30 Nisan 2015 Perşembe

Baltimore Olayları ve Amerikan Devletine Yönelik Irkçılık Eleştirileri


Geçtiğimiz günlerde, Amerika Birleşik Devletleri’nin Baltimore kentinde Freddie Gray adlı bir Afrikalı Amerikalı gencin polis şiddeti nedeniyle hayatını kaybetmesinin ardından, bu şehirde oldukça büyük olaylar yaşandı.[1] Polis şiddetini protesto eden çoğunluğu Afrikalı Amerikalı olan yüzlerce kişi, sokakları savaş alanına çevirdi ve polisle çatıştı. Olaylar esnasında polis araçları ateşe verildi, bazı mağazalar yağmalandı ve sonuçta şehirde olağanüstü hal ilan edildi.[2] Olaylar öyle boyutlara ulaştı ki, polisin olayları durdurmakta yetersiz kalması neticesinde, orduya bağlı Milli Muhafızlar Birliği devreye sokuldu. Freddie Gray’in öldürülmesi, aslına bakılırsa Amerika Birleşik Devletleri’nde son dönemde yaşanan tek polis şiddeti olayı değil... Hatırlanacağı üzere, yakın geçmişte bu ülkede Ferguson Olayları adı verilen başka bir olay daha yaşanmıştı.[3] Son birkaç yıldır Afrikalı Amerikalı gençlerin polis şiddeti nedeniyle hayatlarını kaybetmesi, artık ABD’de kanıksanır bir durum haline geldi. Dahası, bu tarz olaylarda sadece Amerikan vatandaşları değil, polisler de kurban olabiliyorlar.[4] Bu tarz olaylar, Amerikan demokrasisi konusunda ülke içi ve dışında eleştirileri arttırırken, Noam Chomsky gibi muhalif düşünürler, işi ABD’yi “haydut devlet” olmakla itham etmek noktasına dahi taşıdılar.[5] Bazı Rus basın-yayın kuruluşları da ABD’yi “ırkçı bir devlet” olmakla suçladı.[6] Bu yazıda, ABD’de son dönemde yaşanan Afrikalı Amerikalılara yönelik polis şiddeti tartışmalarından yola çıkarak, bu ülkenin siyasi sistemini ırkçılık suçlamaları ışığında değerlendireceğim.

İşe öncelikle en tepeden, yani Başkanlık makamından başlamak gerek. Geçmişteki “WASP” tartışmalarının tam zıttı şekilde, bugün ABD’nin başında Barack Obama gibi Afrikalı Amerikalı bir Başkan’ın bulunması, kuşkusuz Amerikan demokrasisinin ırkçılık engelini aşması konusunda önemli bir aşama olarak görülmeli. Nitekim, Obama’nın seçilmesinin ardından, ABD’de artık “ırkçılık sonrası” (postracial) düzene geçildiği hakkında çeşitli yazılar dahi çıkmıştı. Obama da bu eğilimi güçlendirmek için, “Beyaz Amerika, Siyah Amerika, Asyalı Amerika, Hispanik Amerika diye birşey yoktur, Amerika Birleşik Devletleri vardır” gibi iddialı ve kulağa hoş gelen sözler kullanmıştı.[7] Herhangi bir ırki özellik taşımayan Amerikalı kimliğine dayanan ve bir göçmen ülkesi görünümündeki[8] ABD için, elbette bunu hayata geçirmek daha kolay olabilir. Ancak yoğun ırkçı temeller ve bir etnik grubun sayıca fazlalığı üzerine kurulmuş ülkelerde, bu tarz durumları yatıştırmak ve etnik çatışmaları önlemek o kadar da kolay olmuyor. İspanya, Kuzey İrlanda ve Türkiye gibi gelişmiş ülkelerde yaşanan olaylar, bunun en somut ispatı. Ancak ABD’de bile bu durumun tamamen aşılabildiğini iddia etmek zor...

1944 yılında bu ülkedeki ırk ilişkilerini inceleyen İsveçli ekonomist Gunnar Myrdal, “Amerikan İkilemi” (American Dilemma) adını verdiği kavramla, bu ülkedeki etnik sorunların aşılabilmesi için Afrikalı Amerikalılara yönelik küçümseyici bakış açısının değiştirilmesi, ya da bu bakış açısını değiştirebilmek adına onların yaşam koşullarının ve statülerinin yükseltilmesi gerektiğini iddia etmişti.[9] Ancak Myrdal’ın öngörülerinin aksine, ABD’de yıllar içerisinde Afrikalı Amerikalılara yönelik bakış açısında muazzam bir düzelme yaşanmasına (1960’lardaki sivil hak hareketleri sonucunda segregasyonun kaldırılması ve ırkçılıkla mücadele edilmeye başlanması) ve ekonomik koşullar ve statülerinin de düzeltilmeye çalışılmasına (yıllar içerisinde ABD’de siyasetten spora, sanattan bilime kadar birçok alanda çok başarılı Afrikalı Amerikalılar çıkmıştır) karşın, bu sorunda mutlak bir çözüme ulaşılamadı. Zira ekonomik sorunlarda yaşanan düzelme, herşeye rağmen oldukça sınırlı kaldı. Öyle ki, bugün ABD’de ortalama bir beyaz hanesinin zenginliği, ortalama bir Afrikalı Amerikalı hanesinin zenginliğinin 13 katı durumundadır.[10] Bu da, sorunun halen ekonomik bir temelinin olduğunu ortaya koymaktadır. Avrupa’da son dönemde artan ırkçı ve göçmen karşıtı düşünceleri de, Avrupa Birliği’nin birkaç yıldır yaşadığı ekonomik krizle ilişkilendirebiliriz.

Sorunların daha derinine inildiğinde ise, ABD’de ve daha birçok ülkede yaşanan sürecin, aslında tarihle doğrudan bağlantılı olduğu görülüyor. Fransa ve Birleşik Krallık (İngiltere) gibi Avrupa ülkeleri için, bu durum daha çok eski kolonilerden gelen nüfusla alakalıyken, ABD’de ise geçmişte köle olarak çalıştırılmış Afrikalı Amerikalılarla ilgilidir. Bu noktada, tarih yazımının önemine dikkat çekmeliyiz. Tarih anlatımlarının nefret söylemleri üzerine kurulmaması ve ırkçı ya da rövanşist değerler aşılamaması, toplumların birbirleriyle dostane ilişkiler içerisine girmesini kolaylaştırabilir. Örneğin, Ermenistan ya da Güney Kıbrıs Rum Kesimi gibi ülkelerdeki Türk düşmanlığı aşılayan tarih eğitimi sistemleri, bu ülkeler ve halklarıyla Türkiye ve Türkler arasında dostluk bağlarının kurulmasına mutlak bir engel teşkil etmektedir. Yakın geçmişe kadar aslında aynı durum Türkiye için de geçerliydi... Geçtiğimiz gün Çanakkale Savaşları’nın 100. yıldönümünde, bir asır önce birbirlerini acımasızca öldürmüş olan Avustralya, Yeni Zelanda, İngiltere ve Türkiye’nin üst düzey devlet temsilcileri bir araya gelirken, Ermenistan’da 1915 olaylarının 100. yıldönümü için yapılan törende, olayların muhatabı olan taraflar (Türkler ve Ermeniler) değil, Rusya, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Fransa gibi konuyla alakasız aktörlerin Devlet Başkanları bulunuyordu. ABD’de ise, geçmişteki ırkçı uygulamaları eleştiren film (burada 12 Years A Slave’deki kamçı sahnelerini hatırlamak lazım) ve polemiklerle bu konunun sürekli gündeme getirilmesinin, bugün için Afrikalı Amerikalılarda bir öfke patlaması ve önyargıya neden olduğunu iddia etmek mümkün. Bu nedenle, her ne kadar sanatsal ya da bilimsel alanda kısıtlamalara gitmek hatalı bir tercih olsa da, daha sorumlu bir yayıncılığı teşvik etmek Amerikan demokrasisi açısından faydalı olabilir. Ancak bunun, meselenin sadece bir tarafı olduğunu unutmamak lazım... Zira ekonomik veriler ve özellikle polis teşkilatında yaygın olduğu gözlemlenen ırkçı fikirler de, Amerikan demokrasisine zarar veriyor olabilir.

Tüm bunların aşılması içinse, elbette herkese serbest piyasa mekanizması içerisinde eşit yarışma koşullarının sağlanacağı “fırsat eşitliği” düzeninin yaratılması faydalı olabilir. Bu noktada elbette ABD Başkanı Obama’nın yaptığı Obamacare ve benzeri uygulamaların doğru ve yerinde olduğunu belirtmek lazım. Ancak Obama bile bu sorunlara çare olamadıysa, bu işin üstesinden gelmenin zor olduğunu da belirtmeliyiz...

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Baltimore kenti Amerikan tarihinde birçok isyana şahit olmuştur. 1861’de Amerikan İç Savaşı’na kaynaklık eden olaylara sahne olan kent, 1968 yılında ise Afrikalı Amerikalıların isyanına şahit olmuştur.
[2] Zeki Saatçi (2015), “Baltimore’da Şiddet Olayları”, TR Euronews, Erişim Tarihi: 30.04.2015, Erişim Adresi: http://tr.euronews.com/2015/04/28/baltimore-da-siddet-olaylari/.
[3] “Ferguson Olayları: ABD Siyasi Sisteminin Kırılma Noktası mı?” (2015), Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 30.04.2015, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/ferguson-olaylari-abd-siyasi-sisteminin-kirilma-noktasi-mi/.  
[4] Akif Altundaş (2015), “Polis ve siyahiler arasında gerginlik tırmanıyor”, TR Euronews, Erişim Tarihi: 30.04.2015, Erişim Adresi: http://tr.euronews.com/2014/12/22/polis-ve-zenciler-arasinda-gerginlik-tirmaniyor/.   
[5] Özgür Zentürk (2015), “Chomsky: ‘ABD haydut devlet, Avrupa aşırı ırkçı’”, TR Euronews, Erişim Tarihi: 30.04.2015, Erişim Adresi: http://tr.euronews.com/2015/04/17/chomsky-abd-ve-israil-iki-terorist-devlet/.   
[6] “’Baltimore olayları ABD’deki ırk ayrımcılığının sistematik özelliğini sergiliyor’” (2015), Sputnik Türkiye, Erişim Tarihi: 30.04.2015, Erişim Adresi: http://tr.sputniknews.com/rusya/20150428/1015230919.html.
[7] Fredrick C. Harris & Robert C. Lieberman (2015), “Racial Inequality After Racism”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 30.04.2015, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2015-03-01/racial-inequality-after-racism.
[9] Fredrick C. Harris & Robert C. Lieberman (2015), “Racial Inequality After Racism”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 30.04.2015, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2015-03-01/racial-inequality-after-racism.
[10] Fredrick C. Harris & Robert C. Lieberman (2015), “Racial Inequality After Racism”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 30.04.2015, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2015-03-01/racial-inequality-after-racism.

29 Nisan 2015 Çarşamba

Les Chypriotes turcs ont choisi Monsieur Mustafa Akıncı comme leur nouveau Président de la République


Monsieur Mustafa Akıncı (68) a été élu par les électeurs Chypriotes turcs Président de la République de Chypre du Nord, le dimanche 26 avril. On peut considérer ce choix comme la victoire pour ceux qui sont en faveur d’un changement du statu quo. Le taux de participation  a été de 64 % et Monsieur Akıncı a obtenu 60 % des votes contre 40 % pour  le président en poste Monsieur Derviş Eroğlu.

Monsieur Akıncı est un homme politique assez expérimenté et il va certainement influencer les négociations sur Chypre ainsi que la politique intérieure de la République de Chypre du nord. Monsieur Akıncı était le maire de la municipalité turque de Nicosie pendant 14 ans, de  1976 à 1990. Il est connu pour son idéologie socialiste mais maintenant il défend des idées sociale-démocrates. Il a été supporté par le Socialiste Démocratie Partie (TDP) bien qu’il se soit présenté comme candidat indépendant. Il est en faveur de la solution du problème de Chypre et il défend un pays fédéral bizonal et bi-communal ou les Chypriotes turcs et grec pourraient vivre ensemble. Il est critique vis-à-vis de la Turquie et il veut diminuer le pouvoir économique et politique de la Turquie dans l’île. Pendant la campagne électorale, il a comparé la relation entre la Turquie et la République de Chypre du nord à celle entre une mère et son enfant, et a insisté sur le fait que cette relation devait se métamorphoser en une relation entre deux frères. Le Président de la Turquie, Monsieur Recep Tayyip Erdoğan, a réagi sévèrement à cette déclaration et a dit que la Turquie continuerait de supporter la République de Chypre du nord économiquement et politiquement. C’est un fait que la moitié du budget de la République de Chypre du nord est encore donné par la Turquie. C’est pourquoi Monsieur Akıncı devra faire face à de sérieux problèmes économiques si les relations avec la Turquie sont mauvaises. Mais depuis son élection à la  présidence, Monsieur Akıncı est responsable seul des négociations en vue d’une résolution du problème de l’île.

Bien que les deux présidents de Chypre soient en faveur d’une solution diplomatique au problème de l’ile, celle-ci ne semble pas proche. Premièrement, même si les deux présidents Monsieur Akıncı et Monsieur Nicos Anastasiades se disent ouverts à la solution, ils peuvent s’agir d’une stratégie pour obtenir plus de support. Deuxièmement, il y a encore des problèmes difficiles à résoudre comme le conflit du territoire, des biens, du  modèle de gouvernement et les garanties internationales pour Chypre. Spécialement, la garantie internationale de la Turquie est très importante pour les Chypriotes turcs surtout pour ce qui concerne leur sécurité. Troisièmement, la présence de l’armée turque, un membre de l’OTAN, dans la République de Chypre du nord, pourrait être un avantage pour quelques pays aux vues du rapprochement récent entre la Russie, la Grèce et l’administration de Chypre du sud. Le Royaume Unis et les Etats Unis paraissent en faveur de la solution, mais ils pourraient ne pas apprécier une île de Chypre unifiée qui pourrait être un pays pro-russe. On ne doit pas oublier que la Chypre du sud n’est pas membre de l’OTAN. Enfin, la situation actuelle de l’île, divisée, donne des avantages économiques et politiques aux Chypriotes turcs et grecs. Les deux pays et les deux sociétés peuvent vouloir continuer à profiter de ces avantages considérant la crise économique de l’Union Européenne.

Finalement, on doit dire que l’élection présidentielle de la République de Chypre du nord était parfaitement démocratique et que ce pays mérite plus de support international et économique.   


