buna karşın, ABD, daha uzun yıllar dünyanın en güçlü askeri yapısı olarak kalacaktır. Yükselen Çin ve gücü azalan ve komşularını tehdit etmeye başlayan Rusya, aslında dünyada ABD’nin güçlü askeri varlığına duyulan ihtiyacı arttıran gelişmelerdir. Bu bağlamda, ABD’nin Asya ve Avrupa’daki askeri güvenlik anlaşmaları ilerleyen yıllarda daha da önemli hale gelecektir.

Son olarak, küreselleşmeyi sadece ekonomik anlaşmalarla sınırlamak da doğru bir yaklaşım değildir. Küreselleşme, ulus-aşan işbirlikleri tesis etmek ve herkesçe benimsenen kurallar koymaya dayalıdır. Bu doğrultuda, küresel anlamda liderlik, zorbalık ve diğerleri üstünde hâkimiyet kurmak demek değildir. Washington’ın küresel liderliği ve istikrar sağlayıcı rolü, ilerleyen yıllarda belki de hiç olmadığı kadar istenen ve gerekli bir unsur haline gelebilir. Amerikalılar ve diğer halklar, istikrar ve güvenliğin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu, belki de bunu kaybedince daha iyi anlayacaklardır; ama o zaman da çok geç olabilir…


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Web sitesi için; http://joenye.com/.
[2]  “The FP Top 100 Global Thinkers”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 05.01.2017, Erişim Adresi: http://foreignpolicy.com/2011/11/28/the-fp-top-100-global-thinkers-4/.
[3] “Who are the top international-relations specialists? Surprise! Scholars have a very different view than policymakers do”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 05.01.2017, Erişim Adresi: http://ricks.foreignpolicy.com/posts/2014/09/25/who_are_the_top_international_relations_specialists.

Hiç yorum yok: