28 Kasım 2015 Cumartesi

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, Türkiye ve Dünya Gündemini Ada Tv'de Cansu Örmeci'ye Değerlendirdi


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, 27 Kasım 2015 tarihinde Ada Tv’de yayınlanan “Öğlen Ajansı” programında Cansu Örmeci’nin Suriye’de bir Rus uçağının düşürülmesi sonrasında gerilen Türkiye-Rusya ilişkileri, Suriye iç savaşı, Türkiye iç politikasındaki güncel gelişmeler ve Kıbrıs müzakereleri hakkındaki sorularını yanıtladı. Aşağıda bu programın görüntülerini bulabilirsiniz.








24 Kasım 2015 Salı

Yeni Kitap: “Yeni Soğuk Savaş Ortamında Dış Politika (2012-2015)”


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci’nin Türkiye ve dünya politikası hakkında yazmış olduğu makaleler ve yaptığı mülakatların bir araya getirildiği “Yeni Soğuk Savaş Ortamında Dış Politika (2012-2015)” adlı kitap, Yeniyüzyıl Yayınları tarafından piyasaya sürüldü. 480 sayfalık kitapta, Türkiye ve dünya siyasetinde son yıllarda yaşanan en önemli konular hakkında analizler yapılırken, gelecekte gerçekleşmesi muhtemel olaylara da ışık tutulmaya çalışılıyor.

Kitabın İçindekiler ve Önsöz bölümlerine ulaşmak için buraya tıklayınız.

Kitabın satıldığı bazı siteler için;

22 Kasım 2015 Pazar

Türkiye'de Dindarlık


Giriş:
Bahattin Akşit, Recep Şentürk, Önder Küçükural ve Kurtuluş Cengiz’in İletişim Yayınları’ndan 2012 yılında yayınladıkları “Türkiye’de Dindarlık: Sosyal Gerilimler Ekseninde İnanç ve Yaşam Biçimleri” adlı eser, Türkiye siyasetine özellikle çok partili siyasal hayata geçildiği 1950’lerden beri damgasını vuran İslamcılık-laiklik çatışmasının anlaşılması adına son derece faydalı olan TÜBİTAK destekli bir bilimsel araştırmanın kitaplaştırılmış halidir. Bu yazıda bu araştırma ve kitapta öne çıkan bazı hususları özetlemeye çalışacağım.

Metodoloji:
Kitap, adı verilen yazarların 2008-2011 yılları arasında Türkiye’de 25 şehrin kent merkezi ve köylerinde 18 yaşın üzerindeki yüzlerce kişiyle yaptıkları ve anket, gözlem ve derinlemesine mülakatlar şeklinde gerçekleştirilen kapsamlı bir bilimsel araştırmaya dayanmaktadır. Bu görüşmelerde kullanılan sorular ve bunlara verilen cevaplardan oluşan 1538 adet anket sonucu, SPSS programında kodlanmış ve bu programın ortaya koyduğu sonuçlar, siyasal ve bilimsel gerçekler ışığında yorumlanmaya çalışılmıştır. Elbette bu çalışma öncesinde, literatür taraması yapılarak sorulması gereken en önemli sorular belirlenmiş ve araştırmaya kuramsal bir çerçeve çizilmiştir. Proje kapsamında 2 Profesör, 4 doktora öğrencisi ve 5 yüksek lisans öğrencisi görev yapmıştır. Proje kapsamında gerçekleştirilen tüm etkinlikler şöyle sıralanabilir; 3 ilde (Denizli, Erzurum, Kayseri) 2 ay süren katılımcı gözlemler, Türkiye genelinde 26 ilde yapılan 1538 anket, toplumsal ekonomik, dinsel ve entelektüel elitlerden oluşan 40 kişi ile yapılan derinlemesine görüşmeler ve yerel elitleri de kapsamak üzere 8 ilden 198 kişi ile yapılan derinlemesine görüşmeler.

Araştırmanın Amacı ve Araştırma Soruları:
Toplumsal yapı ve din arasındaki ilişkileri anlamanın en iyi yolu olarak kitapta 5 gerilim alanına odaklanılmıştır. Bunlardan birincisi, din sosyolojisinin en önemli ikilemlerinden olan kutsallık-dünyevilik ayrımıdır. İkincisi, son iki yüzyılın temel karşıtlıklarından olan geleneksellik-modernlik çatışmasıdır. Üçüncüsü, dinin kamusal alan ve özel alanda nasıl yaşanacağı konusunda oluşan farklı algılamalardır. Dördüncüsü, kutsal kitaptaki din ve yaşanan (gerçek) din arasındaki gerilim ve farklılıklardır. Beşinci ve son gerilim alanı ise, günlük hayatın hangi alanlarına dinin düzenleyici olarak girmesi gerektiği konusunda yaşanan anlaşmazlıklardır. Araştırma, bu temel sorular ve çatışmalar üzerine dizayn edilmiştir.

Araştırma Grupları:
Araştırma öncesinde, literatür taraması sonucunda bu alanda 4 ana eksen (temel grup) belirlenmiştir. Bunlar; laiklik, dindarlık, muhafazakârlık ve zamandır. Bu eksenler, kendi içlerinde de 3 farklı kategoriye ayrılmaktadırlar. Dindarlık ekseni; fazla dindar olmayanlar, orta düzeyde dindar olanlar ve çok dindar olanlar şeklinde üçe ayrılmaktadır. Laiklik ekseni; laikliğe karşı olanlar, orta düzeyde laik olanlar ve katı laik olanlar şeklinde üçe ayrılmaktadır. Muhafazakârlık ekseni; toplumsal cinsiyet, ekonomi ve siyaset gibi konularda muhafazakâr olmayanlar, biraz muhafazakâr olanlar ve katı muhafazakâr olanlar şeklinde üç grup oluşturmaktadır. Zaman ekseni ise; bu üç parametre çerçevesinde kişisel deneyim ve hayat hikâyelerinin farklı zaman dilimlerinde incelenmesini ortaya koyan dördüncü parametreyi oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bu araştırmadan çıkan en temel sonuç; toplumu kabaca dindar-dindar olmayan gibi iki ana eksende incelemenin hatalı olacağı şeklindedir. Zira laiklik, muhafazakârlık ve dindarlık eksenlerinin her birinde 3 farklı düzey olabildiği gibi, zaman değişkeni sayesinde farklı zaman dilimlerinde bireyler farklı eğilimler gösterebilmektedir. Dahası, özellikle muhafazakârlık ekseninde yer alan 3 farklı parametrenin de (toplumsal cinsiyet, ekonomi ve siyaset) birbirlerinden kolaylıkla ayrışabilmesidir. Yani laiklik karşıtı ve koyu dindar bir kimse, siyaseten ve toplumsal cinsiyet açısından muhafazakâr olabilirken, ekonomi konusunda yenilikçi ve girişimciliği-liberalizmi destekleyen bir çizgide yer alabilir.

Sosyal Bilimlerde Din Çalışmaları:
Din, toplumsal ve siyasal hayata yoğun etkisi nedeniyle sosyal bilimlerin en temel konularından birisidir. Dinin sosyal bilimler içinde bir alan olarak gelişmesine bakıldığında; Reform ve Aydınlanma hareketleriyle başlayan dönemin özel bir önemi vardır. Bu hareketlerin etkisinde oluşan ve gelişen düşüncelerin etkisiyle, din, bilimsel olarak anlaşılmaya ve çalışılmaya başlamıştır. Modern dönemin başındaki din çalışmalarının ana özellikleri; nedensellik anlayışı çerçevesinde doğal dinlerin ve Batı dışındaki dinlerin anlaşılmaya çalışılması, sonraları seyahat günlüklerine bağlı olarak çeşitli dini inançlar hakkında tanımlayıcı ve öğretici çalışmaların ortaya çıkmaya başlaması ve eski ve tarihi metinlerin incelenmeye başlanmasıydı. 18. yüzyılda Kuzey Amerikalı yerli halk hakkında Joseph-François Lafitau’nun (1681-1746) anlatıları ve Christopher Meiners’in (1747-1810) dinler tarihi ve fetişizmin dinin ilk hali olduğunu anlattığı eseri, bu çalışmalara örnek olarak verilebilir. Bu dönemde, dinler tarihi, kutsal figürlerin ve halka ait bazı mitolojik karakterlerin ve inanışların incelenmesi de önemli bir çalışma alanı olmuştur. Georg Creuzer’in (1771-1858) sembolizm ve mitoloji, Grimm Kardeşler’in sözlü tarih araştırmaları ve Wilhelm Mannhardt’ın (1831-1880) din çalışmaları bunlara örnektir.

19. yüzyılda ise, din çalışmaları üniversiter disiplin içerisinde daha bilimsel ve organize şeklinde çalışılmaya başlanmıştır. Yine bu dönemde, farklı disiplinler (sosyoloji, psikoloji, antropoloji) arasında etkileşimler ortaya çıkmaya başlamıştır. Psikolojide William James, Sigmund Freud ve Alfred Lehmann, antropolojide Herbert Spencer, Edward Taylor ve Wilhelm Schmidt, sosyolojide ise Emile Durkheim, Max Weber ve Karl Marx (Karl Marks) bu dönemin en önemli isimleridir. Bu çalışmaların da etkisiyle, 20. yüzyılda din konusu kendi başına bir üniversiter disiplin haline gelmiştir. Bu yüzyılın en önemli isimleri ise; Carl Gustav Jung, Bronislaw Malinowski, Paul Radin, Walter Otto ve Clifford Geertz’dir.

Literatür Taraması:
Din konusundaki en önemli teoriler şöyle özetlenebilir;

SOSYOLOJİ:
Emile Durkheim, dini, kutsallığına inanılan şeylerle ilgili pratikler ve inançlar bütünü olarak tanımlamaktadır. Durkheim, dünyevi ve kutsal olan arasındaki ayrımı vurgulamış ve dinin fonksiyonel rolünden bahsetmiştir. Durkheim, dinin sosyal kökenleri ve farklı kültürlerdeki dini inanışlar üzerine araştırmalar yapmış, dinin insanları disipline eden, onları bir araya getiren, toplumsal düzeni sağlayan ve insanlardaki mutluluğu arttıran fonksiyonlarından bahsetmiştir.

Max Weber, bir olguyu tanımlamanın, onun birçok özelliğini dışarıda bırakmakla mümkün olacağını belirterek, dine bir tanım getirmekten uzak durmuştur. Weber’in ilgilendiği konular, daha ziyade dini fikirler ile diğer sosyal kurumlar ve aktörler arasındaki ilişkiler ve bu fikirlerin kurumlar üzerindeki etkileri olmuştur. Anlayışının en meşhur örneği, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eseridir. Özellikle dini fikirlerin sosyal yenilik ve ekonomik aktiviteler üzerindeki etkisini inceleyen bu tez, Weber’in bu alana yaptığı en önemli katkısıdır. Bunun yanı sıra, Batı medeniyetlerinin ayırt edici özellikleri ve sosyal tabakalaşma ve dini fikirler arasındaki ilişkiler de Weber’in ilgilendiği konular arasındadır. Çalışmalarını Protestanlık, Hinduizm, Budizm, Taoizm gibi farklı dinlerin detaylı araştırmasına dayandıran Weber, dinin, toplumlar üzerinde kimi zaman toplumsal yapıları belirleyen etkileri olabileceğine dikkat çekmiştir.

Karl Marx da, Weber’e benzer şekilde, dinin sosyal sistemdeki rolüne fonksiyonel bir yaklaşım getirerek, dini, diğer ideolojiler gibi bir üstyapı kurumu olarak görmüş ve onun, sosyal sınıflar arasındaki ilişkilere egemen olan üretim ilişkilerindeki çarpıklıkların görülmesini engelleyen olumsuz bir rol oynadığını savunmuştur. Marx, bu fikrini, “dinin kalpsiz dünyanın kalbi ve kitlelerin afyonu” olduğunu belirten meşhur sözüyle dile getirmiştir. Marx’a göre din; bir yandan sömürüye dayalı toplumsal düzende insanların bulundukları yerlerine sorgulamamasına neden olurken, diğer yandan da bu sistemin olduğu şekilde devam etmesini meşrulaştırma aracı olarak iş görür.

Çağdaş sosyologlardan Peter Berger ise, dini, tarihin bir ürünü olarak tanımlamaktadır. Ona göre; din, kutsal bir kozmosun kurulmasına yönelik insani bir çabadır. Berger, çağlar boyunca insanların inşa ettikleri dünyaların çoğunun kutsal olduğunu, ancak modernleşmeyle birlikte, kutsal olandan dünyevi olana doğru bir hareket ettiğini belirtmiştir. Ancak bu dünyevileşme sonucunda, modern insan, kozmosta ve toplumda yurtsuz/evsiz hale gelmiştir. Diğer bir deyişle, insan hayatına anlam veren dinler ve ideolojiler, modernitenin tahribatı altındadır. Modern toplumda sahipsiz kalan kişiler de, çözüm olarak geleneksel değerlere ve dine yönelmiş ve yeni din hareketlerinin doğuşuna ya da dinlerin yeniden güç kazanmasına neden olmuşlardır.

Bir diğer çağdaş sosyolog Thomas Luckmann da, Berger gibi, modern dünyada insanın karşılaştığı varlık problemi üzerinde durmuştur. Kurumsal din sosyolojisini eleştiren Luckmann, bireyin toplumdaki varlığını dini bir mesele olarak algılamış ve dikkatleri bireysel dindarlığa çekmiştir. Ona göre; bireysel din, hiçbir toplumsal temelden veya kurumdan destek almamaktadır. Ancak kurumsal din, bireyler tarafından hayatı anlamlandıracak ve kutsal kozmosta bir varlık sağlayacak bir araç olarak benimsenmektedir. Bunun etkisiyle, dindarlığın kiliseye devamlılık olarak algılanmasını eleştirmiş ve “dinin özelleşmesi” üzerine vurgu yapmıştır. Özetle, Luckmann, dinin şahsi bir tecrübe olduğunu, sosyal destek ve temellere dayanmadığını vurgulamıştır.

Grace Davie ise, dini, bir sosyal hafıza olgusu olarak ele almaktadır. Ampirik araştırmalardan yola çıkan Davie, dinin toplumsal hafızadan silinmediğini, ancak değişime uğradığını savunmuştur. Bu değişimin nedenlerini anlayabilmek için de 2 kavram geliştirmiştir; “aidiyet duymadan inanmak” (believing without belonging) ve “inanmadan aidiyet duymak” (belonging without believing). Davie, Avrupa’da kiliseye gitme oranlarındaki düşüşü “aidiyet duymadan inanmak” kavramı ile açıklamaya çalışmıştır. Buna göre; toplumun dini hafızası geleneksel kanalların dışında, daha şahsi bir seviyede varlığını sürdürmektedir. Buna örnek olarak, varlık, hayat ve ölüm gibi konuların halen dinle açıklanmasını örnek olarak göstermiştir. Öte yandan, Baltık ve İskandinav ülkelerinde, insanların kiliseye kayıt yaptırıp aidatlarını yatırdıklarını, ancak kilisenin teolojisini kabul etmediklerini gözlemlemiş; bunu da “inanmadan aidiyet duymak” kavramıyla açıklamıştır.

PSİKOLOJİ:
Sigmund Freud, dini, insanlardan gerçeklerin saklanmasına neden olan bir “yanılsama” olarak tanımlamıştır. Freud’a göre din; insanların yaşamlarında karşılaştıkları ölüm ve benzeri travmatik olaylara ve mutsuzluk kaynağı olan problemlere yanılsama yaratan kurgusal cevaplar sunarak, onların gerçeklerle yetişkin bireyler gibi mücadele etmelerini engellemektedir. Dinin psikolojik etkileri üzerinde duran Freud, insanların sorunlar karşısında inisiyatif kullanmamalarına neden olduğu için, dinin sosyal gelişimi engellediği tezini savunmuştur.

Klasik psikolojinin en önemli isimlerinden olan William James ise, dini kurumlar veya aktörler üzerinde durmaktansa, dini deneyimlere yoğunlaşmıştır. Dini, Durkheim’ın yaptığı tanıma paralel olarak, insanların kutsal olduğunu düşündükleri varlığa karşı olan duygu ve hareketleri olarak tanımlayan James, farklı dini deneyimler tanımlamış ve “hastalıklı ruh” (sick soul) ve “sağlıklı akıl” (healthy mind) ayrımını getirmiştir.

ANTROPOLOJİ:
Evrimci yaklaşımın kurucularından olan Herbert Spencer, bilimin görevini, bilinmeyen bir alan olarak tanımladığı dinin bilinmeyenlerini araştırmak ve bunları bilgiye dönüştürmek olarak tanımlamıştır. Dinlerin evrimsel gelişiminin de, insanın entelektüel gelişimi ve bu bilinmeyen hakkındaki bilgisinin artmasıyla gerçekleşebileceğini savunmuştur. Spencer, dinlerin evrimsel gelişimini açıklamaya çalışmış ve dinlerin atalara ait olduğu düşünülen ruhlar kültürüyle başladığını belirtmiştir. Bununla birlikte, Spencer, din olgusunu 2 tür korku kavramsallaştırması ekseninde açıklamaya çalışmıştır. Ona göre; siyasi kontrolün temelinde “yaşam korkusu”, dini kontrolün temelinde ise “ölüm korkusu” vardır.

Çağdaş bir düşünür olan Clifford Geertz, dini, insanların ruh hallerini ve güdülerini şekillendiren bir semboller sistemi olarak tanımlamış ve dinin, varlığın genel düzeni hakkında bir gerçekliğe sahip kavramlar ürettiğini söylemiştir. Geertz, sosyal bir olgunun tam olarak anlaşılabilmesi için, kültüre ve sosyal aktörlere ait tüm katmanların hesaba katılması prensibine dayanan “yoğun betimleme” yöntemini benimsemiştir. Geertz, bu tanım çerçevesinde, dini analizin iki adımdan oluşması gerektiğini belirtmiştir; dini oluşturan sembollerle somutlaşan manalar sisteminin analizi ve bu sistemlerin diğer sosyal yapılar ve psikolojik süreçlerle ilişkilendirilmesi.

İngiliz kadın antropolog Mary Douglas ise, kültürel sembollerin kullanımının bütün toplumlar için geçerli olduğu noktasından hareketle, çeşitli sembollerin farklı toplumlardaki benzer kullanımlarını araştırmıştır. Douglas, yöntem olarak Bernstein’ın sınırlı ve işlenmiş ifade kuralları ve kontrol teorisinden yararlanmıştır. Buna göre; sosyal etkileşim, devamlı olarak hem grup ve toplumun çevresini, hem de grup içindeki ayrımları belirleyen çeşitli sınırlar içindedir. Douglas’a göre; davranış ve konuşmalarımız da bu sınırlar tarafından belirlenir. Bunun din sosyolojisi açısından önemi ise, dini davranışların da bu sınırlardan ve tecrübelerden etkilenmesidir. Douglas, bu yöntemleri farklı ritüelleşme derecelerini yorumlamak için kullanmıştır.

Türkiye’de Din Çalışmaları:
Türkiye’de İslam diniyle ilgili çalışmalar, çoğunlukla dinin teolojik ve doktriner boyutlarıyla ilgili çalışmaların yapıldığı İlahiyet Fakülteleri ile sınırlı kalmıştır. Bununla birlikte, İslam dinini merkezde tutan ve bilimsellikten uzak birçok popüler kitap da yayınlanmaktadır. Özellikle son yıllarda, İslam dinini bir üst söylem ve ideoloji haline getirmek için siyasi amaçlarla yazılmış popüler çalışmaların arttığı görülmektedir. Türkiye’de din konusunda eleştirel ve bilimsel çalışmaların yapılamaması, bu konunun halen toplumsal yaşam ve siyasal alanda tabu olarak kabul edilmesiyle yakından alakalıdır. Bu nedenle de, Türkiye, din çalışmaları konusunda yerinde saymakta ve siyasal düzlemde de laiklik-İslamcılık çatışmasına bir çözüm bulunamamaktadır. Türkiye’de genelde -muhafazakâr hatta köktendinci kesimlerin desteğiyle iktidara gelen- sağ partilerin iktidarda bulunması da, bu alandaki girişimlerin önünü tıkamakta ve bilimsel gelişmeyi önlemektedir.

Oysa Türkiye’de son yıllarda artan İslamcılık, ebeveynleri gibi kırsal alanlarda geleneksel Türk-İslam değerleriyle değil, büyük şehirlerde kentsel kültürle yetişen farklı bir jenerasyona dayanmaktadır. Bu insanlar, dini, anne-babaları gibi yaşamamaktadırlar. Öte yandan, modernizm teorisinin iddia ettiği gibi, kentleşme ile birlikte dindarlıkta bir azalma yaşanmamış, tam tersine bir artış gözlemlenmiştir. Bu yeni tür İslam, Huntington ve Gellner gibi araştırmacıların dinin demokratikleşmeyi ve sivil toplumun gelişmesini engelleyeceğini ileri süren tezleriyle açık bir şekilde çelişmektedir. Örneğin, Jenny White’a göre; Ümraniye’de İslamcı orta ve alt sınıf kadınların örgütlenmeleri, demokrasiye ve sivil topluma önemli bir katkıdır. Yine White’a göre; kadınların artan örtünmesi, ilginç bir şekilde onların sosyal ve profesyonel hayata daha yoğun olarak katılabilmelerini sağlamaktadır. White’ın düşüncesinde, İslamcı erkeklerin bekâreti ve kadın-erkeğin fiziksel/mekansal ayrımını savunan görüşleri ise, İslam dininden ziyade geleneksel ataerkil değerlere yaslanmaktadır. Yeşim Arat ise, Refah Partisi Hanımlar Komisyonu çatısı altındaki İslamcı faaliyetlerin sivil toplum ve demokratikleşmeye katkısını incelemiştir. Bu ve benzeri çalışmalarda, İslam dini ve İslamcılık akımı, “yeni orta sınıf” kavramı çerçevesinde ekonomik pastadan daha fazla pay isteyen grupların dayanak noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. Cihan Tuğal’ın 2000-2002 yılları arasında Sultanbeyli’de yaptığı çalışma ise, dinsel ritüellerin günlük yaşamdaki yerinin artmasının İslamcı siyasetin yükselişine paralel olduğuna dikkat çekmektedir. Sonuçta, Türkiye’de din alanındaki çalışmalar genelde belli tabular çerçevesinde gerçekleştirilen ve ülkenin İslami dönüşümüne kapsamlı bir cevap vermekten uzak, henüz emekleme aşamasındaki çalışmalardır.

Sonuç:
3 yıl süren bu araştırmanın 572 sayfada özetlendiği kitabın en önemli bulgularını derlemek gerekirse, karşımıza şu başlıklar çıkmaktadır;

1-) Kutsal ve dünyevi arasındaki gerilim: Bu gerilim, kendisini en çok siyaset ve ekonomi alanında göstermektedir. Bu konuda, Türkiye toplumunun heterojen bir yapıda olduğu görülmüştür. Türkiye’de toplumsal ahlak ve normlara ters düşen -yasal veya yasadışı- birçok ekonomik aktivite İslamcı gruplar tarafından gerçekleştirilebilmekte, buna karşın, siyaseten çok seküler ve hatta din karşıtı gruplar, ekonomide daha muhafazakâr olabilmektedirler. Zira ülkede bir kısım insan, kutsal ve dünyeviyi birbirinden tamamen ayırmakta, bir grup insan ise bunlara bir bütün olarak bakmaktadır.

2-) Kamusal ve özel alan arasındaki gerilim: Bu konuda da Türkiye toplumunda birbirine tezat yaklaşımlar hâkimdir. Türkiye’nin katı laik yakın geçmişi, bu konudaki tartışmaları arttırmakta ve gerilimi yükseltmektedir. Türkiye’nin laik düzeni, Batı tipi laiklikten farklı olarak daha devlet kontrollüdür. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı, ancak sadece Sünni Müslüman gruplara hizmet sunması, bu alandaki en temel gerilimlerdir. Yine türban ve ibadet gibi bazı konular da, kamusal alan-özel alan bağlamında tartışmalara neden olmaya devam etmektedir.

3-) Kutsal metin ve gündelik hayat arasındaki gerilim: Kutsal metinde (Kuran) kesin olarak yasaklanan faiz ve alkol başta olmak üzere modern hayatın kaçınılmaz kıldığı bazı unsurlar, günümüzde Türkiye ve dünyadaki Müslümanları çelişkilere sürüklemektedir. Laik kesimin bu konulardaki rahatlık ve avantajları da düşünüldüğünde, İslamcı kesimin diğer gruplara yönelik olumsuz duygulara kapılabildiği kolaylıkla görülebilir. Ancak son yıllarda İslami kesim içerisinde, artan görünür dindarlığın aksine, ekonomik gelişme ve sınıf atlamanın da etkisiyle, zamana uymanın gerektiğini savunan rasyonel figür ve gruplar artmaktadır.

4-) Dinsel bilgi ve bilimsel bilgi arasındaki gerilim: Türkiye’de insanlar iki farklı tür bilgiye göre hareket etmektedirler; fıkıh ilmine dayalı İslami bilgi ve sosyal bilimlere dayalı modern bilgi. Laik kesimler genelde modern bilgiyi kendilerine temel alırken, İslami kesimler bu konuda seçici davranmakta ve işlerine geldiği ölçüde bilimsel ya da İslami bilgiyi tercih edebilmektedirler. Hatta tamamen İslami bilgiye uygun olarak hareket etmeye çalışan köktendinci gruplar da Türkiye’de mevcuttur. Faiz ve evrim kuramı konusundaki tartışmalar, buna örnektir.

5-) Geleneksel ve modernlik arasındaki gerilim: Bu alanda da Türkiye toplumu çok katmanlı ve dahası geçişken bir yapıdadır. Son yıllarda İslamcı siyasetin başarılı olması, görünürde gelenekselliğin ve dinin artmasına yol açsa da, sosyolojik olarak toplumun çok büyük bölümü ara düzeylerde sıralanmakta ve geleneksellikle modernliği birlikte yaşa(t)maktadırlar.

Araştırma sonucunda elde edilen başka temel tespitler ise şöyle sıralanabilir;
  • Türk toplumu, geneli itibariyle, İslam-laiklik tartışmalarında siyah-beyaz olarak ikiye ayrılmış durumda değildir. Zira “laik dindar” şeklinde kendisini tanımlayan önemli oranda bir nüfus söz konusudur. Ancak bu grubun inanç eğilimleri ve pratikleri konusunda fazla bir şey bilinmemekte ve bu konuda daha fazla bilimsel araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Laikler, dindarlara olan yaklaşımları konusunda da bir bütün değildir. Kimileri çok sert-katı olabilirken, kimileri de ılımlıdır.
  • Dindar kesim içerisinde de bir bütünlük yoktur. Ülkede farklı derecelerde ve farklı alanlarda dindar olan çok çeşitli gruplar bulunmaktadır. Özellikle ekonomi alanında katı yaklaşımları terk eden grupların son yıllarda artması, gelecek adına umut vericidir.
Daha kapsamlı analizler için kitabın tamamı okunmalıdır. Kitabı satın almak için bazı linkler;

Kitabın künyesi ise şöyle;
Yayın Tarihi:2012-09-06
ISBN:9750510878
Baskı Sayısı:1. Baskı
Dil:TÜRKÇE
Sayfa Sayısı:572
Cilt Tipi:Karton Kapak
Kâğıt Cinsi:Kitap Kâğıdı
Boyut:13 x 19,5 cm


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

20 Kasım 2015 Cuma

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci Paris Saldırılarını ve IŞİD Terörünü Ada Tv'de Yorumladı


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, 19 Kasım 2015 tarihinde Ada Tv’de yayınlanan ve Gözde Bekir’in sunduğu “Günaydın Ada” programına katıldı ve 13 Kasım 2015 Paris saldırıları ve Suriye ve Irak’taki IŞİD terörünü yorumladı. Aşağıda bu programı izleyebilirsiniz.



Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci Ada Tv'de Philip Hammond-Mustafa Akıncı Görüşmesini Yorumladı


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, 19 Kasım 2015 tarihinde Ada Tv haber bülteninde Birleşik Krallık Dış İşleri Bakanı Philip Hammond’ın KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile yaptığı görüşmeyi yorumladı. Aşağıda bu röportajı bulabilirsiniz.


15 Kasım 2015 Pazar

Les Elections Législatives en Turquie en Novembre 1, 2015: Le Retour du Gouvernement de l’AKP


Le parti islamo-conservateur, le Parti de la Justice et du Développement (l’AKP) qui gouverne la Turquie depuis 2002, a réussi encore une fois à établir le gouvernement seul après les élections législatives anticipées en novembre 1, 2015. Avec son nouveau chef Monsieur Ahmet Davutoğlu, l’AKP a eu 49,5 % des suffrages et gagné 317 sièges au parlement. Le parti d’opposition le plus fort, le CHP (le Parti Républicain du Peuple) a eu 25,3 % des votes et gagné 134 sièges. Les partis nationalistes; le MHP (le Parti d’Action Nationaliste) et le HDP (le Parti Démocratique des Peuples) ont perdu des votes comparés aux élections législatives de juin 7, 2015. Le MHP a obtenu 40 sièges et devenu le plus petit parti au parlement. Le HDP a gagné 59 sièges et montré que l’opposition kurde n’a pas un problème de seuil électoral maintenant en Turquie.[1] Les élections ont démontré que la politique turque est encore trop volatile car l’AKP a augmenté ses suffrages de 9 % seulement dans 5 mois. Il faut qu’on explique ce changement rapide des électeurs turcs par leurs attitudes générales de voter.

Les partis d’opposition ne seront pas capables de former un gouvernement leurs mêmes:
Les élections de 7 juin 2015 ont montré aux électeurs turcs que les partis d’opposition (le CHP, le HDP et le MHP) ne peuvent pas former un gouvernement de coalition qui aurait la possibilité de réaliser l’esprit des démonstrations de Gezi en 2013 où les jeunes venant des partis différents de la Turquie ont protesté le gouvernement de l’AKP pour les droits d’environnement et les actes autoritaires de Monsieur Erdoğan. Monsieur Devlet Bahçeli, le chef de MHP, a assuré qu’il ne va pas engager en coalition avec le HDP autrement dit qu’il a sauvé l’AKP d’une crise politique. Monsieur Kemal Kılıçdaroğlu, le chef de CHP, n’a pas pu convaincre les autres partis politiques pour cette coalition des partis d’opposition. Monsieur Selahattin Demirtaş, le chef de HDP, n’a pas montré assez d’efforts pour embrasser les autres parts de la société. Dans ce cas, ce n’est pas une surprise que les électeurs ont choisi l’AKP pour la stabilité.

Les actes terroristes de DAECH et PKK servaient à l’AKP:
Entre le 7 juin et 1 novembre, la Turquie est entrée dans un tunnel de l’horreur grâce aux actes terroristes de DAECH (l’Etat Islamique) et PKK. Monsieur Erdoğan, avec une stratégie d’administration de perception rusée, avait utilisé ces actes terroristes pour motiver les électeurs à voter pour l’AKP au nom de la stabilité.

L’AKP représente l’état turc:
On doit aussi dire que l’AKP représente l’état turc grâce à son pouvoir dans le pays depuis 2002. Même si les élections législatives étaient parfaitement libres, Erdoğan et Davutoğlu ont utilisé leur puissance pour gagner plus de suffrages pour leur parti.

Transition en système présidentiel est encore difficile:
Même si l’AKP et le Président de la République Monsieur Recep Tayyip Erdoğan ont gagné la majorité au parlement, le plan d’Erdoğan qui a l’intention de transformer le système politique turc en le système présidentiel est encore difficile. La constitution turque de 1982 envisage une majorité qualifiée de 2/3 (367 sièges) pour modifier la constitution mais l’AKP seulement possède 317 sièges dans le parlement. C’est pourquoi, la Turquie va probablement transformer en système semi-présidentielle comme la France dans les années prochaines et le Président et le Premier Ministre vont apprendre à s’habituer à la cohabitation.

Le cinquième parti:
Considérant la situation désespérée des partis d’opposition en Turquie, on peut dire que pour renverser le gouvernement de l’AKP, on a besoin d’un cinquième parti qui peut passer le seuil électoral. Ce parti doit être libéral et situé au centre pour acquérir les suffrages de gauche et de droit en même temps. Le mouvement islamique de Fethullah Gülen peut être une manivelle pour ce parti afin de parvenir aux électeurs conservatives.
Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] La Turquie a un barrage d’élection nationale de 10 % dans les élections législatives.

13 Kasım 2015 Cuma

Turkey's 1 November 2015 Elections: Return of JDP as the Single-Party Government


Turkey’s ruling Justice and Development Party (JDP) seized another victory on November 1, 2015 general elections with 49,5 % of the total votes. JDP, ruled by Prime Minister Ahmet Davutoğlu who replaced the President of the Republic Recep Tayyip Erdoğan few months ago, won 317 seats in the 550-seated Turkish Grand National Assembly and secured a large majority. However, JDP is still short of 2/3 qualified majority (367 seats needed for this) which Erdoğan asked for a smooth transition into Presidential system in order to be able to make constitutional changes without the support of the opposition parties. Republican People’s Party (RPP) got 25,3 % of the votes and won 134 seats. Nationalist parties Nationalist Action Party (NAP) and People’s Democratic Party (PDP) both lost votes and won fewer seats compared to earlier general elections in June 7. NAP will get 40 and PDP will get 59 seats in the parliament. Elections confirmed the high rate of volatility in Turkish politics since JDP increased its votes by 9 % only in 5 months. There might be several factors which contributed to the ultimate victory of JDP in these elections.

Opposition parties could not create an alternative government model:

After the shocking elections in June, opposition parties RPP, NAP and PDP had the chance to establish a coalition government and drive JDP into corner because of corruption files against the top names of this party. However, NAP leader Devlet Bahçeli refused to engage into coalition talks with RPP and PDP and thus, saved JDP from a political crisis. Although RPP leader Kemal Kılıçdaroğlu was humble enough to offer the post of Prime Ministry to Mr. Bahçeli, he did not envisage and make plans for a coalition government with NAP and PDP before the elections and did not give the picture of a potential Prime Minister to the voters. PDP leader Selahattin Demirtaş on the other hand, began to be seen as an uninfluential political figure after PKK attacks in Turkey. Thus, it is not surprizing to see that Turkish people punished opposition parties (NAP and PDP) and voted for JDP for the sake of stability.

Average Turkish voter does not care about democracy and freedoms:

Because of the relatively poor economic conditions of the country in terms of per capita income, average Turkish voter does not care too much about the level of democracy and freedoms in the country and give economic stability a more important place in his/her voting decision. Although this might be perceived as disturbing, this is also related to the realities of the world since there is no democracy -except India maybe- in the world with low per capita gdp.

Terrorism helped JDP to increase its votes:

Terrorist activities of ISIS and PKK in Turkey between June and November, helped the governing JDP to strengthen its position against opposition parties. JDP, with a clever strategy of perception management, pointed out terrorism as the direct consequence of the poor election results of the party in June and directed voters to vote for itself.

JDP creates domestic enemies:

Following the famous definition fo German philosopher Carl Schmitt on politics, JDP creates internal (domestic) enemies and mobilizes masses against them. This enemy can be changing from the interest rate lobby to Islamic movement of Fethullah Gülen or from coup planning generals to Kurdish secessionists, but the general idea does not change. JDP, as the party of the “good guy” (Erdoğan), fights against enemies of democracy in the name of Turkish people.

Opposition parties are not able to renew themselves and bring new issues to politics:

Opposition parties in Turkey are still using the rhetorics of 1970s and do not bring new political agendas that might surprize JDP and attract voters. JDP is a political party that has been formulated par excellence in terms of classical Turkish politics parameters. Thus, the only way to defeat this party is to bring new ideas, new projects, new agendas and new issues that can be politicized in the country. In the Western societies, gay-lesbian marriages, legalization of soft drugs, environmental rights, animal rights and internet freedoms are recent examples of new political parameters. Opposition parties in Turkey might find new and appropriate topics that might appeal to conservative Turkish voters but until now, they failed to do so.

JDP represents the state:

It must be also added that JDP is not only a political party, but similar to the single-party government of RPP in the 1920s, 1930s and 1940s, it represents the state in the country. Turkish political party system was evolved into a dominant-party system in recent years and JDP uses the advantage of representing the state in politics. It should not be forgotten that JDP choses governors, people who review these governors and also appoint judges that will decide on the fate of these people if there is a legal controversy or case.

Turkish intellectuals are hopeless:

Another observation related to Turkey is that in recent years Turkish intellectuals have become more and more hopeless against the quick rise of Islamism and authoritarianism in the country. Turkish intellectuals historically supported first the modernist Kemalist movement, then the left wing ideologies during the Cold War and the Kurdish political movement more recently on the basis of human rights and equality. But the unstoppable rise of Islamic movement in Turkey, caused the alienation of Turkish intellectuals from their country in the last years. RPP, a party that was supported by Turkish intellectuals in the 1970s under the leadership of Bülent Ecevit, is now a party that does not have organic ties with the Turkish intelligentsia. Islamization of NAP starting from the 1970s, made this party an anti-intellectual political organization and distanced the Turkish intelligentsia. PDP on the other hand, took large support from Turkish intellectuals in recent years, but the party never achieved to become a democratic political party condemning terrorism and appealing to all segments of Turkish society.

A fifth party might be needed to change the government:

Looking at current voting percentages, one might conclude that the only way to change the JDP government is to establish or find a fifth political party that will pass the 10 % electoral threshold. This party must be situated at the center with a liberal ideology that might appeal to both left and (especially) right wing voters and must be able to take votes from the governing JDP. The support of Gülen movement here might be a key to success for such a party. This party might change the political balances in the country and might engage in new coalition models with RPP, NAP and PDP.

Transition into Presidential system is still difficult:

Although JDP had an undisputed victory in general elections, Erdoğan’s plan for transition into Presidential system still does not seem very realistic. JDP needs the support of an opposition party for such a reform, but it seems irrational for opposition parties and leaders to help Erdoğan for transition into presidentialism. Turkey will probably have a de-facto semi-presidential system similar to the early years of the Fifth Republic in France and President and Prime Minister will learn to cohabitate their powers.


Assist. Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

10 Kasım 2015 Salı

Soğuk Savaş'ın Temelleri


Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında 1947-1991 yılları arasında var olan ideolojik-siyasal rekabete ve bu rekabete dayalı olarak ortaya çıkan çift kutuplu dünya düzenine, akademik literatürde “Soğuk Savaş” adı verilmektedir. Soğuk Savaş’ın “soğuk” olmasının, ya da bir diğer ifadeyle “sıcak” olmamasının nedeni ise, bu dönemde bu iki ülkenin başını çektiği bloklar arasında yaşanan mücadelelerin daha ziyade vekalet savaşları (proxy wars) şeklinde gerçekleşmesi ve I. ve II. Dünya Savaşı gibi büyük savaşların yaşanmamış olmasıdır. Nitekim bu dönemde güvenlik endişeleri çok ağır basmasına ve birçok savaş yaşanmasına karşın, hakikaten de Dünya Savaşlarına engel olunmuş ve insan kayıpları çok daha az düzeyde tutulabilmiştir. Günümüzde ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti ve ABD ile Rusya Federasyonu arasında Yeni Soğuk Savaş tartışmalarının yaşandığı bir dönemde, Soğuk Savaş’ın temellerine daha yakından bakmakta fayda var.

Soğuk Savaş’ın Karakteristik Özellikleri
Soğuk Savaş’ı karakterize eden temek özellikler şu şekilde sıralanabilir;
  • Çift Kutupluluk: Soğuk Savaş dönemi boyunca dünya sistemi, ABD ve müttefiklerinin oluşturduğu NATO ve Sovyet Rusya ile müttefiklerinin oluşturduğu Varşova Paktı örgütlenmeleri arasında adeta ikiye bölünmüştür. Bu iki ana blok dışında dış politikada daha bağımsız hareket eden tekil ülkeler ya da Bağlantısızlar Hareketi gibi üçüncü blok girişimleri olsa da, dünya ülkelerinin neredeyse tamamı bu iki kutuplu yapıdan etkilenmiş ve buna göre bir siyaset izlemişlerdir.
  • Kıyasıya İdeolojik Rekabet: Soğuk Savaş, günümüzde pek alışık olmadığımız ölçüde yoğun bir ideolojik rekabete sahne olmuştur. ABD ve Batılı müttefikleri, bu dönemde kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisine dayalı liberalizm ve muhafazakarlık gibi ideolojileri temsil ederken, Sovyetler Birliği ve müttefikleri ise, kumanda ekonomisine ve Marksist prensiplere dayalı sosyalizm-komünizm düşüncesini savunmuştur. Bu ideolojik rekabet, Sovyetler Birliği’nin dayalı olduğu ateist dünya görüşü ile Batılı ülkelerin temsil ettiği teizm felsefesi arasında da büyük bir mücadeleyi içermektedir.
  • Nükleer Silahlanma Yarışı: İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombasını denemesi sonrasında, dünyada -başta ABD ve Rusya olmak üzere- birçok ülke nükleer silahlanma yarışına girmiştir. Soğuk Savaş, nükleer silahlar dışında, konvansiyonel silahlar anlamında da büyük bir rekabete sahne olmuş ve bu dönemde devletler, güvenlik endişelerinin ağır basması nedeniyle, silahlanmaya bütçelerinde büyük pay ayırmışlardır.
  • Vekalet Savaşları: Soğuk Savaş’ın kendisini önceki dönemlerden ayıran en önemli özelliği, iki süper güç ABD ve Rusya arasında doğrudan bir sıcak savaşın yaşanmamış olması ve siyasal mücadelenin daha ziyade vekalet savaşları (proxy wars) şeklinde gerçekleşmesidir. Kore, Vietnam, Afganistan ve daha birçok ülkede yaşanan savaşlar, bu bağlamda değerlendirilmelidir. Zira bu iki süper güç ve müttefikleri, bu dönem boyunca diğer tarafın destek verdiği güçlerin karşısındaki güçlere yardım sağlamış ve onları desteklemişlerdir.
  • Dış Politikada Müdahalecilik: Soğuk Savaş dönemi boyunca dış politikada müdahalecilik çok yaygınlaşmış ve özellikle ABD ve Rusya gibi süper güçler, kendi bloklarındaki ülkeler üzerinde yoğun bir denetim/kontrol sağlamışlardır. Dolayısıyla, bu dönemde yaşanan iç politik gelişmeler, darbeler, siyasi krizler ve benzeri olaylar, bu bağlamda değerlendirilmelidir.
  • Realizmin Ağır Basması: Soğuk Savaş dönemi boyunca dış politikada Realizm teorisi ana akım uluslararası ilişkiler yaklaşımı olmayı başarmıştır. Güvenlik kaygılarının ve ulusal çıkarların bu dönemde çok ağır basması, elbette bunun en temel sebebidir.
  • Total Rekabet: Soğuk Savaş döneminin bir diğer özelliği ise, bu dönemde iki blok arasında yaşanan rekabetin total bir nitelik kazanmasıdır. Yani ideolojik-felsefi mücadelenin yarattığı siyasi rekabet dışında, teknolojisi yarışı, uzay yarışı, sanat dalları ve spor müsabakalarında (özellikle Olimpiyatlar) dahi yaşanan büyük rekabet, bu dönemdeki mücadelenin total niteliğini göstermektedir.
  • Üçüncü Ülkelerde Espiyonaj Faaliyetleri: Soğuk Savaş dönemini karakterize eden en önemli gelişmelerden biri de, ABD ile Sovyet Rusya arasındaki ideolojik rekabetin üçüncü ülkelerdeki espiyonaj faaliyetleri şeklinde tezahür etmesi olmuştur.
George Kennan

Soğuk Savaş’ın başlangıcı kimilerine göre ABD’nin Japonya’da atom bombasını denediği 1945 yılı, kimilerine göre ise Amerikalı stratejist George Kennan’ın Foreign Affairs dergisinde “X” rumuzuyla “The Sources of Soviet Conduct” makalesini[1] yayınladığı 1947 yılıdır. Soğuk Savaş’ın başlangıç dönemine bakıldığında her iki ülke açısından manzara şu şekildedir;[2]
Churchill'in ünlü "demir perde" konuşması

ABD Perspektifi:
  1. Stalin ve Rusya, Yalta ve Potsdam Konferanslarındaki sözlerini tutmamış ve Polonya'dan başlayarak tüm Doğu Avrupa’da komünizmi güç kullanarak yaymaya çalışmaktadır. İngiliz Başbakanı Winston Churchill’in ifadesiyle “Stettin’den Baltık Denizi’ne, Trieste’den Adriyatik Denizi’ne kadar Avrupa’nın üzerine demir bir perde çekilmiştir”.
  2. Bu durum, Rusya’nın komünizmi tüm dünyaya yaymak istediğinin ispatıdır.
  3. Uluslararası komünist hareket, Rusya tarafından kontrol edilmektedir.
  4. Komünizm köleliktir ve insan doğasına aykırıdır.
  5. Amerikan sistemi, dünya halkları açısından daha iyi bir seçenektir.
Büyük Üçlü (Big Three): Stalin, Roosevelt, Churchill

Rusya Perspektifi:
  1. ABD ve Batılı müttefikleri Hitler’e uzun yıllar müsaade etmiş (Neville Chamberlain döneminin yatıştırma politikasına referansla) ve onun Rusya’yı ve komünizmi yok etmesini ummuştur.
  2. ABD, komünist hareketin yıkılmasını arzulayan anti-komünist bir devlettir.
  3. Bilimsel Marksist prensiplere dayalı komünizm, geleceğin ideolojisidir ve tarih Rusya’nın yanındadır.
  4. ABD ve Batı’nın sistemi demokratik değildir; Wall Street ve diğer sermaye grupları tarafından kontrol edilen oligarşik yapıdadır.
  5. Kapitalist toplumlar -Lenin’in teorisinde işaret edildiği gibi- aynı zamanda emperyalisttirler. Emperyalizm, kapitalizmin en ileri aşamasıdır.
Bu gibi gerekçelerle başlayan Soğuk Savaş, Yalta ve Potsdam Konferansları ile şekillenmiş ve 1947 yılında George Kennan’ın ABD açısından Rusya’yı ve komünizmi asıl tehlike olarak işaret ettiği ünlü makale ile kurumsal bir hal almıştır. ABD yönetiminde Stalin'e güvenmek gerektiğini düşünen Roosevelt'in yerini Truman'ın alması da, bu süreci hızlandırmıştır. Soğuk Savaş, Sovyetler Birliği’nin dağılacağı 1991 yılına kadar devam etmiş ve dünya siyasal sistemine olumlu-olumsuz birçok etkide bulunmuştur.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA

[1] Bu makale için; Kennan, George (1947), “The Sources of Soviet Conduct”, Foreign Affairs, July 1947, http://www.asdk12.org/staff/miller_roger/pages/US_History/Cold%20War/Sources%20of%20Soviet%20Conduct%20by%20X%20(excerpts).pdf.
[2] Buradan özetlenmiştir; McWilliams, Wayne C. & Piotrowski, Harry (2001), The World Since 1945: A History of International Relations, London: Lynne Rienner Publishers.

Murat Karayalçın'la 1 Kasım 2015 Genel Seçimlerini Konuştuk


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul İl Başkanı olan deneyimli siyasetçi ve Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim görevlisi Murat Karayalçın'la 1 Kasım 2015 Türkiye erken genel seçimlerini konuştu. Aşağıda bu sohbeti dinleyebilirsiniz.



5 Kasım 2015 Perşembe

1 Kasım 2015 Türkiye Erken Genel Seçimlerinin Düşündürdükleri


Türkiye’de 1 Kasım 2015 tarihinde düzenlenen erken genel seçimlerden 13 yıldır iktidarda olan İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi büyük bir zaferle ayrıldı.[1] 7 Haziran’da düzenlenen genel seçimlerde yüzde 40,59 oyda kalan ve TBMM’de yalnızca 258 sandalye elde eden AKP, bu defa yüzde 49,4 oyla 317 milletvekili çıkarmayı başardı. Böylelikle, AKP, tek parti iktidarını birkaç aylık kısa bir aradan sonra yeniden kurmuş oldu. 7 Haziran’a kıyasla 4,8 milyon daha fazla oy alan AKP, HDP’nin barajı geçmesi nedeniyle TBMM’de 2/3 çoğunluğa ulaşma şansını az farkla kaçırdı. Anamuhalefet partisi konumundaki Cumhuriyet Halk Partisi, oylarında küçük bir artış sağlamasına ve 2 yeni milletvekili koltuğu kazanmasına karşın, iktidara alternatif bir güç olmayı başaramadı. Ayrıca 7 Haziran’da 10 ilde birinci parti olan CHP, 1 Kasım’da sadece 6 ilde en çok oyu alabildi. CHP, TBMM’de 134 vekile sahip olacak. Seçimde en büyük hayalkırıklığını ise milliyetçi partiler MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) ve HDP (Halkların Demokratik Partisi) yaşadılar. 7 Haziran’a kıyasla 2 milyona yakın seçmenini yitiren MHP’nin oy oranı, yüzde 16,3’ten yüzde 11,9’a geriledi. 7 Haziran’da 80 milletvekili çıkaran MHP, bu kez 40 vekil kazanarak meclisteki en küçük parti grubu oldu. Kürt siyasal hareketinin temsilcisi HDP ise, 7 Haziran’da yakaladığı yüzde 13’ün epey altına düşerek, yüzde 10 seçim barajının çok az üzerinde, yüzde 10,75 oyda kaldı. Doğu’da da önemli oy kaybı yaşayan HDP, yaklaşık 1 milyon seçmeni kaybetti. Partinin vekil sayısı ise 80’den 59’a geriledi. Ancak parti, yine de meclisteki en büyük üçüncü parti grubu konumunda.

Seçim sonuçları istatistiksel anlamda bu verileri ortaya koyarken, asıl önemli konu, 5 ay içerisinde yaşanan bu hızlı oy kaymalarını yorumlamaktır. Burada şu temel tespitler yapılabilir;

Muhalefet Partileri İktidar Alternatifi Ortaya Koyamıyor: Türkiye’de başta anamuhalefet partisi CHP olmak üzere muhalefet partilerinin halka bir iktidar alternatifi sunmaması, AKP’yi sistemde alternatifsiz hale getirmektedir. 7 Haziran sonrasında CHP-MHP-HDP koalisyonu ile AKP’yi 13 yıl aradan sonra iktidardan indirme şansı yakalayan muhalefet, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin tavrı nedeniyle bu fırsatı tepmiştir. Oysa böyle bir koalisyon kurulabilse, HDP sisteme daha entegre olacak ve muhtemelen radikal siyasal söylemini yumuşatacak, dahası Gezi Parkı protestolarında ortaya çıkan birleştirici ruhun devamı niteliğinde çok renkli bir hükümet kurulabilecekti. Böyle bir koalisyonun kurulmasına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın engel olması halinde ise, muhalefet partilerinin daha da büyük bir oy patlaması yapması mümkündü. Ancak Sayın Bahçeli, seçim gecesi yaptığı konuşmayla bu ihtimale kapıyı daha ilk günden kapatmış ve AKP’nin ve Erdoğan’ın elini çok rahatlatmıştır. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da, böyle bir koalisyonun kurulmasına öncülük edebilecek bir lider görüntüsü çizmeyi başaramamıştır. HDP lideri Selahattin Demirtaş ise, PKK’nın artan terör eylemleri karşısında tepkisiz kalması nedeniyle etkisiz bir siyasi figür gibi algılanmaya başlanmıştır. Halk da bu manzara karşısında yeniden tek parti iktidarına meyletmiş ve birkaç ay içerisinde özellikle MHP ve HDP tabanından AKP’ye büyük oy kayması yaşanmıştır.

Ortalama Türk Seçmeni Özgürlük ve Demokrasiyi Önemsemiyor: Orta gelirli bir millet olan Türkiye halkı, ekonomik kaygıların ağır basması nedeniyle ülkelerinde giderek azalan özgürlükleri ve düşen demokrasi kalitesini pek de önemsememektedir. Bu durum eleştiri konusu yapılabilecek olmasına karşın, biraz da siyasi gerçeklerle ilgilidir. Dünyada -Hindistan dışında- halkın fakir olduğu bir demokrasi yoktur. Türkiye’nin son yıllarda yakın ilişkiler geliştirdiği Körfez ülkeleri ise, zengin ama demokrasiden uzak ülkelere örnektir. Dolayısıyla, önce cebini düşünmek zorunda olan Türkiye halkı, seçimini istikrardan yana kullanmış ve AKP’yi yeniden tek başına iktidara taşımıştır.

Terör, İktidardaki AKP’ye Yarıyor: 7 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye’nin içerisine girdiği kaos ortamının iktidar partisi AKP’nin işine yaradığı, 1 Kasım seçim sonuçlarıyla birlikte tescil edilmiştir. 4-5 aylık bu kısa sürede Türkiye’de üstüste patlayan bombalar ve artan IŞİD ve PKK terör eylemleri, başta HDP olmak üzere muhalefet partilerinin oyunu düşürmüş ve AKP’yi tek iktidar alternatifi haline getirmiştir. Terör eylemleri, ayrıca giderek parlamaya başlayan HDP lideri Selahattin Demirtaş’ı da etkisiz bir siyasal figür haline indirgemiş ve önünü tıkamıştır.

AKP, İç Düşman Yaratma Siyasetiyle Başarılı Oluyor: Bugüne kadar girdiği tüm seçimlerden zaferle çıkan AKP, bu başarısını maalesef ki Carl Schmitt’in yıllar öncesinde tanımladığı ve faşist siyasal ideolojiye uygun olan siyaset tanımına borçludur. Siyaseti “dost-düşman ayrışması” olarak tanımlayan Schmitt’e göre hareket eden AKP, yıllar içerisinde kendisine birçok düşman belirlemiş ve bunları alt etmeyi başarmıştır. Bu düşmanlar; darbeci general ve askerler, türban karşıtları, İsrail’e yakın kesimler, Kürt ayrılıkçı hareketi, faiz lobisi, Gülen cemaati ve muhalif basın-yayın organları olarak zaman içerisinde değişmiş, ancak genel mantık değişmemiştir. AKP’nin bundan sonra yaşayabileceği bir zorluk ise, ülkede mutlak hakimiyet sağlaması nedeniyle düşman bulmakta zorlanmaya başlayacak olmasıdır. Bu nedenle, AKP’nin ilerleyen yıllarda ekonominin darboğaza girmesi durumunda, laik menşeli sermaye gruplarına yönelik saldırılarda bulunması (TÜSİAD üyesi olan sermaye grupları) ve yandaşlarına yeni rant alanları açması olasıdır. 

Muhalefet Partileri Yeni Siyaset Parametreleri Geliştiremiyor: Türkiye’de 1950 yılında çok partili siyasal hayata geçilmesinden bu yana siyasete damgasını vuran temel parametreler bellidir; İslamcılık-laiklik farkı, Sünni-Alevi rekabeti, Türk-Kürt ayrışması, sağ-sol (sermaye odaklı-emek odaklı) siyaset çatışması, dış politikada Batıcılık-Doğuculuk eksenleri ve güvenlikçi-özgürlükçü politikalar ikilemi... AKP, bu parametreleri mükemmel şekilde kullanan bir parti olduğu için, bu parametreler üzerinden yapılan siyasette rakiplerini her şekilde alt etmektedir. İslamcılığı, Sünniliği, Türklüğü, sermaye odaklı siyaseti, kısmen Batıcılığı ve güvenlikçi politikaları temsil eden AKP, buna karşın diğer (karşıt) grupları da kapsayıcı akılcı söylem ve politikalarıyla konumunu iyice sağlamlaştırmaktadır. Bu nedenle, muhalefet partilerinin artık siyaseti çok farklı değerler ve tartışmalar üzerinden yürütmeleri ve AKP’yi farklı noktalardan sıkıştırmaları gerekmektedir. Son dönemde Batı toplumlarında yeni gelişen siyasal reflekslere bakıldığında; eşcinsel evliliklerine izin verilmesi, uyuşturucu kullanımının yasallaştırılması, internet özgürlükleri ve hayvan hakları gibi konuların ön plana çıktığı görülmektedir. Ancak internet özgürlükleri ve hayvan hakları dışında, bu konuların Türkiye gibi muhafazakar bir ülkede başarılı olması son derece zor gözükmektedir. Bu nedenle, muhalefetin Türkiye’ye uygun olabilecek yeni siyaset parametreleri geliştirmeleri gerekmektedir.

AKP, Devleti Temsil Ediyor: Bu seçimlerle bir kez daha görülen bir diğer gerçek ise, 13 yıldır iktidarda olan AKP’nin, tek parti dönemi CHP’si gibi Türkiye Cumhuriyeti devletini artık bir parti-devlet modeliyle yönetmeye başlamış olmasıdır. Tüm kamu kurumlarının başına yetkili kişileri atayan, bunları denetleyen kişileri belirleyen, olası dava durumlarında bu kişileri yargılayacak kişileri de seçen AKP ve Erdoğan rejimi, Türkiye’yi adeta avucunun içine almıştır. Böyle bir rejimi değiştirmek, imkansız değilse bile çok zordur. Zira devlet kurumları, parti çıkarları için çalışmaya başlamıştır ve muhalefet partilerini ve bu partilerin etkili isimlerini adeta düşman gibi görmektedirler.

Türk Aydınları Umutsuz: Türkiye’de uzun yıllar modernizme, sol veya aşırı sola ve son yıllarda da Kürt haklarına ilgi gösteren Türk entelijensiyası, son dönemde artan İslamcılık nedeniyle ülkeden umudu kesmeye başlamıştır. Bunun temel sebebi, aydınların siyasal arenada kendilerine hitap etmeyi başarabilen bir lider bulamamasıdır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, örneğin Kibariye ya da Orhan Gencebay gibi popüler ses sanatçıları ile bir araya gelerek ortalama seçmene hitap etmeye çalışırken, CHP, MHP, HDP gibi partilerin liderleri, sanat camiası ya da aydınlardan destek almayı başaramamıştır. Geçmişte Bülent Ecevit, Erdal İnönü ve Deniz Baykal dönemlerinde aydınlardan büyük destek alan CHP, Kılıçdaroğlu döneminde bu konuyu çok ihmal etmiş ve Türk entelektüelleri ile organik bağını koparmıştır. MHP, eski kuşaklardaki Türkçülerin tasfiyesiyle birlikte giderek anti-entelektüel bir parti haline gelmiş, Sayın Bahçeli de -akademisyen kökenli olmasına karşın- bu trendi güçlendirerek devam ettirmiştir. HDP ise, Selahattin Demirtaş’ın yarattığı sempatiye karşın, terör odağı bir parti olarak görülmesi nedeniyle Türk aydınları tarafından mesafeyle yaklaşılan bir siyasi oluşumdur. Ancak HDP’nin Avrupalı entelektüellerden aldığı destek, bu parti adına olumlu bir gelişme olarak belirtilebilir.

Anket Şirketleri Başarısız: Türkiye’deki anket ve kamuoyu araştırma şirketlerinin yeterince başarılı olamadıkları, bu seçimle birlikte su yüzüne çıkmıştır. Bugüne kadar genelde iyi bir görüntü sergileyen anket firmaları, bu defa çok isabetsiz öngörülerde bulunmuş ve tepki çekmişlerdir. Ancak 7 Haziran seçimlerinden sonra geçen birkaç aylık kısa sürede Türkiye’nin üstüste yaşadığı şokların seçimler üzerindeki etkisi de dikkate alınırsa, anket şirketlerinin bu başarısızlığı bir nebze olsun anlaşılabilir.

Merkez Bir Partiye İhtiyaç Var: Seçimde görülen bir diğer gerçek, CHP-MHP-HDP koalisyon formülünün gerçekleştirilememesi nedeniyle, AKP iktidarını değiştirebilmek adına barajı geçebilecek 5. partiye gereksinim duyulmasıdır. Bu partinin, Türkiye'de eksikliği hissedilen merkez (liberal) çizgide olması, ancak muhafazakar kesimden de oy alarak AKP'nin oy oranını düşürmesi gerekmektedir. Ancak AKP'nin de böyle bir partiye engel olmak için herşeyi yapabileceği bilinmektedir. Zira geçmişte Süleyman Soylu, Numan Kurtulmuş ve son olarak da Tuğrul Türkeş gibi isimler, bu mantıkla AKP'ye adeta zorla transfer edilmiştir.

Arap Sermayesi Türkiye'yi Dönüştürüyor: Türkiye'de bu seçimlerle birlikte görülen bir diğer önemli gerçek de, Arap sermayesinin ülkeye yoğun olarak girmeye başlamasının Türkiye iç politikasını ve halkını dönüştürmeye başlamasıdır. Bugüne kadar artan ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerle birlikte, "model ülke" konumu nedeniyle Türkiye'nin bu ülkeleri dönüştüreceği beklenmesine karşın, AKP iktidarı ile teyit edilen somut gerçek, Arap ülkeleri ve sermayesinin son yıllarda Türkiye'yi dönüştürmeye başladığıdır.

Başkanlık Sistemi Zor: Seçimlerin ardından Türkiye'de Başkanlık sistemi tartışmaları yoğunlaşırken, AKP'nin TBMM'deki sandalye sayısının 317'de kalmış olması, bu durumun gerçekleştirilmesini epey zor hale getirmektedir. 7 Haziran seçimlerine damgasını vuran Başkanlık tartışmalarının, oy oranları anlamında da AKP'ye kayıp yaşattığı düşünülürse, mevcut anayasal sistem içerisinde de-facto olarak kurulacak -Fransa'dakine benzer- bir yarı-başkanlık rejiminin, Türkiye adına en doğru seçenek olduğu görülmektedir.

Seçimlerin ardından, Türkiye’deki demokratik siyasi rejimin geleceği konusunda endişeler de giderek artmaktadır. Bugüne kadar yaptıklarıyla rövanşist bir parti olduğu izlenimi veren AKP’ye yakın gazetecilerin, seçimin hemen ertesinde Doğan Medya grubu yayın organlarına ve çalışanlarına yönelik ağır bir saldırı kampanyası başlatması, bu gruba yönelik yakında yapılabilecek büyük bir hukuki hamleyi akıllara getirmektedir. Bugüne kadar yakaladığı başarıyı büyük ölçüde iç düşman yaratmaya borçlu olan AKP’nin, ekonominin daraldığı, dış politikanın çıkmaza girdiği, Türkiye’nin dünyadaki 89 özgür rejim kategorisine bile dahil edilmediği bir ortamda, iktidarda kalabilmek adına her türlü abartılı girişimi gerçekleştirmesi mümkündür. Bu nedenle, Türkiye’yi her şekilde istikrarsız bir dönem beklemektedir...
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