Dr. Ozan ÖRMECİ 

27 Nisan 2015 Pazartesi

Turkish Cypriots Elect Mustafa Akıncı as Their New President of the Republic


Turkish Cypriots elected independent left-wing candidate Mr. Mustafa Akıncı (68) as their fourth President of the Republic in the second round of Presidential elections yesterday. Mr. Akıncı got 60 % of the votes against the incumbent President Dr. Derviş Eroğlu who got only 40 % of the votes. The voting turnout is announced as 64 %. Akıncı had 27 % of the votes in the first round and was behind Mr. Eroğlu who had 28 %. Thus, this might be considered as a surprise though some opinion polls previously forecasted his victory in the second round against Eroğlu.
Whether it is a surprise victory or not, this election will have certainly some implications over TRNC politics as well as Cyprus negotiations. Akıncı was an independent candidate supported by the pro-settlement Socialist Democracy Party (TDP), which has been -until now- the smaller party in Turkish Cypriot left-wing politics behind the social democratic Republican Turkish Party (CTP). After the shocking victory of TDP’s young politician Mr. Mehmet Harmancı in Lefkoşa (Nicosia) in last year’s local elections, this is a second blow to CTP since their Presidential candidate Mrs. Sibel Siber was eliminated in the first round with only 22 % of the votes. Prime Minister Özkan Yorgancıoğlu of the governing CTP-DP (center right party led by Serdar Denktaş) coalition, signaled an extraordinary Congress for his party after these results. He also mentioned that he will not be a candidate for party leadership in the Congress. Thus, highly respected former leader of the party and TRNC’s second President of the Republic (2005-2010), Mr. Mehmet Ali Talat, will probably become the new leader of CTP soon and will try to keep his party as the stronger left-wing party in the country.
Elections also proved the inability of the two main right-wing parties; pro-Turkey National Unity Party (UBP) and Turkish Cypriot nationalist Democratic Party (DP), since their strong candidate Mr. Eroğlu is not re-elected. A young liberal politician leading a civil society organization (Toparlaniyoruz) and advocating for clean politics and anti-corruption in the country, Mr. Kudret Özersay on the other hand, got 21 % of the votes in the first round of the elections, which is a clear sign of rightist voters’ desire for programmatic and leadership change. Mr. Özersay might establish a new centrist political party since there are no signs of change within UBP and DP.
The new President of the Republic, Mr. Mustafa Akıncı, is a well-known political figure in Cypriot politics. He was the mayor of Nicosia Turkish municipality for 14 years, between 1976 and 1990. He is an honest politician respected by Turkish Cypriots with his humble personality. Once a hardliner socialist, in recent years he has started to defend social democracy similar to other European social democratic leaders. He defends settlement in the island and rejects/criticizes Turkey’s involvement into Cypriot politics. However, Mr. Akıncı’s critical attitude towards Turkey might lead to economic problems in the country since nearly the half of TRNC’s budget is directly provided by Turkey and the country is faced with heavy embargoes. Akıncı will not be the PM, but the President and deal with Cyprus negotiations and foreign policy more than economics (TRNC has a semi-presidential system closer to parliamentarism than presidentialism) for sure, but still, his anti-Turkey rhetoric might create problems between these two countries. It is also interesting to note that, Turkey did not intervene into this election at all and never showed any unfavourable attitude towards Akıncı. But in case of a settlement plan against Turkish interests, Turkey might use its economic power over TRNC, in order to weaken the hand of Akıncı, who seems closer to Greek Cypriot administration rather than Turkey.
Mr. Akıncı, sincerely and without any question, defends settlement in the island on the basis of bicommunal and bizonal federalism, but there are still serious problems to overcome for the unification. First of all, although -unlike the old days- both parties in the island try to look like they are pro-settlement actors, this might be just a perception management strategy or image-building tactic covering the real ambitions in order to get more international support.
Secondly, there are still very serious problems at the negotiation table waiting for two leaders, Mr. Akıncı and Mr. Anastasiades, including the guarantees, the land issue, properties and the governance model. Financial losses related to land and property issues might be somehow handled with a fair agreement about the partition and safe transportation of recently discovered hydrocarbon resources in the East Mediterranean with a pipeline from Cyprus to Turkey, but guarantees will be the most difficult and critical issue. Since Turkish Cypriots remember very well the recent history, they will probably insist on the Turkish guarantee for the new state, similar to 1960 Cyprus Republic, to which Turkey, United Kingdom and Greece were guarantor states. Without a Turkish guarantee, Turkish Cypriots will become defenseless against a possible Greek Cypriot ultra-nationalist insurgency in the coming years. European Union, with its double-standard approach to Turkey and rising xenophobic and racist parties within the club, might not be a reliable guarantor for Turkish Cypriots.
Thirdly, growing pro-Russian tendencies of Greece and Greek Cypriot administration in recent months, might disturb two influential global actors, United Kingdom and United States as well, since Cyprus Republic is not a NATO member country, whereas the security on the north side of the island is provided by a staunch NATO ally, Turkish Armed Forces. At a time when NATO is strongly critical of Russian aggression due to Ukrainian crisis, turning the island into a neutral or pro-Russian state might not be that attractive for NATO allies.
Fourthly, although it is not stated openly, the current divided status of the island provides some economical and political advantages to both sides which may not be easy to give up. Since the attractiveness and advantages of EU membership decreased sharply in recent years, especially after the euro crisis and German domination within the Union, both sides might prefer to keep the status quo in the island for economic benefits. Turkey also, not openly but clearly supports the current status because it has serious economic gains from TRNC.
For all these reasons, 50 years old negotiations in Cyprus will likely to continue without a substantive solution, unless there is a strong influence from outside. The election of Mr. Akıncı and the perfect implementation of democratic procedures in TRNC on the other hand, shows that there is a consolidated democracy here and this country deserves more international credit and support.
Dr. Ozan ÖRMECİ

22 Nisan 2015 Çarşamba

Yeni Sunum: "ISIS Terrorism from a Political Psychological Perspective"


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci, 22 Nisan 2015 tarihinde Girne Amerikan Üniversitesi’nde düzenlenen “ISIS Terrorism from the Perspective of Political Psychology” adlı sempozyumda “ISIS Terrorism from a Political Psychological Perspective” sunumunu gerçekleştirdi. Aşağıdaki linklerden bu sunumla ilgili tüm bilgilere ulaşabilirsiniz.



21 Nisan 2015 Salı

Hollywood ve Soğuk Savaş


Yıllar içerisinde Amerikan sinema endüstrisini ifade eden bir terim haline gelen Hollywood, aslında California eyaletindeki Los Angeles kentinin kuzey batısında yer alan bir bölgedir. Bu bölgenin Amerikan sinema endüstrisi ile özdeşleşmesinin sebebi, büyük sinema stüdyolarının burada yer alması ve birçok ünlü sinema yıldızının bu bölgede yaşamasıdır. Aslında Amerikan sinema endüstrisi, kurulma aşamasında daha çok New York merkezli iken, 1900’lerin başından itibaren daha iyi iklim koşulları nedeniyle Los Angeles’a doğru bir yönelme başlamış ve yıllar içerisinde Hollywood bölgesi bu konuda ABD’de neredeyse bir tekel haline gelmiştir. On yıllardır milyar dolarlık önemli bir endüstri halindeki Hollywood, ekonomik getirileri yanında özellikle Soğuk Savaş döneminde önemli bir ideolojik-politik işlev de görmüştür. Bu yazıda, Tony Shaw’un[1] Hollywood’s Cold War[2] kitabı ışığında Hollywood’un Soğuk Savaş dönemindeki yapısını özetlemeye çalışacağım.

Lee Dağı’ndaki Hollywood yazısı

Tony Shaw’a göre; Amerika Birleşik Devletleri’ne Soğuk Savaş süresince hakim olan anti-komünist ruh, sinema endüstrisinin önemini çok önceden fark etmiş ve dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanların kalplerini kazanmak ve düşünce kalıplarını şekillendirmek için, Hollywood filmlerini araç olarak kullanmaya çalışmıştır. Bu nedenle, Amerikan karar alıcıları açısından Hollywood, ABD’nin askeri, ekonomik ve siyasi güç unsurları dışında, cephaneliğinin dördüncü büyük gücünü oluşturmuştur.[3] Harry Truman’dan başlayarak, Soğuk Savaş dönemi boyunca tüm ABD hükümetleri, “total savaş” mantığı içerisinde, başta Sovyet Rusya olmak üzere kendisine düşman ülkeleri kötü gösteren ve kendisine dost ve müttefik ülkeleri yücelten birçok filme senaryo yazımı anlamında katkı vermiş, finansal açıdan sponsor olmuş ve bu ülkelerin dünya genelindeki imajlarının oluşmasına yön vermiştir. Dahası, ABD kendi rejimini de yine bu filmler aracılığıyla çok güzel pazarlayarak, Amerikan demokrasisini ABD’nin en önemli ihraç maddesi haline getirmiş ve dünyada Amerikan sempatisinin doğmasını sağlamıştır.

Amerikan sinema endüstrisinin Sovyet Rusya ve Bolşevizm karşıtı duruşunun yansımaları, aslında 1917 Ekim Devrimi’nden hemen sonra hissedilmeye başlamıştır. Harley Knoles imzalı “Bolshevism on Trial” (1919), Alan Houbar imzalı ve anti-Semitik öğeler de barındıran “The Right to Happiness” (1919), D.W. Griffith imzalı “Orphans of the Storm” (1922), George Zimmer imzalı “Red Russia Revealed” (1923), Sidney Lanfield imzalı “Red Salute” (1935) ve Ernst Lubitsch imzalı “Ninotchka” (1939), bu ilk eleştirilere örnek olarak gösterilebilir.[4] Özellikle Ninotchka’nın[5], sinema tarihinde oldukça önemli bir yeri vardır. Kimilerine göre, Greta Garbo’nun başrolde olduğu bu anti-komünist yapım, ilerleyen yıllarda daha organize ve sert hale gelecek Soğuk Savaş sinemasının öncüsü durumundaki bir film olmuştur.[6] Ancak Soğuk Savaş’ın resmi olarak başlayacağı 1945 yılına kadar, bu konudaki çabalar büyük ölçüde dağınık ve o kadar da bilinçli değildir. Hatta İkinci Dünya Savaşı döneminde çekilen Amerikan filmlerinde, Nazilere karşı savaşan Bolşevik Ruslar iyi karakterler olarak dahi gösterilmiştir. Albert Herman’ın “Miss V. from Moscow” (1942) filmi, Edward Dmytryk imzalı “Tender Comrade” (1943), Michael Curtiz’in “Mission to Moscow”u (1943) ve Gregory Ratoff imzalı “Song of Russia” (1943), Bolşevikleri sempatik gösteren bu filmlere örnek olarak verilebilir.[7]

Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikteyse, ABD hükümetleri ve istihbaratı (CIA), bu konuda son derece bilinçli bir politika izlemeye başlamış ve film endüstrisine çeşitli yöntemlerle müdahil olmuştur. Amerikan devletinin bunu yapabilmesinin ilk aracı, sinema endüstrisinde oligopol sistemine dayalı bir yapı oluşmasına izin vermesidir. Nitekim, Amerikan sinema endüstrisine uzun yıllar yalnızca 8 büyük film şirketi yön vermiştir. Bu şirketler; MGM/Loews, Paramount, Warner Bros., Twentieth Century-Fox, RKO, Columbia, Universal ve United Artists’dir.[8] Bu şirketlerle üst düzey ilişki içerisindeki Amerikan devleti, senaryo yazımından kullanılacak psikolojik öğelere kadar birçok konuda sinema endüstrisine yön vermiştir.

ABD’nin Soğuk Savaş döneminde sinema endüstrisine müdahil olmasını sağlayan ikinci önemli araç, “Hays Code” olarak da bilinen ve 1930-1968 yılları arasında geçerli olmuş Motion Picture Production Code adlı bir filtreleme sistemi ile[9], filmlerde gösterilecek ve gösterilmeyecek sahnelerin seçimlerinde yol gösterecek ahlaki bir kılavuzun hazırlanması ve uygulanması olmuştur.[10] Bu sayede, örgütlü işçi sınıfı hareketleri, halk isyanı, yolsuzluk teması, cinsel içerikli sahneler, uyuşturucu ve suç sahneleri tehlikeli unsurlar olarak belirlenmiş ve bunların gösterilmesi büyük ölçüde engellenmiştir.

Amerikan devletinin sinema endüstrisi üzerindeki kontrolünü sağlayan üçüncü önemli araç ise, 1948 tarihli Smith-Mundt Yasası ile[11] başka devletlerin propagandalarını amaçlayan film veya diğer materyallerin ABD içerisinde yayılmasını engellemek olmuştur. Böylelikle ABD, kendi propagandasını yurtdışında yaparken, kendi topraklarında yabancı ülkelerin propagandasına da set çekmiştir. Elbette anlamsız derecede katı olan bu politikayı, Soğuk Savaş dönemi koşulları içerisinde değerlendirmek, ama yine de eleştirmek gerekir.

ABD’nin Soğuk Savaş döneminde Hollywood’u araçsallaştırmasına dayanak olan dördüncü ve en anti-demokratik unsur ise, McCarthy döneminde[12] estirilen sert anti-komünist hava ve buna uygun baskı yöntemleriyle, sektörün ve genel olarak Amerikan toplumunun hizaya sokulması girişimleridir. Bu dönemde, bazı sola meyilli Hollywood sektörü çalışanları (örneğin Elia Kazan)[13], anti-komünist Amerikan devleti ile işbirliği yaparken, Charlie Chaplin gibi inançlı sol görüşlülere ise, Amerikan devleti tarafından resmen eziyet edilmiştir.[14] FBI’ın başında bulunan J. Edgar Hoover da[15], bu dönemin bir diğer sembol ismi olmuştur. Bu sert yöntemlerle, ABD, Soğuk Savaş dönemi boyunca kendi demokrasi seviyesini oldukça aşağı çekmiş ve dünyada kötü bir imaj oluşturmuş, ancak sinema endüstrisine yön verebilir hale gelmiştir.

Kitabında Hollywood’un Soğuk Savaş döneminde Amerika Birleşik Devletleri tarafından Sovyetler Birliği’ne karşı propaganda yapmak amacıyla nasıl operasyonelleştirildiğini açıklamaya çalışan Shaw, düşüncelerini filmlerden örneklerle zenginleştirmektedir. Shaw’a göre; İngiliz prömiyeri Winston Churchill’in ünlü ifadesinden esinlenen William Wellman’ın “The Iron Curtain” (1948) filmi[16], Ninotchka sayılmazsa, Amerikan sinema endüstrisinin Soğuk Savaş özelliklerini taşıyan ilk önemli filmdir. Igor Gouzenko adlı Batı’ya kaçan bir Sovyet ajanının anılarından oluşturulan film, Soğuk Savaş dönemi propaganda filmleri tipolojisini oluşturan önemli bir yapımdır.

The Iron Curtain (1948)

1957 yılında Rouben Mamoulian yönetmenliğinde çekilen Ninotchka yeniden çevrimi “Silk Stockings” de[17], bu tarz filmler arasında ciddi bir hayran kitlesi bulunan ve o dönemde çok etkili olmuş bir yapımdır. Filmin özelliği ise, emprovizasyona dayalı caz (jazz) müziğinin, Amerikan liberalizminin simgesi olarak bu filmde başlayarak yoğun bir biçimde Hollywood filmlerinde kullanılmasıdır.[18] Bu filmde de yer alan dönemin ünlü aktörü Fred Astaire, tasasız (light-hearted), hazırcevap (nimble-witted), vicdanlı (small of voice) ve ayakları hızlı (light footed) görüntüsüyle, Amerikan medeniyetinin en iyi temsilcisi olarak görülmüş ve yıldız rolleri genelde kendisine verilmiştir.[19] Jacques Torneur imzalı “The Fearmakers” (1958), Edward Dein imzalı “Shack Out on 101” (1955) gibi gerilim filmleri de, bu dönemde anti-komünist propagandanın yoğun olarak kullanıldığı yapımlardandır. Anti-komünist propagandanın en yoğun olarak kullanıldığı film türü ise kuşkusuz espiyonaj tarzı olmuştur. Harold Schuster’in “Security Risk” yapımı (1954) ve Fred T. Sears’in “Target Hong Kong”u (1953), bu türe iyi örnekler olarak belirtilebilir. Dönem filmlerinde anti-komünist propaganda öylesine yoğundur ki, Norman Z. McLeod’un “My Favorite Spy” (1951) gibi bir komedi filminde bile bu öğelere rastlanabilir.

İlerleyen yıllarda çekilen Hollywood filmlerindeyse, anti-komünist temaların yanısıra, nükleer felaket, ABD’ye yönelik abartılı terörist saldırılar ve benzeri temalar da yoğunlukla işlenmiştir. Bu filmlerde dikkat çeken bir özellik; -Matthew Alford’un da altını çizdiği gibi- kutuplaştırıcı bir anlatım dilinin benimsenmesi ve gri alanlar görmezden gelinerek, yaşanan durumların iyi ve kötü arasındaki sonsuz bir mücadele şeklinde izleyiciye sunulmasıdır.[20] Bu noktada ABD ve Batılı ülkeler “iyi”yi temsil ederken, komünistler ve köktendinci İslamcılar daima “kötü” olarak kurgulanmaktadır. Bu, elbette hatalı bir yaklaşımdır. Zira her toplumda iyi insanlar olduğu gibi, kötü insanlar da bulunmaktadır. Ayrıca bu tarz filmlerde işlenen askeri temaların, askeri bakış açılarını ve militarist düşünceleri güçlendirdiği iddia edilebilir. Zira çeşitli ülkelerde olduğu gibi, ABD’de de savunma sanayileri tarafından da desteklendiği iddia edilen bu tarz yapımlar, bu gibi konuları popülerleştirerek, daha sempatik hale getirebilmektedir.

Geçtiğimiz yıl içerisinde de, Hollywood’da çekilen filmlerde işlenen temalar oldukça dikkat çekicidir. Örneğin, 2015 Oscar Ödül Törenleri’nde 6 dalda adaylık ve bir dalda (en iyi ses kurgusu) Oscar heykeli kazanan 2014 yapımı bir Clint Eastwood filmi olan “American Sniper”, konusuyla oldukça dikkat çekici bir yapımdır.[21] Chris Kyle adlı İkinci Körfez Savaşı’nda Amerikan Ordusu’nda savaşmış ve keskin nişancı (sniper) olarak 160 onaylanmış cinayeti olan Navy Seals mensubu Amerikalı askerin, aynı adlı otobiyografisinden uyarlanmış olan film, Amerikan milliyetçiliğini ve militarist değerleri yücelten bir film olarak dikkat çekmektedir.

Hollywood’un günümüzdeki politikasını ve ilişkiler ağını, başka bir yazıda daha kapsamlı değerlendirmek üzere, bu yazıyı ünlü aktör Ben Affleck’ten bir sözle bitirmek istiyorum: “If you think Hollywood is depressing and corrupt, politics is really depressing and corrupt -- and fueled even more than Hollywood by money -- if that's possible.” (Hollywood’un kirli ve iç karartıcı olduğunu düşünüyorsanız, gerçekten siyaset de iç karartıcı ve kirlidir ve -eğer mümkünse- Hollywood’dan bile daha fazla ölçüde paradan etkilenir).
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Profesör Tony Shaw, University of Hertfordshire’da ders veren bir İngiliz tarihçidir. Leeds ve Oxford üniversitelerinden mezun olan Shaw, Soğuk Savaş ve Hollywood üzerine önemli çalışmalara imza atmıştır. Detaylı bilgi için; http://researchprofiles.herts.ac.uk/portal/en/persons/tony-shaw%28d6062eb5-b560-4803-b267-7b568a0b81e6%29.html.
[2] Tam adı Hollywood’s Cold War (Culture, Politics and the Cold War) olan kitabı buradan satın alabilirsiniz; http://www.amazon.com/Hollywoods-Cold-War-Culture-Politics/dp/1558496122. Kitabın künyesi ise şöyledir; Shaw, Tony (2007), Hollywood’s Cold War, Edinburgh: Edinburgh University Press.
[3] Shaw, Tony (2007), Hollywood’s Cold War, Edinburgh: Edinburgh University Press, s. 3.
[4] Shaw, Tony (2007), Hollywood’s Cold War, Edinburgh: Edinburgh University Press, ss. 13-14.
[5] Film hakkında bilgiler için; http://www.imdb.com/title/tt0031725/.
[6] Shaw, Tony (2007), Hollywood’s Cold War, Edinburgh: Edinburgh University Press, ss. 16-23.
[7] Shaw, Tony (2007), Hollywood’s Cold War, Edinburgh: Edinburgh University Press, s. 23.
[8] Shaw, Tony (2007), Hollywood’s Cold War, Edinburgh: Edinburgh University Press, s. 12.
[10] Shaw, Tony (2007), Hollywood’s Cold War, Edinburgh: Edinburgh University Press, ss. 12-13.
[12] Joseph Raymond McCarthy (1908-1957), 1947 ve 1957 yılları arasında Wisconsin eyaletinden Cumhuriyetçi Parti Senatörü olarak görev yapmış Amerikalı bir siyasetçidir. McCarthy’e şöhret kazandıran konu ise, Senato’daki 10 yıllık görev süresince, komünizm sempatizanları hakkında sorumsuz suçlamalar yapması ve ABD içerisindeki özgürlükçü liberal ve sol kesimler arasında büyük bir korku rüzgarı estirmesidir.
[13] Rum bir ailenin çocuğu olarak Kayseri’de doğan Elia Kazan’ı, McCarthy döneminde arkadaşlarını komünist oldukları gerekçesiyle ispiyonlaması nedeniyle bazı Hollywood yıldızları (Nick Nolte, Ed Harris, Ian McKellen) asla affetmemişler ve 1999’da Yaşam Boyu Başarı Oscar’ını kazandığında, onu alkışlamamışlardır. Bakınız; http://www.nytimes.com/1999/02/23/movies/kazan-honor-stirs-protest-by-blacklist-survivors.html.
[15] John Edgar Hoover (1895- 1972), 1924’ten ölümüne değin Federal Soruşturma Bürosu'nun (FBI) Başkanlığını yapan ABD'li bir bürokrattır ve daha çok sert yöntemleriyle tanınmıştır.
[16] Film hakkında bilgiler için; http://www.imdb.com/title/tt0040478/.
[17] Film hakkında bilgiler için; http://www.imdb.com/title/tt0050972/.
[18] Shaw, Tony (2007), Hollywood’s Cold War, Edinburgh: Edinburgh University Press, s. 33.
[19] Shaw, Tony (2007), Hollywood’s Cold War, Edinburgh: Edinburgh University Press, s. 29.
[20] Alford, Matthew (2009), “The Propaganda Model for Hollywood”, Westminster Papers in Communication and Culture, 2009, Cilt 6 (2), ss. 144-156, Erişim Tarihi: 21.04.2015, Erişim Adresi: https://www.westminster.ac.uk/__data/assets/pdf_file/0016/35125/009WPCC-Vol6-No2-Matthew_Alford.pdf.
[21] Film hakkında detaylı bilgiler için; http://www.imdb.com/title/tt2179136/.

19 Nisan 2015 Pazar

2015 Finlandiya Genel Seçimleri


Baltık Denizi kıyısındaki bir İskandinavya ülkesi olan Finlandiya Cumhuriyeti, 1995 yılında Avrupa Birliği’nin, 1999 yılında da avro bölgesinin (eurozone) üyesi olmuş bir kuzey Avrupa devletidir. 5,5 milyon civarında nüfusu olan Finlandiya, yarı başkanlık sisteminin yürürlükte olduğu bir devlettir. Ancak 2000 yılında yapılan anayasa değişiklikleriyle, Finlandiya bu yıldan itibaren parlamenter demokrasiye daha yakın bir görünüme kavuşmuştur.[1] Zira ülkede, Cumhurbaşkanı’nın halen yürütmeye dair bazı önemli yetkileri ve dış politikada sorumlulukları olsa da, esas yürütme erki Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun elindedir. Başkenti Helsinki olan Finlandiya’nın komşuları ise İsveç, Norveç ve Rusya Federasyonu’dur.[2] Ülke, idari olarak 7 bölgesel birim (Güney Finlandiya, Güneybatı Finlandiya, Doğu Finlandiya, Batı Finlandiya, Kuzey Finlandiya, Laponya ve özerklik statüsü bulunan Aaland Adaları), 20 bölge ve 342 belediyeden oluşmaktadır.[3] Kişi başına düşen ortalama geliri 50.000 Amerikan dolarının üzerinde zengin bir ülke olan Finlandiya[4], son aylarda Avrupa Birliği ile Rusya Federasyonu arasında Ukrayna krizi nedeniyle yaşanan gerginlik nedeniyle daha da önem kazanmıştır. Zira bu ülke, Rusya ile sınır komşusu olup, NATO üyesi olmayan tek Avrupa devletidir.[5] Batı-Rusya gerginliğinin devam etmesi durumunda, bu ülkenin NATO üyeliği konusunda bir tercih yapmaya zorlanması olası gözükmektedir. Bu nedenle, 2015 Finlandiya genel seçimleri oldukça önemlidir.


Finlandiya haritası

Eduskunta adı verilen Finlandiya Parlamentosu, 4 yıl süreyle görev yapan 200 milletvekilinden oluşmaktadır. Finlandiya, 1960’ların sonundan beri daima çok partili koalisyonlarla yönetilmiştir. Ülkede, koalisyonlara dayalı demokratik yönetim geleneği oldukça güçlüdür. 17 Nisan 2011 tarihinde yapılan son genel seçimlerde; Jyrki Katainen liderliğindeki muhafazakâr sağ Ulusal Koalisyon Partisi (Kansallinen Kokoomus) % 20,4 oyla birinci olmuş, kadın siyasetçi Jutta Urpilainen liderliğindeki Finlandiya Sosyal Demokrat Partisi (Sosialidemokraattinen Puolue) % 19,1 oyla ikinciliği elde etmiş, Timo Soini liderliğindeki milliyetçi sağ Gerçek Finliler Partisi (Perussuomalaiset) % 19,1 oyla ve birkaç yüz oy farkla kılpayı ikinciliği kaçırmış ve üçüncü olmuş, bir diğer kadın siyasetçi Mari Kiviniemi yönetimindeki liberal çizgideki Merkez Parti (Suomen Keskusta) ise % 15,8 oyla dördüncü olmuştur.[6] Yine bu seçimde; Paavo Arhinmäki liderliğindeki sosyalist Sol İttifak (Vasemmistoliitto) % 8,1, Anni Sinnemäki liderliğindeki çevreci Yeşiller Ligi (Vihreä liitto) % 7,3, Stefan Wallin liderliğindeki liberal ve İsveç kökenli azınlığın desteklediği İsveç Halkının Partisi (Svenska folkpartiet i Finland) % 4,3 ve Päivi Räsänen Genel Başkanlığındaki Finlandiya Hıristiyan Demokrat Partisi (Kristillisdemokraatit) ise % 4 oyda kalmıştır.[7] Seçimin ardından uzun süre pazarlıklar neticesinde; Jyrki Katainen liderliğindeki muhafazakâr sağ Ulusal Koalisyon Partisi, Finlandiya Sosyal Demokrat Partisi, Yeşiller Ligi, Sol İttifak, İsveç Halkının Partisi ve Hıristiyan Demokrat Parti arasında geniş tabanlı bir koalisyon hükümeti kurulmuş ve Jyrki Katainen Başbakan olmuştur.[8]

Juha Sipilä

2014 Nisan ayında Katainen’in parti liderliğinde bırakmasının ardından partinin başına Alexander Stubb’ı seçen Ulusal Koalisyon Partisi, bu seçimde birinciliği kaptıracak gibi gözükmektedir. Zira anketlerde % 17 bandında görülen bu partinin önünde yer alan Juha Sipilä liderliğindeki ve liberal çizgideki Merkez Parti, anketlerde % 23-24 gibi yüksek bir oya ulaşmaktadır.[9] Anketlerde % 16-17 arasında bir oy alacağı görülen Timo Soini’nin liderliğinin sürdüğü milliyetçi sağ Gerçek Finliler Partisi ve yine anketlerde % 15 dolaylarında gözüken Antti Rinne liderliğindeki Finlandiya Sosyal Demokrat Partisi, seçimdeki diğer önemli aktörler olacaklardır. Anketlerde Sol İttifak % 8, Yeşiller Ligi % 4-5, Finlandiya Hıristiyan Demokrat Partisi % 3,5 civarında gözükmektedir.

Bu anketlerin verilerini doğru kabul edersek; Finlandiya’da önümüzdeki günlerde 1961 doğumlu işadamı Juha Sipilä[10] liderliğindeki liberal Merkez Parti’nin kuracağı geniş katılımlı bir koalisyon hükümeti ihtimali en güçlü seçenek olarak görülmelidir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] “Finland”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.04.2015, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Finland.
[2] “Finlandiya”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 19.04.2015, Erişim Adresi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Finlandiya.
[3] “Finlandiya’nın Siyasi Görünümü”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Erişim Tarihi: 19.04.2015, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/finlandiya-siyasi-gorunumu.tr.mfa.
[5] “Finland”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.04.2015, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Finland.
[6] “Finnish parliamentary election, 2011”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.04.2015, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Finnish_parliamentary_election,_2011.
[7] “Finnish parliamentary election, 2011”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.04.2015, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Finnish_parliamentary_election,_2011.
[8] “Finlandiya’nın Siyasi Görünümü”, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Erişim Tarihi: 19.04.2015, Erişim Adresi: http://www.mfa.gov.tr/finlandiya-siyasi-gorunumu.tr.mfa.
[9] “Finnish parliamentary election, 2015”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19.04.2015, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Finnish_parliamentary_election,_2015.

12 Nisan 2015 Pazar

Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Makale: "Liberal Criticism of Erdogan's Turkey"


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci’nin “Liberal Criticism of Erdogan’s Turkey” adlı makalesi, Scottish Journal of Arts, Social Sciences and Scientific Studies (SJASS) dergisinin Nisan 2015 tarihli 25. cildinin 2. sayısında yayınlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleye ulaşabilirsiniz.

2015 KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Öncesinde Son Anketler


KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu, 19 Nisan 2015 tarihinde (haftaya Pazar günü) düzenlenecek. Seçimde yarışan adaylarla ilgili temel bilgileri, daha önce yazdığım İngilizce bir yazıda okurlarımızla zaten paylaşmıştım (http://politikaakademisi.org/2015-presidential-elections-in-turkish-republic-of-northern-cyprus/). Bu yazıdaysa, seçimler öncesinde yapılan son anket çalışmalarından yola çıkarak, seçime girecek adayların şanslarını değerlendireceğim.
KKTC’de yükselen bir kadın siyasetçi profili: Dr. Sibel Siber
İlk olarak, Girne Amerikan Üniversitesi’ne bağlı Girne Araştırma Enstitüsü’nün (GAE), KKTC’deki 5 ilçeyi de kapsayan ve toplam 695 kişiyle gerçekleştirdiği ankete göz atalım (http://www.gau.edu.tr/haber/1823/gae_cumhurbaskanligi_secimleri_oncesi_beklenti_anketini_acikladi). Mart ayı başında yapılan ankete göre; 19 Nisan’da yapılacak seçimlerde, kararsızların oyları da dağıtıldığında, merkez sağdaki iki büyük parti Ulusal Birlik Partisi (UBP) ile Demokrat Parti’nin (DP) desteklediği aday olan mevcut Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu, yüzde 46 oy oranıyla seçimin ilk turunu önde tamamlayacaktır. Sosyal demokrat çizgideki Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP) desteklediği kadın siyasetçi Dr. Sibel Siber ise, ilk turda yüzde 30 oy alarak ikinci tura kalan diğer aday olacaktır. Sosyalist çizgideki bağımsız aday Mustafa Akıncı, yüzde 17 oy oranıyla üçüncü olurken, eski başmüzakereci ve merkez çizgideki bağımsız aday Kudret Özersay da yüzde 7 oranına ulaşacaktır. Sadece seçimin ilk turunu değerlendirmeye alan GAE anketi incelendiğinde; ilk turda Eroğlu’nun seçimi kazanmaya çok yaklaşacağı, ancak seçimin yine de ikinci tura kalacağı ortaya çıkmaktadır. İkinci turdaki Eroğlu-Siber mücadelesinde ise; Eroğlu ilk bakışta daha avantajlı gözükmesine rağmen, Akıncı’nın sol çizgideki oylarını kendisine çekmesi muhtemel Siber’in de ciddi anlamda şansı olduğu görülmektedir.
Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu seçime rahat girmiyor, ama yine de favori…
Türkiye’de de birçok anket çalışmasına imza atan Gezici Araştırma Şirketi’nin, 21-22 Mart 2015 tarihlerinde, yine KKTC’deki 5 ilçede ve toplam 3.072 gibi çok yüksek bir katılımcı sayısıyla gerçekleştirdiği anket çalışmasında ise (http://m.kuzeypostasi.com//gundem/iste-gezici-arastirmanin-detayli-anket-sonuclari/5880/); ilk turda Cumhurbaşkanı Eroğlu yüzde 37,2 oya ulaşarak yine birinci olurken, ikinci sırada yüzde 30,3 oyla Mustafa Akıncı yer almaktadır. İddialı bir aday olan Sibel Siber, bu çalışmada ilk turda yalnızca yüzde 21,1 oya ulaşarak yarış dışı kalırken, Kudret Özersay da yüzde 11,4 oy oranında kalmaktadır. Bu anketi çok ilginç kılan sonuç ise; “İkinci turdaki muhtemel Eroğlu-Akıncı mücadelesinde kime oy verirsiniz?” sorusuna, katılımcıların yüzde 60,5’inin “Mustafa Akıncı” yanıtını vermesidir. Dolayısıyla, Gezici anketinin sonuçlarını doğru olarak kabul edersek, seçimi ikinci turda sürpriz aday Mustafa Akıncı kazanacaktır.
Gezici anketinde favori aday Mustafa Akıncı
Sonuç olarak genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; Dr. Derviş Eroğlu’nun Türkiye kökenli seçmenler ve iç siyasete hakim yapısı nedeniyle seçime herşeye karşın favori olarak girdiği söylenmelidir. Ancak Eroğlu’nun seçimi ilk turda kazanamaması durumunda, ikinci turda hem Akıncı, hem de Siber’in sürpriz yapma şansları hiç de az değildir. Bunun sebebi ise; Kıbrıs Sorunu’ndan ve tanınmamış bir devlette yaşamaktan bunalmış olan Kıbrıs Türk halkının, kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın ardından yarım kalmış bu sistemin -Türkiye Cumhuriyeti ile beraber- kurucu unsuru olarak gördüğü Eroğlu’na yönelik eleştirilerinin, tepki oylarında patlama yapması ihtimalidir. Bu nedenle Gezici’nin çelişkili gözüken anket sonuçları, KKTC’deki bir gerçeği de ifade ediyor olabilir. Dolayısıyla, 2015 KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçlarını önceden kestirmek son derece zordur. Elbette karar, Kıbrıs Türk halkınındır…
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

10 Nisan 2015 Cuma

Dr. Cemaliye Beysoylu ile Mülakat


Girne Amerikan Üniversitesi (GAÜ) İşletme ve Ekonomi Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi Dr. Cemaliye Beysoylu ile Kıbrıs Sorunu ve Avrupa Birliği üzerine bir mülakat gerçekleştirdim. Aşağıda bu mülakatı bulabilirsiniz.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Öncelikle mülakata KKTC iç siyaseti ile başlamak isterim. Nisan ayında gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde adayların siyasi kampanya süreçlerini ve şanslarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dr. Cemaliye Beysoylu: Aslında uzun bir aradan sonra ilk kez sonucunu önceden kestirmenin bu kadar zor olduğu bir seçim süreci yaşıyoruz. Siyasi spektrumun farklı taraflarını temsil eden adaylar, müzakere sürecine dair de farklı fikirler öne sürüyorlar. Yalnız dikkat edilmesi gereken nokta, söylev bazında tüm adayların  federal çözüm noktasında hemfikir olmasıdır. Seçim sürecine dair bir diğer pozitif gelişme ise, Kanal T tarafından yayınlanan ve dört adayın da hazır bulunduğu tartışma programıdır. Kampanyalara dair öne çıkan bir diğer nokta ise, adayların bu seçimlerde müzakere sürecinin yanında Cumhurbaşkanı’nın iç siyasete etkisi üzerine de propaganda geliştirmeleridir. Sanırım bu durumun öncüsü Sayın Kudret Özersay olmuştur. Yalnız burada dikkatimi çeken konu, diğer adaylardan farklı olmak adına öne sürülen seçim vaatlerinin, anayasanın belirlediği Cumhurbaşkanı görev ve yetkilerinin kapsamına uygun olması gerektiğidir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Doktora tezinizde Kosova ile Kıbrıs’ı “Avrupa Entegrasyonu” bağlamında değerlendiren karşılaştırmalı bir çalışma yaptınız. 2004 yılında Rumların tek taraflı olarak Avrupa Birliği’ne üye yapılması sonrasında Kıbrıs Sorunu’nun geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dr. Cemaliye Beysoylu: Yaygın bir görüştür ki; 2004’ten sonra gelişen süreçte AB, çözüm sürecindeki katalizör rolünü kaybetmiştir. Ama bu durum, sadece Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üyeliğinden dolayı, yani AB’nin üye ülkelere baskı uygulamayacak konumda olmasından kaynaklanan bir durum değildir. AB, Türkiye üzerinde de pek etkili olamamıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB iç siyasetine dahil olması, akabinde Ankara Antlaşması’nın uygulanmasına dair çıkan anlaşmazlık ve bu durumda bazı müzakere başlıklarının askıya alınmasının da durum üzerinde ciddi etkisi var.

Ama Türkiye-AB ilişkilerinin gerilmesinin tek sebebini Kıbrıs Sorunu olarak algılamak, AB ve Türkiye’nin kendi iç siyasetlerini görmezden gelmek olur. AB-Türkiye ilişkisi analizi yapacak kadar vaktimiz yok, ama şunu söylemek gerekir ki; Kıbrıs Sorunu engel teşkil etmeseydi de, AB şu aşamada zaten Türkiye kadar büyük bir ülkeyi sindirebilecek durumda değildir. Entegrasyon süreci, ülkelerin AB muktesebatını uygulayıp, üye ülke statüsüne ulaşmasından ibaret değildir. Yani mevzu sadece genişleme değildir. Entegrasyonun, bir de derinleşme yönü vardır ki, üye ülkeler arasında siyasi ve ekonomik işbirliğinin sürekli yeniden şekillenmesini sağlar. Özellikle Euro krizinin de etkisiyle, AB entegrasyonunun derinleşme ayağında son yıllarda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır ve bu da, AB’nin bölgesel genişlemeye daha temkinli yaklaşmasına neden olmaktadır. Birkaç milyon nüfusa sahip Balkan ülkeleri dahi, AB’nin iç sorunlarından kaynaklanan ve “enlargement fatigue” (genişleme yorgunluğu) diye adlandırılan bu durumdan nasibini ciddi bir şekilde almıştır ve Türkiye de bu konuda istisna değildir. Ama AB’nin etki alanı, müzakere masasında bir anlaşmaya varılmasını sağlayabilecek katalizör rolünden daha geniştir. Birlik, Kıbrıs’taki görünürlüğünü ve varlığını mali destek ve hibe programları üzerinden sürdürmeye çalışmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Avrupa Birliği entegrasyon sürecinin toplumlara teorik olarak etkileri neler olmaktadır? Bu etkileri Kıbrıs Türk toplumu özelinde de görmek mümkün müdür?

Dr. Cemaliye Beysoylu: Entegrasyon sürecinin etkilerini teorize etmek kolay bir iş değildir. İsterseniz ben soru kapsamını biraz daraltıp, son zamanlarda konu üzerinde yaşanan bir tartışmayı gündeme getireyim. 2006 yılında Thomas Diez ve ekibi tarafından, AB’nin sınır bölgelerindeki etnik çatışmalar üzerindeki etkisini araştırmak için teorik bir yaklaşım geliştirmek için yapılan çalışmanın sonuçlarına baktığımızda; AB’nin iki kanallı potansiyel bir etkisi olduğunu görürüz. Akademik dili biraz basitleştirerek anlatırsak; AB, kendisine üye olma sürecindeki ülkelerde iki ayrı kanaldan etki sağlamaktadır. Bunlardan birincisi, ‘conditionality’ denen mekanizmadır ki, AB, muktesebatı yoluyla ve bazı ülkelerde muktesebat dışında koştuğu koşullara uyum sürecinin yarattığı etkiden bahseder. Bu kanalın ilk hedefi, siyasi elitler ve mevzu bahis ülkenin siyasi sistemidir. Ama unutulmamalıdır ki; AB entegrasyonu, üyelik sürecinde devletler bazında ilerlese de, aslında toplumun daha geniş kesimlerini de etkileyen bir süreçtir. Bu kanaldan sağlanan etki ise, ‘socialization’ diye adlandırılır. Basitçe açıklarsak, ‘socialization’, AB toplumlarının birliğin kurumlarıyla ve birbirleriyle girdikleri etkileşimi açıklamaya çalışır. Tabii bu noktada AB, her zaman bir aktör olarak ortaya çıkacak etkinin nasıl olacağını belirleyemez. ‘Conditionality’ siyasi elitleri hedef alırken, ‘socialization’ denen süreç hem siyasi elitleri, hem de tabanı etkileme kapasitesine sahip bir kanaldır. Ama burada esas gözden kaçmaması gereken mevzu, sanılanın aksine entegrasyon sürecinin etkisinin her zaman pozitif olmayacağıdır. AB’yi, kendisine genelde atfedildiği gibi katalizör olarak tanımlamak, sürecin farklı toplumlara etkisini anlamak için yola çıkan araştırmalarda fazlasıyla yönlendirici olabilir. Dolayısıyla, daha önce bahsettiğim çalışmanın da öne sürdüğü gibi, AB’yi ‘perturbator’ olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

Teorik argümanı daha da dallandırıp budaklandırmadan, Kıbrıs Türk toplumu özelinde bu konuya bakarsak; özellikle 2004 öncesinde, AB’nin her iki kanaldan da etki sahibi olduğunu görürüz. Fakat daha önce bahsettiğim nedenlerden ötürü, AB’nin ‘conditionality’ kanalı 2004’ten sonra büyük oranda zarara uğramıştır. Her ne kadar Kıbrıs Türk toplumu henüz AB’ye dahil olmadığı için, AB’nin bir çekim merkezi olma durumu halen devam ediyor olsa da, bu yaşanan süreçteki zedelenme, birliğin güvenilirliğini büyük ölçüde kaybetmesinden kaynaklanmaktadır. ‘Socialization’ kanalının tam etkilerini saptamak içinse, kanımca henüz çok erkendir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Çalışma sonuçlarının teorik çerçeve aşamasının tartışıldığı makale:
  • Diez, T. Stetter & S. Albert, M. 2006. “The European Union and Border Conflicts: The Transformative Power of Integration”, International Organization 60 (3), ss. 563-593.

Dr. Cemaliye Beysoylu Kimdir?
Dr. Cemaliye Beysoylu 1985 yılında Kıbrıs Girne’de doğmuştur. 2007 yılında İstanbul Üniversitesi Radyo-Tv-Sinema ve Sosyoloji bölümlerinden yan dal lisans derecesi alan Beysoylu, 2009 yılında yüksek lisans derecesini İngiltere’de Leeds Üniversitesi Avrupa Birliği ve Kalkınma Çalışmaları bölümünden almıştır. 2014 yılında aynı üniversiteden, Kosova ve Kıbrıs’ı karşılaştırmalı olarak çalıştığı doktora teziyle Dr. ünvanını kazanan Beysoylu, Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde akademisyenliğe devam etmektedir.


Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 10.04.2015