29 Aralık 2016 Perşembe

UPA Yazarlarından 2017 Yılı Öngörüleri



Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: 2017 yılında dünya siyasetinde en önemli çatışma bölgeleri Suriye ve Irak olmaya devam edecektir. Yaz aylarında başlayan Musul Operasyonu sonucunda, ilginç bir şekilde, bugüne kadar birkaç mahalle ve bölge dışında beklenen ilerleme kaydedilememiş gibi gözüküyor. ABD’nin havadan bombardımanının IŞİD’e zarar vermekle birlikte örgütü tamamen yok edemediği, çünkü örgütün korku yöntemleriyle bölgede halk desteğini canlı tuttuğu görülüyor. Ayrıca Suriye Ordusu’nun yeniden ele geçirdiği Halep’ten yansıyan görüntüler, Irak’ta ve Suriye’de Sünni bölgelerinde yaşayan halkların IŞİD ve El Nusra gibi radikal örgütlere olan desteğini muhtemelen daha da arttıracaktır. Zira halklar, Şii milislerin desteklediği Suriye ve Irak Ordusu’nun girdiği bölgelerde katliam yapmasından korkmaktadırlar. Bu nedenle, IŞİD’in 2017 yılında da -güç kaybetmeye devam etmekle birlikte- tamamen yok edilemeyeceğini düşünüyorum. Irak ve Suriye’de bu örgütün kontrol ettiği topraklar küçülecek, ama büyük olasılıkla bu vahşet devleti sahada var olmaya devam edecektir.
Buna ek olarak, Türkiye’nin El Bab’a kadar uzanan Suriye’ye yönelik askeri operasyonunun 2017 yılı içerisinde daha da derinleşmesi beklenmelidir. Türkiye, burada IŞİD kadar PYD ve YPG gibi PKK’nın uzantısı ve terör örgütü olarak gördüğü Kürt gruplarını da hedef alacak ve güney sınırlarında bir Kürt yapılanmasına asla izin vermeyecektir. Kuzey Irak Kürtlerinin lideri olan Mesut Barzani’nin Türkiye yanlısı tavrı ve son olarak PKK’yı tehdit etmesi, Türkiye’nin elinin bu konuda güçlü olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, ABD’nin muhalefetine karşın, Türkiye-Rusya-İran-Suriye ve hatta Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin onayıyla, Suriye Kürtleri, ilerleyen aylarda büyük olasılıkla Fırat’ın doğusuna itilecek ve Türkiye sınırından da (Hatay’dan) uzaklaştırılacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, bu süreçte ağır kayıplar verilebilecek olmasına karşın, bunu başarabilecek gücü fazlasıyla vardır. Lakin Türkiye’nin iç istikrarı açısından bu durum birçok sorun yaratabilir. Ülke içerisinde terör eylemleri (bombalı saldırılar) ve siyasi cinayetler artabilir. Bu durum, Türkiye’de demokratik siyasal yaşama büyük zarar verecektir. Normalde, böyle bir ortamda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset sahnesine dönüşü beklenebilirdi; ancak 15 Temmuz kalkışması sonrasında bu durum Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konumunu kuvvetlendirip, Başkanlık sistemine geçişi kolaylaştırabilir. Şu an ülke içerisinde en güçlü ve kendinden emin gözüken siyasal aktör Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Dolayısıyla, kriz ortamı, ilginç bir şekilde Erdoğan’ın otoriter eğilimlerine daha da uygun bir ortam yaratabilir. Erdoğan, Türkiye halkına, krizin müsebbibi değil, mağduru olduğu imajını verebilecek yetenekte çok başarılı bir sağcı ve popülist politikacıdır. Bu yüzden, muhalefet partileri bu durumu iyi kullanamazlarsa, Erdoğan, sistemde daha da güçlenecektir. Hatta Türkiye, birkaç ay içerisinde bir referandumla Başkanlık sistemine geçebilir. Ancak referandumda Başkanlık sistemi reddedilirse, Erdoğan rejimi ve AKP hızlı bir çözülme sürecine de girebilir. Ayrıca referandumdan “evet” kararı çıksa bile, bu süreçte Türkiye’nin demokrasi kalitesinin düşmesi ve ekonomik ve siyasal istikrarının bozulması, seçmen nezdinde huzursuzluk ve dış politikada sorunlar yaratacaktır. Erdoğan’ın bu süreci yönetmesi her ihtimalde oldukça zor olacaktır. Erdoğan’ın en büyük şansı ise, partisine neredeyse tamamen hâkim olması ve muhalefet partilerinin de çok zayıf durumda olmalarıdır. Ayrıca Kürt siyasetine yönelik Türkiye’deki baskılar da muhtemelen artarak devam edecektir.
2017 yılının en dikkat çeken ismi kuşkusuz yeni ABD Başkanı Donald Trump olacaktır. Trump’ın Rusya, Suriye ve Çin’le ilişkiler konusunda nasıl adımlar atacağı, dünya kamuoyunda merakla beklenmektedir. Suriye konusunda Trump’ın söz verdiği şekilde parasını Körfez ülkelerine ödeteceği bir güvenli bölge oluşturması, Türkiye ve diğer ülkeler üzerindeki göç baskısını biraz olsun hafifletebilir. Ayrıca Trump’ın IŞİD’le mücadele konusunda ne gibi adımlar atacağı da önemlidir. ABD’nin bu konuda Rusya-İran-Suriye ekseni ile birebir aynı çizgide buluşması bence mümkün değildir. Rusya ile IŞİD’e karşı istihbarat paylaşımı sınırlı düzeyde yapılabilir; ancak ABD’nin, geleneksel Körfez ülkeleri ve Türkiye ile müttefiklik ilişkileri nedeniyle, dış politikasını tamamen değiştirmesi kolay bir şey değildir. Lakin Türk-Amerikan ilişkileri de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’ye yönelik “teröre destek” suçlamaları nedeniyle şu sıralar zor bir dönemden geçmektedir. Trump’ın ve kabinesinin bu sorunlara ne ölçüde merhem olabileceği 2017 yılında yavaş yavaş ortaya çıkacaktır. Gülen meselesi de bu bağlamda oldukça önemli bir konu olacaktır. Ayrıca Trump’ın Çin politikası da oldukça farklı ve sert olacak gibi gözükmektedir. Trump’ın kısa bir süre önce yaptığı Tayvan açılımı ve “tek Çin politikası”ndan vazgeçebileceğinden bahsetmesi, Pekin’de büyük endişelere yol açmıştır. ABD-Çin uyuşmazlığı, dünya ekonomik istikrarı açısından da olumsuz bir faktör olabilir. Dolayısıyla, Güney Çin Denizi’nde gergin günler 2017 yılı içerisinde mümkün olabilir ve ABD-Çin rekabeti Trump döneminde daha da kızışabilir.
Ukrayna ve Avrupa’daki gelişmeler de 2017 yılı içerisinde merak uyandıracaktır. Doğu Ukrayna’daki Rusya yanlıları ve karşıtları arasındaki çatışmalar, aralıklarla ve düşük düzeyde devam etmektedir. Burada henüz büyük bir kriz oluşmasa da, Ukrayna’daki aşırı sağ grupların ve Rusya yanlısı fanatiklerin karşı karşıya gelmesi durumunda, bu bölgede çatışmalar yeniden alevlenebilir. Şu an için Ukrayna’nın AB ya da NATO üyeliği bu yıl içerisinde mümkün gözükmemektedir. Ancak Moldova’daki gibi Rusya yanlısı güçlerin dönüşünü de beklememek gerekir. 2017 yılı içerisinde Avrupa’daki aşırı sağın yükselişine de dikkat etmek gerekmektedir. Bu yıl içerisinde Fransa’da yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri, adeta Avrupa Birliği’nin kaderini oylamak anlamına gelecektir. Marine Le Pen’in seçimi kazanması, AB projesinin tamamen çökmesine bile neden olabilir. Ancak merkez sağ aday François Fillon şu an için epey şanslı gözükmektedir. Bu sene içerisinde Almanya’da da bir erken seçim gerçekleşebilir ve CDU-SPD koalisyonunun bozulması durumunda, Almanya’da da istikrar bozulabilir. Özellikle bu ülkede aşırı sağcı AfD’nin yükselişi ve genel olarak tüm Avrupa’da artan ırkçı, İslamofobik ve göçmen karşıtı dalga, AB’yi temellerinden sarsmaktadır. AB’nin bu krizden çıkması için, merkez sol ve merkez sağ partilerin güçlenmesi şarttır. Brexit sonrasında Birleşik Krallık’ın atacağı adımlar da 2017 yılında merakla izlenecektir. Muhafazakâr Parti iktidarında Ortadoğu’ya geri dönmeye başlayan İngiltere, bu sürece hız vermekle birlikte, AB yanlısı grupların bu sürece verdikleri olumsuz tepkiler ve İskoçya’nın durumu da bu ülkede sorun yaratmaya devam edecektir.
Tabii ki, Kıbrıs konusuna olan özel ilgim nedeniyle bu alandaki gelişmeleri de yakından takip etmeye devam edeceğiz. Akıncı-Anastasiades ikilisinin yürüttüğü müzakerelerin, bu yıl içerisinde olumlu veya olumsuz ama mutlaka sonuçlanması beklenmelidir. Şu an için gözüken, adada bir anlaşma olması ihtimalinin hayli düşük olduğu gerçeğidir. Çünkü Kıbrıs Türk tarafı, azınlık grubu ve geçmişte zulüm görmüş bir halk olarak, bir miktar Türk askerinin adada kalması ve garantilerin bir şekilde devam etmesini isterken, Kıbrıslı Rumlar bu konularda müzakere yürütmek istememektedirler. Yine de, bu konuda ümitli olmak ve cesaretlerini kırmadan, kararı, Kıbrıs’ın iki halkına bırakmak gerekmektedir. Kıbrıs ve genel olarak Doğu Akdeniz’de gelişecek enerji politikaları da bu bağlamda önemli bir gündem maddesi olacaktır. İsrail-Filistin sorunu da, son BM Güvenlik Konseyi kararı ardından, 2017 yılında yeniden alevlenmeye müsait bir hal almıştır. Tüm bu bahsettiğim konular, kanımca 2017 yılında dünyada en çok dikkat çeken ve uluslararası basında en sık yer alan konular olacaktır. Tüm bu konuları en tarafsız ve doğru şekilde analiz eden yazarlarımızı takip etmek için UPA’yı dikkatle izlemenizi tavsiye ederim.



Yrd. Doç. Dr. Deniz Tansi: Türk Dış Politikası, sadece 2016’nın değil, genel olarak 2000’li yılların ağır mirasıyla 2017’ye giriyor… Bölgesel vesayet arayışlarının 1950’lerde Menderes-Bayar çizgisinde  “küçük Amerika”, 1980’lerde Özal çizgisinde “bölgesel süper güç” olarak adlandırıldığı yüzeyde, 2000’lerde “Yeni Osmanlı” başlığında değerlendirildiği bir zaman diliminde, 2017’ye girerken, adeta dış politikada bir tasfiye hali yaşıyoruz. Yeni Osmanlı, artık ülke içine doğru çekilen bir iç politika malzemesi haline gelirken, özellikle Suriye’de düğümlenen sorunlar da dikkat çekici bir riske dönüşmüştür. 2016  Ağustos’unda başlayan Fırat Kalkanı Harekatı, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, ancak hızlanan Rusya açılımı ile mümkün olabilmiştir. Ne var ki, El Bab’a dayanan harekâtta, Rusya’nın destek verdiği Esad güçleri Halep’i ele geçirmiş, Türkiye ise, 19 Aralık’ta Rus Büyükelçiye yapılan suikastın ardından, 20 Aralık’ta önceden planlanmış Moskova’daki Türkiye-Rusya-İran zirvesinin ardından yayınlanan deklarasyonda, Esad rejimini Suriye Arap Cumhuriyeti olarak, de facto şekilde tanımış ve seküler bir devlet olarak tescillemiştir. IŞİD ve El Nusra dışındaki örgütlerle müzakere kabul edilirken, Esad’ın bir sonraki adımı için de ister istemez yol açılmıştır. Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’ya Suriye-İran hattından nüfuz eden Rusya, 2017’de Esad’ın Lazkiye-Hatay arasındaki İdlib bölgesine yapılacak operasyona yeşil ışık yakma potansiyelini ortaya koymaktadır. Türkiye de, Fırat Kalkanı Harekâtı’nda destek verdiği ÖSO’nun İdlib bölgesine değil, PYD koridorunun Fırat’ın batısına yayıldığı Menbiç’i hedef olarak ilan etmiş; böylece harekât başta planlandığı stratejik hedefe yönelmiştir.
Türkiye-ABD ilişkileri, 2017’de yeni bir sayfa açılmasının işaretlerini vermektedir. Kasım 2016’da Başkan seçilen ve 20 Ocak 2017’de görevi devralacak Donald Trump, Rusya’ya daha yakın bir siyasetçi profili sergilemesine karşın, nükleer yarış başta olmak üzere ABD’nin küresel rekabette yeni boşluklar yaratmayacağının emarelerini de göstermiştir. 15 Temmuz kalkışmasının ağır hasar verdiği bir zeminde, FETÖ elebaşısı Fethullah Gülen’in ABD tarafından Türkiye’ye yeni dönemde iade edilip edilmeyeceği hala bilinmez bir çerçevede durmaktadır. PYD konusunda çelişen Türkiye-ABD çıkarları açısından, aslında sadece Esad değil, PYD de ciddi bir sorun yaratmaktadır. Musul harekâtı konusu ise hala bilinmezlerle doludur. IŞİD’le bu bölgede muharip güç olarak savaşmak, adeta tek başına Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sırtına yüklenmiş ve büyük güçler bu konuda somut adımlar atmaktan geri durmuşlardır.
Genelde son yıllarda Ortadoğu odaklı olarak ele alınan Türk Dış Politikası, 2017 Kıbrıs müzakereleri ve olası referandum için birtakım gelişmeler ve spekülasyonları da içinde barındırmaktadır. AB ile müzakereler konusu, vizesiz geçiş ve geri kabul anlaşmasının geleceği, açıkçası çok da umutlu bir içerik taşımamaktadır. NATO ve AB ile ilişkilerin gözden geçirildiği bir aşamada, gerçekten de Şangay İşbirliği Örgütü kapsamında Rusya ve Çin ile yakın ilişkiler bir seçenek midir? Bunlar, apayrı tartışma konuları olarak ortada durmaktadır. Üstelik 15 Temmuz kalkışması sonrasında, 2017’ye Türkiye OHAL ile girmekte, bir yandan da hala TBMM Anayasa Komisyonu’ndaki sert tartışmaların eşliğinde, AKP-MHP işbirliğinde, fiili başkanlıkla ilgili anayasa değişikliği ele alınmakta ve 2017’de Türkiye’de referandum olasılığı kuvvetlenmektedir. Şimdiden 2017’nin risklerinin içte ve dışta yoğun olduğunu tespit etmek ve ona göre politikalar üretmek gerekmektedir…        



Sina Kısacık: Geride bırakmakta olduğumuz 2016 yılı, hem Türkiye, hem de dünya açısından çok zor bir yıldı. Türkiye açısından bakarsak olursak; 2016 senesinde gittikçe dozunu arttıran terörle mücadele politikası, 2017’de de kanımca yine aynı kararlılıkla sürecektir. Bu durumun, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekaa konusu olmasından hareketle en öncelikli sorun olduğunu düşünmekteyim. Bu mücadele, her koşulda kesintisiz olarak devam ettirilmelidir. Öte yandan, ekonomik temelde dövizde yaşanan büyük artışın yarattığı sorunlara karşı mevcut hükümetin aldığı ve alacağı tedbirler de 2017’de senesinde gündemin ilk sıralarındaki yerini koruyacaktır. Türkiye gündeminin bir diğer önemli konusu ise anayasa değişikliği vasıtasıyla Başkanlık sisteminin getirilip getirilemeyeceğidir. Bu konu da, 2017’de dikkat çekici tartışmaların merkezinde konumlanmaya devam edecektir.
Dış politika alanına baktığımızda, Türkiye’nin bulunduğu Avrasya coğrafyasında özellikle bölge ülkeleriyle tesis edeceği ilişkiler 2017’de de dikkatle takip edilecektir. Özellikle Suriye konusu bağlamında yaşanacak gelişmeler, 2011’den bu yana yaşanan büyük çaplı krizin çözülmesi üzerinde doğrudan etkiye sahip olacaktır. Ankara ve Moskova arasında yeniden ivmelenen ilişkiler, sadece Suriye’de değil, aynı zamanda diğer çatışmalı konuların çözümüne katkı sunabilecektir. Ayrıca Türkiye’nin çevresinde Avrupa piyasalarını önceleyen doğalgaz projelerine dönük girişimler de ehemmiyetini korumayı sürdürecektir.
Dünyaya baktığımızda ise, Ocak 2017’de Amerika Birleşik Devletleri’nde Başkanlık koltuğuna oturacak olan Cumhuriyetçi Donald Trump’ın ilk senesinde hem iç politika, hem de dış politika bağlamında seçim sürecindeki söylemlerine sadık mı olacağı, yoksa devletin kurumsallaşmış yapılarının belirdiği politikaları mı izleyeceği sorularına verilecek yanıt çok yakın takip altında tutulacaktır. Dünya genelinde, 2017 senesinde de Rusya ve ABD arasında Avrasya jeopolitiği özelinde mücadele yaşanmaya devam edilecektir. Vladimir Putin ve Donald Trump arasındaki ilişkilerin nasıl bir seyir izleyeceği 2017 senesinde gözlem altında tutulacak olayların başındadır. Çünkü bundan sonra nasıl bir düzenin tesis edileceğinin cevabı burada yatmaktadır.
Sonuç olarak, 2017 senesinde 2016 yılında Türkiye’nin ve dünyanın yaşadığı problemlerin artçı şokları devam etmesine ilaveten, hem Türkiye, hem de büyük küresel ve bölgesel güçler bu sorunlara çözümler üretme arayışları içerisinde bulunacaklardır. Saygılarımla…



Yağmur Bahram: Ben çalışma alanım olan Çevre Politikaları kapsamında bir değerlendirme yapmak istiyorum. 2015 yılı Aralık ayında Paris’te imzalanan Paris İklim Anlaşması, bu yıl içerisinde yürürlüğe girmiş ve Türkiye’nin de aralarında olduğu 190’dan fazla ülkenin imzaladığı bu anlaşmayla, ülkelerin sera gazı salınımını azaltmak ve küresel sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmak konusunda planlarını uygulamaya koyması gerekmektedir. COP 21 ve COP 22 iklim zirvelerinin ardından 6-17 Kasım 2017 tarihlerinde düzenlenmesi beklenen COP 23 İklim Zirvesi’nde, ülkelerin bu anlaşmayı ne ölçüde yürütebilecekleri ve yapamamaları durumunda ne gibi yaptırımlara maruz kalabilecekleri gibi konular tartışılacaktır. Burada şunu da hatırlatmak gerekir; ABD, Barack Obama Başkanlığında bu anlaşmaya yoğun destek verirken, yeni seçilen ABD Başkanı Donald Trump’ın “iklim değişikliği” konusuyla ilgilenmediği ve hatta bunu bir aldatmaca (hoax) olarak değerlendirdiği bilinmektedir. Ancak ABD’li veya ABD’siz bu anlaşma uygulanmaya devam edecektir. Çünkü Avustralya, Kanada ve Almanya gibi büyük ülkeler, bu anlaşma için şimdiden ellerini ceplerine atmışlardır. Bakalım Çevre Politikaları konusunda 2017 yılı dünyaya neler getirecek?


Basri Alp Akıncı: 2016 yılı ülkemiz ve dünyamız için çok iyi bir yıl olmadı. Sayısız ölümler, yaralılar, insanların birbirine karşı duyduğu toleransın azalması ve kutuplaştırıcı ideolojilerin gün geçtikçe daha fazla destek görmesi bizi düşündürüyor. Dünya siyasetinde popülist fikirlerin artan destek bulmasıyla beraber, farklılıkların korkutucu birer sopa olarak kullanılmasını görmekteyiz. Avrupa’da yükselen aşırı sağ, Amerikan seçimlerinde sadece sistemi ve şimdiye kadar yapılan politikaları kötüleyen ve yeni nasıl bir siyaset dili getireceğini hiçbir şekilde bize sunmayan birinin başkanlığı kazanması ile dünyada genel bir hoşnutsuzluk söz konusu.
Yeni yılda bizi hali hazırda süren problemlerin devamı bekleyecek. Özellikle, ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyanın sıkı sorunları bulunmakta. Suriye krizi yeni yılda da devam etmekle birlikte, Türkiye’nin duruşunun yavaş yavaş değiştiğini görmekteyiz. Yerel propagandaya ayrılmış bunca enerjiye rağmen, politika yapıcılar, Türkiye insanına Beşar Esad’a karşı bu kadar muhalif durmamayı nasıl anlatacaklar merakla beklemekteyim. Rusya, Suriye oyununda şu an eli güçlü olan taraf olarak görülse de, aslında çok karışık bir sorun ile başbaşayız. Bir sürü aktör var ve belli bir uluslararası ilişkiler yapısı var; ancak kesinlikle analiz edilmeyi bekleyen ama kolay kolay buna izin vermeyen bir Suriye sorunundan bahsediyoruz.
Türkiye ve Avrupa için en önemli problemlerden birini oluşturan göçmen sorunu da 2017'de devam edecektir. Bu sorun, direkt olarak Suriye krizinden de beslenmekte olduğu için, Suriye savaşı bitmediği sürece yeni göçmenlerin ortaya çıkması işten bile değil. Türkiye’nin Avrupa’daki görünüşü, Suriye savaşına bağlı göçmen krizi devam ettikçe, Kürt sorunu hem ulusal, hem de uluslararası açıdan sürdükçe, Türkiye’nin demokrasiye ve Avrupa değerlerine olan bağlılığı sorgulandıkça, vasat konumundan ileriye gidemeyecektir. Bu da, Türkiye’nin kapana kısılmış hissini kuvvetlendirirken, kendini başka yöntem ve koalisyonlara olan arayışıyla sonuçlandıracaktır. Her ne kadar diplomatik manevralar güçler dengesi kurma hevesinden gelir gibi düşünmek istesem de, kapana kısılma hissiyatı, kamuoyunun fikriyle de doğru orantılı olarak yeni arayışlar gerçekçi evsafa dönüşmektedir.
Özetle, dünyada artan siyasi hazımsızlık, bölgemizde yaşanan savaş ve terörle de yoğurulup, ülkemizin de milliyetçi ve popülist ideolojiye kapılmasını getiriyor. Düzen değişimi istekleri olabilir; ancak her zamanki gibi cılız ve çatışmaların devam etmesi muhtemel. Dolayısıyla, 2017 yılının 2016 yılından çok farklı olacağını düşünmüyorum.

Yeni Sunum: "Donald Trump Döneminde ABD’nin Ortadoğu Politikası"


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Beykent Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, 29 Aralık 2016 tarihinde Beykent Üniversitesi'nde düzenlenen III. Uluslararası İlişkiler Akademisi kapsamında "Donald Trump Döneminde ABD'nin Ortadoğu Politikası" başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Aşağıda bu sunumdan bazı fotoğrafları bulabilirsiniz. Sunumun video kaydı ise, ilerleyen günlerde Beykent Tv'de ve üniversite web sayfasında yayınlanacaktır. 





27 Aralık 2016 Salı

Dünya Değerler Araştırması 2010-2014 Türkiye Verileri Analizi


Farklı ülkelerde ve toplumlarda yaşayan bireylerin ve genel olarak halkların değerlerini ve inançlarını saptamaya çalışan ve 1981 yılından beri yaklaşık olarak 100 ülkede düzenli olarak yapılan dünyanın en kapsamlı sosyal araştırma projesi olan Dünya Değerler Araştırması[1] (World Values Survey), Ronald Inglehart gibi değerli bilimadamlarınca dizayn edilen ve yönetilen çok önemli bir araştırmadır. Araştırmanın Türkiye ayağını ise Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yılmaz Esmer yönetmektedir.[2] Araştırma kapsamında, her sene ve 5 senelik zaman dilimleri boyunca, bir ülkede yaşayan insanların değer yargıları, inançları ve “öteki” olarak kabul edilen farklı sosyal gruplara ve kişilere yönelik yaklaşımları ölçülmekte ve bu sayede o toplumdaki hoşgörü ve demokrasi düzeyi saptanmaya çalışılmaktadır.

Araştırmaya yön veren kişilerden ve önemli bir Karşılaştırmalı Politika Profesörü olan Ronald Inglehart ve Christian Welzel, bu proje bağlamında, kendi adlarıyla anılan bir dünya kültür haritası da geliştirmişlerdir. Inglehart-Welzel dünya kültür haritası (Inglehart–Welzel cultural map of the world)[3], dünyadaki toplumları geleneksel-laik ve yaşamsal değerler-kendini ifade etme değerleri ekseninde incelemekte ve sıralamaktadır. Kabaca bir değerlendirme yapmak gerekirse; geleneksel değerleri (traditional values) ağır basan toplumlarda aile ve dini konular çok daha önemli durumdayken, “öteki” olarak adlandırılan gruplara yönelik de daha sert bir bakış açısı söz konusudur. Laik-akılcı eğilimleri (secular-rational values) ağır basan toplumlarda ise, din ve aile konuları daha önemsiz ve farklı olanlara yönelik daha hoşgörülü bir bakış açısı hâkimdir. Benzer şekilde, sosyoekonomik açıdan gelişmemiş ülkelerde yaşamlar değerler (survival values) ön plandayken, gelişmiş ülkelerde -bu gibi değerlerin rahatlıkla karşılanmasının da doğal bir sonucu olarak- kendini ifade etmeye yönelik değerler (self-expression values) çok daha önemlidir. Bu haritaya göre; Japonya, Tayvan ve Hong Kong gibi Konfüçyüs geleneğinden beslenen ülkeler ve İsveç, Norveç ve Almanya gibi Protestan Hıristiyan nüfusun ağır bastığı ülkeler en seküler toplumlar olarak dikkat çekerken, İslam medeniyeti ülkelerinin çoğu, bazı Orta ve Güney Amerika ülkeleri (El Salvador, Porto Riko, Kolombiya, Venezuela) ve bazı Afrika ülkeleri (Gana, Tanzanya) seküler düşüncenin en zayıf olduğu ülkeler konumundadırlar. Türkiye ise, İslam medeniyetinin bir parçası olarak değerlendirildiği bu çalışmada, İran ve Şili’nin biraz üzerinde ve oldukça geleneksel ve dini bir toplum olarak değerlendirilmiştir. Haritaya yaşamsal değerler ve kendini ifade etmeye yönelik değerler açısından bakıldığında ise; İskandinav ülkeleri, diğer Protestan nüfus ağırlıklı Avrupa ülkeleri ve birinci dil olarak İngilizce konuşulan dünyanın parçası olan devletlerin (ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Birleşik Krallık) kendini ifade etme değerleri açısından en gelişmiş ve liberal ülkeler oldukları, İslam medeniyeti ülkeleri ve Ortodoks Hıristiyan dünyanın ise bu açıdan oldukça geride kaldıkları görülmektedir. Türkiye, bu konuda biraz daha iyi durumda olup, Katolik Avrupa ülkelerine (örneğin Polonya) hayli yakın durumdadır.

Inglehart-Welzel dünya kültür haritası (2010)

2010-2014 yılları arasında 5 yıllık bir zaman diliminde toplanan veri setlerine dayalı olarak açıklanan son ve “6. dalga” olarak adlandırılan Dünya Değerler Araştırması raporunda, Türkiye adına önemli sayılabilecek bulgular ise şöyledir[1]:

Ø    Aile, Türkiye toplumunda yüzde 95,4 gibi inanılmaz yüksek bir oranda önem görmektedir.
Ø    Arkadaşlar, Türkiye toplumunda yüzde 58 gibi ortalama üzerinde bir oranda önem görmektedir.
Ø  Türkiye toplumu için “boş zaman” halen daha bir lüks gibi algılanmaktadır. Nitekim “boş zaman” konusunu çok önemli bulanların oranı yalnızca yüzde 41,9’dur.
Ø  Siyaset (politika), Türkiye toplumu için o kadar da önemli değildir. Siyaseti çok önemli bulanların oranı yalnızca yüzde 16,1’dir. Bu da, Türkiye toplumunun aslında politize bir yapısının bulunmadığının somut bir ispatıdır.
Ø    Türkiye toplumunda iş konusu çok önemlidir. Yüzde 49,6’lık oranla, Türkiye halkı, iş konusunu “çok önemli” olarak değerlendirmektedir.
Ø   Din olgusu, yüzde 68,1 gibi oldukça yüksek bir oranla Türkiye halkı için çok önemli bir konu durumundadır. Aile ile birlikte din konusundaki bu inanılmaz yüksek oran, Türkiye toplumunun aşırı muhafazakâr bir yapıda olduğunu göstermektedir.
Ø Türkiye toplumu sanıldığı kadar mutsuz değildir. Halkın yüzde 37,5’i kendisini “çok mutlu” olarak değerlendirirken, yüzde 46,3’lük geniş bir kesim de kendisini “mutlu” olarak saymaktadır.
Ø  Türkiye’de sağlık konusunda kendisini çok iyi hissedenlerin oranı yalnızca 18,8’dir. Buna karşın, yüzde 47,6’lık geniş bir nüfus dilimi sağlık açısından kendisini “iyi” hissetmektedir.
Ø   Türkiye’de kendisini tamamen “memnun” hissedenlerin oranı sadece yüzde 14’dür. Bu, oldukça düşük bir oran olarak görülebilir. Ancak tamamen “memnuniyetsiz” olanların oranı da yalnızca 2,2’dir.
Ø Türkiye toplumunun insanlara güveni de oldukça düşüktür. Halkın yalnızca 11,6’sı çoğu insana güvenilebileceğini düşünürken, yüzde 82,9’luk büyük çoğunluk, diğer insanlarla etkileşime geçerken çok dikkatli olunması gerektiğini düşünmektedir.
Ø    Türkiye toplumunun yüzde 97,3’ü bir dini inanç ya da dini gruba aktif olarak mensuptur. Bu, yine çok yüksek bir orandır ve Türkiye’de insanların yaygın şekilde dindar olduklarını ya da en azından öyle gözükmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Ø     Türkiye’de halkın yüzde 95,5’i bir spor faaliyetine/kulübüne dâhil değildir. Bu, inanılmaz düşük bir orandır.
Ø   Türkiye’de halkın yüzde 96,6’sı herhangi bir sanat grubuna/faaliyetine dâhil değildir. Bu da, ortalamanın çok altında bir katılımdır.
Ø  Türkiye’de halkın yüzde 97,4’ü bir sendikanın üyesi değildir. Dolayısıyla, Türkiye toplumu aynı zamanda örgütsüz bir toplumdur.
Ø     Halkın yüzde 94,9’u Türkiye’de bir partiye -aktif olarak- üye değildir. Bu da, örgütsüz toplum tezini doğrulayan bir veridir.
Ø   Türkiye’de insanların ne tip komşu istemedikleri konusuna gelirsek, en çok istenmeyen komşu tipleri şöyle sıralanabilir: uyuşturucu bağımlıları (yüzde 93,3), eşcinseller (yüzde 85,4), yoğun alkol kullananlar (yüzde 83,3), AİDS hastaları (yüzde 74,9) ve evli olmayıp beraber yaşayan çiftler (yüzde 65,4). Buna karşın, farklı ırktan olanlara, göçmenlere ve yabancı işçilere, farklı dinden olanlara ve farklı bir dil konuşanlara komşu olmamak konusunda Türkiye toplumu son yıllarda epey ilerlemiş ve liberale yakın bir özellik göstermeye başlamıştır.
Ø   Türkiye toplumunda ataerkil ve maço özellikler de halen daha baskındır. Örneğin, halkın yüzde 47,1’i için kadının kocasından fazla para kazanıyor olması bir sorundur. İşsizliğin arttığı durumlarda erkeklerin istihdam için öncelikle tercih edilmesi gerektiğini savunanlar da yüzde 59,4’tür. Annenin çalıştığı durumlarda çocukların acı çekeceği görüşüne de yüzde 18 yoğun, yüzde 47,9 oranında da olağan düzeyde destek vardır (toplamda yüzde 65,9). Erkeklerin kadınlardan siyaseten daha başarılı olduğu görüşüne de yüzde 32 yoğun destek, yüzde 36 da destek vardır (toplamda yüzde 68). Erkeklerin iş yaşamında kadınlardan daha başarılı olduğu görüşüne ise yüzde 23,4 yoğun destek, yüzde 40,7 de destek vardır (toplamda yüzde 64,1).
Ø    Türkiye’de insanların yüzde 68,4’ü evliliği diğer medeni hallere tercih etmektedir. Bu kadar aileci bir toplum için, bu oran düşük bile sayılabilir.
Ø   Türkiye’de halkın 63,5’i daha yüksek ekonomik büyüme oranları ve daha iyi ekonomik imkânlar istemektedir. Ülkenin daha güvenli olmasını öncelikle düşünenlerin oranı ise sadece yüzde 20,8’dir.

Araştırmada bunun gibi daha onlarca farklı veri bulunmaktadır. Bunları alt alta sıralayıp bir değerlendirme yapmak gerekirse, şu sonuçlara kolaylıkla ulaşılabilir:

ü    Türkiye halkı, çok geleneksel ve aşırı muhafazakâr bir halktır. Özellikle aile konusundaki aşırı önem, dünyada çok az benzeri bulunan ölçüde yüksektir. Dolayısıyla, Türkiye toplumu ailecidir. Din konusunda da oldukça yüksek oranda bir onaylama olmakla birlikte, bu durum, aile konusundaki kadar yüksek değildir.
ü    Türkiye toplumu sanılanın aksine politik bir toplum değildir. Toplumda muhafazakâr ve ataerkil değerler yoğun olmakla birlikte, bunlar politik temelli düşünceler değildir ve sosyolojik tabanlıdır.
ü   Türkiye’de insanların birbirlerine güveni düşüktür. Bunun nedeni, devlete duyulan güvensizlik de alakalı olabilir.
ü    Türkiye halkı, sanat ve spordan uzak yaşayan, hayata bağlılığı sadece iş ve televizyonla sınırlı kalan bir halktır. Bu, adeta bir toplumun verimsizleştirilmesi için özel olarak tasarlanmış bozuk bir sosyoekonomik düzeni işaret etmektedir.
ü   Türkiye halkının öncelikli olarak istediği ekonomik gelişmedir. Milliyetçilik ya da İslamcılık, Türkiye halkı için ancak tali unsurlardır. Türkiye halkının asıl istediği, daha iyi yaşamak ve mutlu bir aile hayatı kurabilmektir. Türkiye’de siyaset yapanların da bunu kendilerine temel referans noktası olarak almaları gerekmektedir.
ü    Türkiye’de halkın uyuşturucu ve alkol konusunda katı değer yargıları vardır. Aynı şekilde, evlilik öncesi cinsel ilişki de Türkiye’de halen önemli bir tabu konudur. Buna karşın, ırkçılık ve göçmen düşmanlığı Türkiye’de çok düşük düzeydedir ve Avrupa’ya kıyasla bu ülke halkının bazı açılardan çok daha hoşgörülü olduğunu göstermektedir.
ü    Türkiye halkı ataerkil bir halktır. Kadınlara kategorik olarak aşağı bakılmamakla birlikte, kadınların ev işleriyle ve çocuklarla ilgilenmesi görüşü toplumda epey yaygındır. 


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


22 Aralık 2016 Perşembe

L'Ambassadeur russe tué en Turquie


L’ambassadeur de la Russie en Turquie, Monsieur Andreï Karlov (62), a été assassiné et tué en Turquie lors d’une balle le lundi 19 décembre dans une galerie d’art à Ankara. Monsieur Karlov était un diplomate distingué qui a fait beaucoup d’effort pour améliorer les relations entre la Turquie et la Russie surtout après la crise de l’année dernière. Il était aussi un expert sur le Corée du Nord et sa perte est une malchance pas seulement pour la Russie, mais aussi pour la diplomatie internationale. L’assassinat a eu lieu un jour avant la réunion trilatéral des ministres des affaires étrangères entre la Russie, la Turquie et l’Iran pour une solution diplomatique à la crise syrienne. C’est pourquoi, l’assassinat doit être considéré comme un acte terroriste qui a aussi des significations politiques. 

L’assassinat Mevlüt Mert Altıntaş (22) est un policier turc qui n’était pas en service ce jour-là. Altıntaş a crié des slogans islamistes après l’assassinat. Selon les experts turcs, ces slogans étaient pareils aux slogans des groupes djihadistes en Syrie comme le Front al-Nusra. Mais sa maitrise d’arabe n’était pas fluent. Le président turc Monsieur Recep Tayyip Erdoğan a déclaré qu’il a été «neutralisé» après l’assassinat. Les officiers turcs ont immédiatement accusé la communauté islamique de Fethullah Gülen, maintenant considéré comme une organisation terroriste en Turquie avec le nom «Fetö». Mais Altıntaş a été employé avant quelques années pendant le gouvernement de l’AKP (Parti de la justice et du développement), le parti d’Erdoğan qui gouverne la Turquie depuis 2002. En plus, les membres de la communauté islamique de Gülen ont déjà purifié de l’Etat turc grâce à des purges dirigé par Monsieur le Président depuis trois années. Notamment après l’attentat de coup en juillet 15, 2016, tous les sympathisants de Gülen ont été clarifiés de la bureaucratie turque. Mais Altıntaş a aussi étudié dans une école proche à Gülen. Alors, ça peut être très tôt pour parler de l’appartenance de l’assassin. La Russie a répondu cette fois entendement contre la crise. Le président russe Monsieur Vladimir Poutine a dit que c’était un effort pour saboter les relations entre la Turquie et la Russie.

L’assassinat est une humiliation pour la Turquie et montre que par les groupes islamistes ont pénétré à l’intérieur de l’Etat turc dans les années dernières. La Turquie maintenant officiellement est un pays de Moyen-Orient avec les actes terroristes souvent, une administration autoritaire et une vie politique basée sur les identités ethniques (turc, kurde, arabe) ou sectaires (sunnite, alévi). Le pays n’est plus calme et assuré aussi avec trois millions de réfugiés syriens et les organisations terroristes qui se fortifient pendant la guerre civile de la Syrie.

Ce qu’on peut dire après cet assassinat si on essaye de concentrer sur les significations politiques.

1.  Cet assassinat va obliger la Turquie d’adopter un discours politique plus doux contre la Russie. Un pays qui n’est pas capable à protéger les ambassadeurs ne peut pas être accepté comme un pays assuré. La Turquie va aussi accepter les conditions de la Russie et l’Iran sur la crise syrienne avec une grande échelle. Ça veut dire que le président de la Syrie Monsieur Bachar al Assad va être plus fort pas seulement dans le domaine, mais aussi sur le table. 

2.  Les accusations contre les Etats-Unis and la communauté islamique de Fethullah Gülen sans évidence peuvent détériorer les relations entre ce pays et la Turquie. L’anti-américanisme peut augmenter en Turquie aussi. Fethullah Gülen vit en Etats-Unis depuis 17 années avec la confirmation et la protection de l’Etat américain. Alors accuser Gülen est aussi d’accuser les Etats-Unis.  Ça peut abimer les relations turco-américaines. Les Etats-Unis peuvent décider à extrader Gülen aussi. Mais la Turquie doit présenter des évidences comme les Etats-Unis est un pays de droit.

3.  L’attentat montre que la bureaucratie turque est politisée dans les années dernières et les groupes islamistes et ultra-nationalistes dans l’Etat turc est un danger grave pour la démocratie en Turquie. Ça peut être beaucoup plus de gens comme Mevlüt Mert Altıntaş à l’intérieur de l’organisation de la police. Si la Turquie change sa politique étrangère contre la Syrie et la Russie, ces groupes peuvent organiser des nouvelles attaques.

4.  La Turquie maintenant est trop chaotique et les gens sont désespères pour leur avenir. L’économie aussi n’est pas en bon santé et les groupes pro-kurdes et les sécularistes ne supportent l’Etat plus. Normalement, quand il y a une crise grave en Turquie, le peuple turc commence à anticiper un coup d’état. Mais l’armée turque a été discrédité après l’attentat de coup en 15 juillet et n’est pas un joueur fort politiquement dans la scène. Alors la crise peut aider à Monsieur Erdoğan pour réaliser la transformation de la system politique turque avec un referendum soudain.

5.  L’assassinat va diminuer les gens opposants au régime d’Erdoğan. Quand il y a des armes et du terrorisme, l’opposition démocratique sera plus faible. Alors la Turquie peut être transformée dans un pays plus autoritaire dans quelques années.

6.  La Turquie doit changer sa politique étrangère et doit retourner au paradigme classique républicain. La Turquie doit être un médiateur dans le monde islamique entre les pays shiites et sunnites. La Turquie peut aussi adopter ce rôle concernant les relations entre la Russie et l’Ouest.


Dr. Ozan ÖRMECİ   


21 Aralık 2016 Çarşamba

Russian Ambassador to Turkey Mr. Andrey Karlov was shot dead in Ankara


Russian ambassador to Turkey, Mr. Andrey (Andrei) Karlov (1954-2016) was shot dead in Ankara on December 19, 2016 while making a speech at an art exhibit in Çağdaş Sanatlar Galerisi in Ankara. Mr. Karlov was a respected and beloved diplomat who showed great efforts in developing Turkish-Russian relations as well as solving the diplomatic crisis that took place following the “jet crisis”. Mr. Karlov was also a rare expert on North Korea and his loss will be a loss of the international diplomacy, not just Russian diplomacy. Turkish government will name the art gallery and the street of Russian Embassy in Ankara after him in order to honor his memory. Assassination took place a day before the trilateral meeting between the Foreign Affairs Ministers of Iran, Russia and Turkey in order to find a solution to ongoing Syrian civil war. Thus, the assassination was a terrorist event that carried some political meanings.

The assassin was a young Turkish police officer, Mevlüt Mert Altıntaş (22), who was off-duty that day. Altıntaş shouted “God is great!” (Allahuekber) and “Don’t forget Aleppo, don’t forget Syria!” in order to show his reaction to Russian support to massacres taking place in Aleppo. His -not so fluent- Arabic speech contained some slogans similar to Al Nusra group’s slogans in Syria according to Turkish security experts. Turkish officials said the assailant was killed by other officers in a shootout afterwards. Thus, Altıntaş’s testimony could not be taken and he was in a sense silenced. So, his personality and connections will be a mystery. Turkish officials on the other hand immediately blamed Fetö, an alleged Islamic group whose leader Fethullah Gülen lives in the United States. These accusations are suspicious since the young police officer was appointed during Justice and Development Party (AK Parti) period and Gülenists have already been purged so far from the state in the last few years, especially after the coup attempt of July 15, 2016 this summer. However, Altıntaş studied in a school close to Gülen community, which also shows that there might be a real connection between Gülenists and the assassin.

The assassination was an embarrassing event for the Turkish state, a state that has evolved into a semi-Islamic authoritarian Middle Eastern country from a secular European state under the leadership of President Recep Tayyip Erdoğan simultaneously with the gradual weakening of the country’s security policy. Russian side was quick to react, but they were very cautious this time unlike the jet crisis of the last year. Russian President Mr. Vladimir Putin described the assassination as an effort to sabotage Turkish-Russian relations, a view that is also shared by Mr. Erdoğan. Russian Prime Minister Dmitri Medvedev also spoke very cautiously and did not blame Turkish people or Turkish state. A Russian police squad will be in Turkey to investigate this assassination this month.

It might be a good decision to look at the political consequences of the assassination instead of commenting on police issues.

1. Politically, this unfortunate event will make Turkish-Russian rapprochement inevitable since the Turkish state now feels intimidated against their giant northern neighbors. Although there was a strong public reaction in Turkey in the last few weeks against Iran and Russia due to Aleppo events, now the oppositional voices are weak and largely considered as part of the radical Islamist wave. That is why; an unlikely consequence of the assassination is the strengthening of Russia and Iran against Turkey especially concerning the Syrian civil war. In addition, Turkey might not be insistent on the removal of Syrian President Bashar al Assad from his post from now on. Thus, the assassination helped Iran, Russia and Syrian President Bashar al Assad.

2. Pro-Russian and pro-government groups were quick to blame United States for the assassination in the social media, an issue that might fuel anti-Americanism in Turkey and spoil Turkish-American relations at least temporarily. Especially the residence of Fethullah Gülen in the U.S. might turn into a political crisis between USA and Turkey. Since Gülen lives in the United States under the protection of the American state for long years, blaming Gülen for assassination is nothing but to blame United States. However, this might also cause a policy change in Washington concerning Gülen and Washington might decide to extradite Gülen to Turkey. New American President Donald Trump's aides previously showed their lack of sympathy for Gülen community but since United States is a country that is based on rule of law principles, Gülen's crimes should be documented by Turkey in order to convince USA. It is a difficult process; because the Turkish government officials and even Turkish President Erdoğan had previously praised Gülen and his community in the public many times. 

3. The assassination proved that the radical Islamist and jihadist groups are infiltrated into the Turkish state during the Justice and Development Party period. Especially Turkish security bureaucracy and police force gives alarming signals in recent years concerning political Islam. Islamism and nationalism are very common among Turkish security officers, a fact that might facilitate far-right Islamist infiltration. Altıntaş seems to be a sympathizer of Al Nusra Front, a radical Sunni revolutionary group that was emerged during the Syrian civil war. There might be other cells and members of ISIS and Al Nusra within the Turkish security forces and no one can guarantee that there will not be another attack in the following days. In fact, according to Russian press (Sputnik), Altıntaş attended previously to some of the travels of President Erdoğan, which shows that even President Erdoğan might not be in a safe position.

4. The assassination shows that Turkey has been gradually turning into a country of chaos. In the good old times, when things were getting chaotic, Turkish Armed Forces (TAF) was ready to intervene and to save the nation from political turbulence. However, now that the TAF’s political power is broken -especially after the last coup attempt-, President Erdoğan might take advantage from this crisis as the only strong political actor in the country. He might realize a smooth transition into Presidential system with an early referendum in the next few months. However, Erdoğan is also a divisive figure and he is not welcomed by secularists and pro-Kurdish groups in the country. There are also serious concerns about the democratic nature of Erdoğan’s “Turkish type Presidentialism”.

5. The assassination will discourage people who are critical of the government as well as political opposition groups. Once guns are involved, democratic actors are weakened. So, there might be a growing authoritarianism in Turkey in the next few years due to increasing security concerns. However, in fact, security weaknesses are caused by the authoritarian policies that produce terror in a vicious circle and encourage foreign support to terrorism against Turkey.

6. Turkey should rebalance its foreign policy between Sunni and Shiite states in the Islamic world and should turn into a balancing actor as in the old days. Turkey could achieve more as an intermediator country instead of becoming a leader of the Sunni world. The same mentality could also be used by Turkey concerning relations between Russia and the Western countries. As a NATO member and EU candidate country that has strong economic and cultural ties with Russia, Turkey might help these sides to reconciliate and find a solution to crises in Ukraine, Syria, Iraq and Yemen.

Terrorism is barbarism and we strongly condemn as UPA initiative the terrorist attack towards Russian ambassador. May he rest in peace…

Dr. Ozan ÖRMECİ

17 Aralık 2016 Cumartesi

Murat Önsoy ve Gürol Baba'dan 'Between Capability and Foreign Policy: Comparing Turkey’s Small Power and Middle Power Status'


Türkiye’den SSCI endeksine girebilmiş ender süreli yayınlardan olan Uluslararası İlişkiler dergisinin[1] önümüzdeki hafta yayınlanacak yeni sayısında, Yrd. Doç. Dr. Murat Önsoy[2] ve Yrd. Doç. Dr. Gürol Baba[3] imzalı “Between Capability and Foreign Policy: Comparing Turkey’s Small Power and Middle Power Status[4] (Kabiliyetler ve Dış Politika: Türkiye’nin Küçük ve Orta Düzeyde Güç Statüsünün Karşılaştırılması) adlı önemli bir makale yayınlanacaktır. Bu yazıda, bu makalede dile getirilen önemli görüşler özetlenecek ve eleştirilecektir.

Yrd. Doç. Dr. Murat Önsoy

Önsoy ve Baba, makalenin özet bölümünde, bu çalışmada küçük ve orta ölçek devletlerin dış politika uygulamalarını ayrıştıran bir metot geliştirmeye çalıştıklarını ve Türk Dış Politikası’nı 1930’lu yıllardan başlayarak bu metot doğrultusunda değerlendireceklerini açıklamışlardır.

Yazarlara göre; klasik Uluslararası İlişkiler yaklaşımlarında, küçük ve orta ölçek devletleri ayrıştırmak için gayrisafi yurtiçi hâsıla, nüfus oranı, coğrafi büyüklük, askeri harcamalar ve ticaret hacmi gibi veriler kullanılmakla beraber, bu veriler, çoğu zaman bu devletlerin doğru olarak birbirlerinden ayrıştırılmasına imkân tanımamaktadır. Ayrıca klasik yaklaşımlarda genellikle 3 tip paradigma kullanılmaktadır: fonksiyonel (functional), davranışsal (behavioral) ve hiyerarşik (hierarchical). Fonksiyonel paradigma, orta ölçek devletlerin büyük çıkarları olan bölgelerde güç kullanma kapasitelerinin yüksek oluşunu küçük ölçek devletlerden önemli bir fark olarak öne çıkarmaktadır. Davranışsal paradigma, ortak ölçek devletlerin çok taraflı diplomasi sayesinde uluslararası çatışmalarda arabulucu rolü oynayabileceğine dikkat çekmekte ve bu özellikleriyle orta ölçek devletleri küçük ölçek devletlerden ayırmaktadır. Hiyerarşik paradigma ise, ülkelerin maddi verilere dayalı güç unsurlarını ve dünyada nasıl kabul gördüğüne odaklanmaktadır.

Konunun bir diğer önemli boyutu ise, devletlerin dış politika davranışlarıyla ilgilidir. Belirtilen paradigmalar daha çok kapasite boyutuna odaklanmakta ve dış politika davranışını bu denkleme katmamaktadır. Oysa dış politika davranışı ve tercihleri, küçük ve orta ölçek devletleri dış politikada ayrıştıran en önemli unsurlardan birisidir. Küçük ölçek devletler, dünya siyasetine genel olarak daha az katılır ve daima normatif pozisyon alarak, uluslararası hukuk ve ahlaki normları dış politikada ön plana çıkarırlar. Bu bağlamda, küçük ölçek devletlerin zarar görme riskleri (vulnerabilities) ve esneklik kapasiteleri (resilience) dış politikalarına yön veren iki temel değerdir. Zarar görme riskleri, küçük ölçek devletleri ihtiyatlı ve uluslararası hukuka uygun hareket etmeye zorlar ve fırsatlardan ziyade riskleri görmelerine neden olur. Esneklik kapasiteleri ise, küçük ölçek devletlerin dış politikalarında zaman zaman değişimler yaparak, daima kazanan tarafa geçebilmeleri ve bu sayede çıkarlarını korumaları esasına dayanır. Küçük ölçek devletler, çoğu zaman tarafsız bir dış politika izlemeye de çalışırlar. Orta ölçek devletler ise, zarar görme riskleri konusunda küçük ölçek devletler kadar endişeli değillerdir. Yüksek kapasiteleri sayesinde, bölgesel işbirliği platformları inşa edebilir ve çıkarlarını koruyabilirler. Ancak büyük güçler karşısında yine de zor durumlara düşebilirler. Genelde statüko yanlısı olan orta ölçek ülkeler, uluslararası krizlerde karar verici konuma gelememelerine karşın, arabulucu olarak çok önemli roller üstlenebilir ve diplomasiye yön verebilirler. Ayrıca dış politikada her zaman tarafsız olmayabilir ve hatta bazı dönemlerde taraf da değiştirebilirler.

Yrd. Doç. Dr. Gürol Baba

Bu metot doğrultusunda Türk Dış Politikası’nı 1930’lardan itibaren incelemeye koyulan Baba ve Önsoy, ilk olarak, yıllar içerisinde bu ülkede değişen nüfus oranı, gayrisafi yurtiçi hâsıla ve askeri harcama verilerine odaklanmaktadırlar. Türkiye, tüm bu verilerde 1930’lara kıyasla günümüzde büyük aşama kaydetmiş ve küçük ölçek bir devletten orta ölçek bir devlete yükselmiştir denilebilir. Zira 1927’de yaklaşık olarak 13,5 milyon olan nüfus, bugün 78 milyonun üzerindedir. 1923’te 570 milyon ABD doları olan gayrisafi yurtiçi hâsıla, bugün 1,6 milyar dolar seviyesindedir. Askeri harcamalar da yıllar içerisinde çok artmış ve Türkiye, askeri olarak çok güçlü bir ülke haline gelmiştir. Ayrıca Türkiye, 1930’lara kıyasla bugün çok daha önemli bir uluslararası aktör durumundadır ve birçok önemli organizasyona üyedir. Bunlar arasında Birleşmiş Milletler, OECD, NATO, Avrupa Konseyi, İslam İşbirliği Teşkilatı ve AGİT en başta gelenlerdir.

1930’larda izlenen dış politika, küçük ölçek bir ülkenin başarıyla izleyeceği siyasete uygun bir politikadır. Bu yıllarda, Ankara, Batılı ülkeler dışında Almanya ve Rusya gibi önemli uluslararası oyuncularla da çeşitli işbirlikleri geliştirerek, bloklar arasında kendi gücünü konsolide etmiş ve hızla gelişmiştir. Özellikle bu yıllarda Almanya ile geliştirilen krom ticareti son derece önemli bir hamledir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Milletler Cemiyeti’ne davet alarak üye olunması da bu dönemin başarılarıdır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise, Türkiye’nin dış politikadaki gücü hızla artmış ve yavaş yavaş bir orta ölçek devlet noktasına gelinmiştir. Bu noktada yazarlar iki örneği incelemektedirler. Bu örneklerden ilki 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, ikincisi ise 2003 Irak tezkeresidir (1 Mart tezkeresi). Kıbrıs Barış Harekâtı ile Türkiye, garantör olduğu Kıbrıs’ta Kıbrıs Türklerine yapılan saldırılara ve demokratik yaşamın bozulmasına karşı askeri bir müdahalede bulunmuş ve Rum saldırganlığına karşı statükonun korunmasını savunmuştur. 2003 Irak tezkeresi de, aslına bakılırsa Türkiye’nin statükoyu korumak için aldığı bir karardır ve bu sayede Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve savaşa dâhil olunmaması hedeflenmiştir. 2000’lerde ise Türkiye’nin dış politika hamleleri bir bölgesel güce uygun olarak çeşitlenmiş ve Ankara, birçok konuda uluslararası arabuluculuk rolleri üstlenerek, bir süre “bölgesel lider” statüsüne yükselmiştir. Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’daki birçok siyasal anlaşmazlıkta Türkiye’nin üstlendiği roller, Ankara’nın yaptığı aşamanın somut ispatıdır.

Sonuç olarak, Yrd. Doç. Dr. Murat Önsoy ve Yrd. Doç. Dr. Gürol Baba imzalı “Between Capability and Foreign Policy: Comparing Turkey’s Small Power and Middle Power Status” makalesi, literatüre kayda değer bir katkı olarak takdire değerdir. Araştırmanın bir makale boyutunda kalması ise, daha kapsamlı incelemeleri olanaksız kılmış ve örnekleri az sayıda bırakmıştır. Burada eklenebilecek bazı hususlar ise, yazarların doğru şekilde tespit ettiği statükoyu koruma düşüncesinin 1983’te KKTC’nin ilanı ile daha ileri bir aşamaya taşınmış olması ve yurtdışında yapılan birçok askeri operasyon ve kurulan askeri tesis ve üslerle de, 1980’lerden beri orta ölçek devletten büyük ölçek devlet kategorisine geçiş aşamasına uygun bazı hamlelerin yapılmış olmasıdır. Ancak bu hamleler son yıllarda diplomatik başarılarla desteklenmediği için, Türkiye, dış politikasında bir kriz dönemine girmiştir. Bu krizden çıkış, Ankara’nın müttefikleriyle geliştireceği ortaklık esasına dayalı politikalarla mümkün olabilecektir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Web sitesi için; http://www.uidergisi.com.tr/.
[4] Makalenin tam künyesi için; Baba, Gürol & Önsoy, Murat (2016), “Between Capability and Foreign Policy: Comparing Turkey’s Small Power and Middle Power Status”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 13, No: 51, ss. 3-20.