11 Kasım 2016 Cuma

John Mearsheimer'a Göre Çin Barışçıl Olarak Yükselebilir Mi?


John J. Mearsheimer (1947-)[1], Chicago Üniversitesi’nde çalışan ünlü bir Amerikalı Siyaset Bilimi Profesörüdür. Etkili bir uluslararası ilişkiler teorisyeni olan Mearsheimer, “saldırgan gerçekçilik” (offensive realism) akımının kurucusu kabul edilmektedir.[2] John Mearsheimer, Chicago Üniversitesi’nin “Harper Lectures” etkinliği kapsamında 2013 yılında ABD-Çin rekabeti temalı ve “Can China Rise Peacefully?” (Çin Barışçıl Olarak Yükselebilir Mi?) başlıklı önemli bir sunum gerçekleştirmiştir.

Mearsheimer’in bu yazıya kaynaklık eden konuşması

Konuşmasında büyük güç ilişkilerine teorik bir yaklaşım getirmeye çalıştığını açıklayarak başlayan Mearsheimer, teorisini şu 5 varsayım üzerine kurmaktadır:
  1. Uluslararası ilişkiler ve diplomaside en önemli aktör devletlerdir ve devletler, diplomatik kararlar alırken anarşik bir ortamda hareket ederler (Klasik Realizm ilkesi).
  2. Her devletin askeri saldırı kapasitesi vardır, ama bu kapasite açısından birbirlerine eşit değillerdir. Bazı devletler askeri açıdan çok daha güçlü, bazıları daha zayıftır.
  3. Devletler, diğer devletlerin aktüel ve gelecekteki niyetlerinden asla emin olamaz ve diğer devletlere daima kuşkuyla yaklaşırlar.
  4. Devletlerin en temel amacı ayakta kalabilmektir.
  5. Devletler, rasyonel aktörlerdir ve mantıklı kararlar alırlar.
Bu 5 varsayımdan yola çıkan tablo ise şöyledir; devletler, üç temel nedenden ötürü birbirlerinden korkarlar. İlk neden, devletlerin her zaman için yüksek askeri saldırı kapasitesine sahip ve iyi niyetli olmayan devletlerle karşılaşabilme riskleridir. İkinci neden ise, uluslararası kurumların yaptırım mekanizmalarının etkisiz kaldığı anarşist bir sistemde, devletlerin ancak “self-help” (kendi kendine yardım edebilme) mekanizmasının işe yaradığını er veya geç anlamalarıdır. Buna bağlı olarak gelişen üçüncü neden ise, devletlerin dış politikada gücün işe yaradığını fark etmeleri nedeniyle, mümkün olduğunca fazla oranda güç sahibi olmaya ve hatta sistemde hegemon olmaya gayret etmeleridir. Küresel hâkimiyetin Soğuk Savaş sonrasında ABD için bile çok zor olduğuna dikkat çeken Mearsheimer, dış politikada yapılacak en akıllıca gerçekçi davranışın bölgesel hegemon olmaya gayret etmek olduğunu düşünmektedir. Buna ek olarak, Mearsheimer, hegemon devletlerin diğer bölgesel hegemon devletlerin oluşmasına izin vermemeye çalışmasını da doğru bir politika olarak değerlendirmektedir. Bu doğrultuda, ABD’nin bölgesel hegemon olduğu Batı dünyasında kendisine yönelik bir güvenlik tehdidi olmaması sayesinde dünya çapında siyasete yön verebildiğini iddia eden Mearsheimer, daha sonra ABD tarihine ve dış politikasına odaklanmaktadır.

John Mearsheimer

John Mearsheimer’a göre; 18. yüzyılda 13 eyaletten ibaret küçük bir devlet olan Amerika Birleşik Devletleri, iki yüzyılda komşularıyla (Kanada, Meksika) savaşarak ve onlardan toprak alarak bugün 50 eyaletli devasa bir dünya gücüne ve bölgesel hegemona dönüşmüştür. Bu nedenle, Amerikan tarihi hakkındaki okullarda öğretilen yaygın liberal ezberlere kanmamak ve Amerika’nın kan ve işgal politikaları üzerine kurulu olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Ayrıca, ABD’nin yükselişi, Avrupa devletlerinin düşüşüyle de yakından alakalıdır. Sovyet tehdidi karşısında İkinci Dünya Savaşı süresince yıkılan Avrupa’nın yetersiz kalması, ABD’nin Soğuk Savaş döneminde (1945-1991) yeni bir hegemon olarak doğmasına neden olmuştur. ABD, Soğuk Savaş dönemi sonrasında da tüm dünyaya küresel liderliğini devretmek konusunda istekli olmadığını her fırsatta göstermektedir.

ABD-Çin ilişkilerine dönecek olursak, Mearsheimer’a göre, güç ilişkilerinin farkında olan Çin, göreceli gücünü (relative power) sürekli olarak arttırmaya çalışmaktadır. Bu doğrultuda, ilk tespiti, Çin Halk Cumhuriyeti’nin güçlü bir ordu kurmaya devam edeceği şeklindedir. İkinci olarak, Mearsheimer’a göre, Çin, güç ilişkilerine dayalı olarak kurduğu Realist teorinin doğal bir sonucu olarak, güçlendikçe bölgesinde (Asya) hegemon bir ülke olmak isteyecek ve ABD’yi bu bölgeden uzaklaştırmaya çalışacaktır. ABD ise, buna asla izin vermek istemeyecek ve Çin’in bir Asya hegemonu olmasını engellemeye çalışacaktır. Bu anlamda, Mearsheimer’a göre Barack Obama döneminde başlatılan “Pivot to Asia” politikası, ABD-Çin rekabeti açısından sadece bir başlangıçtır. Gelecek yıllarda, ABD Çin’i Asya’da çevrelemeye çalışacak, Çin de ABD’yi kendi bölgesinden uzak tutmaya gayret edecektir. Çin’in hızlı yükselişinden korkan komşu ülkeler de zamanla ABD’ye doğal müttefik haline geleceklerdir. Bu doğrultuda, ABD’nin son dönemde Hindistan ve Japonya ile yakın ilişkiler kurmaya başlaması dikkat çekicidir. Soğuk Savaş döneminde demokratik bir sistemi olmasına karşın ABD ile sorunlu ilişkiler kuran Hindistan’ın şimdi daha farklı bir pozisyon alması, Çin tehlikesi karşısında geliştirdiği savunmacı refleksin en açık ispatıdır. Güney Kore, Tayvan, Singapur, Avustralya, Endonezya gibi ülkeler de ABD-Çin rekabeti açısından önemli aktörlerdir ve ABD’ye yanaşmaları muhtemeldir. Pakistan, Myanmar (Burma), Laos ve Kamboçya ise, Mearsheimer’a göre, bu rekabet ortamında Çin ekseninde politikalar geliştirmeleri beklenen ülkelerdir.

Bu bölümün ardından “security dilemma” (güvenlik ikilemi) kavramını açıklamaya başlayan Mearsheimer’a göre, bir devletin aslında kendisini savunmak için yaptığı bir hamle, neredeyse otomatik olarak diğer devletler tarafından bir saldırı olarak görülmektedir. Bu nedenle, bu tarz rekabet ortamlarının doğal sonucu bir “silahlanma yarışı”dır (arms race). Yani özetlemek gerekirse, John Mearsheimer’a göre, süpergüç ilişkilerinin doğal bir sonucu olarak, Çin de, diğer tüm devletler gibi barışçıl olarak yükselemeyecek ve ABD ile kaçınılmaz olarak Asya-Pasifik bölgesinde sert bir rekabete girecektir. Ama bu rekabetin sonucu büyük bir bölgesel kriz ya da Üçüncü Dünya Savaşı olmak zorunda değildir…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[2] Hakkında birkaç yazı için;

Hiç yorum yok: