27 Ağustos 2012 Pazartesi

AFASAM'da çıkan mülakatım


Afro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi AFASAM'ın benimle yaptığı Türk Dış Politikası, Arap Baharı ve artan PKK terörü konulu mülakata ulaşmak için lütfen buraya tıklayınız.

Dr. Ozan Örmeci

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Hasolar Memolar’dan Birkaç Mehmet’e


Türkiye siyasetinde ötekileştirme ve hor görme eskiden beri var olmuştur. Ancak zaman içerisinde hor görülen ve aşağılanan grupların değiştiği fark edilebilir. AKP’li Hüseyin Çelik’in “PKK birkaç Mehmet’i şehit etti diye her gün PKK’nın Türkiye’nin gündemini oluşturmasına müsaade etmemeliyiz bizim hassasiyetimiz budur” sözlerini de sanıyorum bu bağlamda değerlendirmek doğru olur. 

Türkiye siyasetinde bu tarz siyasi gafların ilk akla geleni tek parti dönemi CHP’sinde Ulaştırma Bakanlığı ve Sinop milletvekilliği yapmış Cevdet Kerim İncedayı’nın 1949 yılında söylediği “Ben bu bölgelere gittiğimde, birtakım kimselerle öğrencilerin tercümanlık yapması sayesinde konuşabildim. Onları şimdi serbest bırakırsak oylarını ya Haso’ya ya Memo’ya verirler. Büyük Millet Meclisi'ne Hasoların Memoların dolmasına sizin vicdanınız razı olur mu?” sözleri akla gelmektedir. Bu sözlerle o dönem İncedayı’nın Kürtleri aşağıladığı düşünülmüş ve kendisine yönelik tek parti CHP’sinde büyük bir tepki ortamı oluşmuştu. Hakikaten memlekete önemli hizmetleri de olmuş İncedayı’nın sözleri, kanunlar önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu ve vatandaşlar arasında bir öncelik sıralaması yaparak Kürt kökenli eğitimsiz vatandaşlarımızı kötü gösterdiği için -kötü niyetle söylenmemiş olsa dahi- eleştiriye açıktır. O dönem CHP’si ve CHP seçmenleri de anti-demokratik özelliklerine rağmen bu duruma ciddi tepki göstermiştir. AKP’li Hüseyin Çelik’in “birkaç Mehmet” sözlerinde de İncekara’nın sözlerine benzer şekilde vatan uğruna şehit olan askerlerimizi küçümseyen ve genel olarak Türk askeri ve Türk kimliğiyle özdeşleşen “Mehmetçik” ve “Mehmet” kavramını aşağılayan bir yaklaşımın olduğunu görmek mümkün. Fakat bu söz üzerine medya ve halkta oluşan tepkilere karşın AKP’nin bu konuda herhangi bir adım atmaması, hatta sözlerin “dil sürçmesi” şeklinde halkla alay edercesine savunulmaya çalışılması 1949 Türkiye’sinden 2012 Türkiye’sine demokratik kültür anlamında bırakın ilerlemeyi, gerilediğimizi gösteriyor.

Gerçekten demokratik bir Türkiye kurmak için milletvekillerimizin ve bakanlarımızın sözlerine sanıyorum daha fazla dikkat etmeleri gerekiyor. Biz kimsenin ötekileştirilmediği, aşağılanmadığı, bu ülke uğruna şehit olanların adam yerine konduğu bir Türkiye istiyoruz ve hayal ediyoruz. Herkese iyi bayramlar dilerim.

Dr. Ozan Örmeci


17 Ağustos 2012 Cuma

Yeni Soğuk Savaş Ortamında Türk Dış Politikasının Denge Gereksinimi


Son yaşanan Suriye krizi artık herkesin kabul edeceği şekilde 21. yüzyıla damgasını vuracak bir rekabeti açığa çıkardı; bir tarafta Soğuk Savaş sonrası küresel liderliğini ilan eden ve tek kutuplu dünyanın başat gücü ve Batı dünyasının amiral gemisi olmaya devam etmek isteyen Amerika Birleşik Devletleri ve yakın müttefiki olan ülkeler, diğer tarafta ise ekonomik büyümelerine paralel olarak dünya siyaset sahnesinde etkilerini hızla arttıran Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu gibi çok kutuplu bir dünya sistemi talebi olan ülkelerden oluşan iki blok bulunuyor. Bu rekabetin Suriye krizi ve İran meselesi başta olmak üzere birçok konuda artarak devam etme riski bulunuyor. Ancak geçmişe kıyasla bu ülkeler arasındaki ideolojik rekabetin daha cılız ve ekonomik ilişkilerin çok daha üst boyutlarda olması bu yeni soğuk savaş koşullarını daha çok dış politika ve diplomasi ile sınırlayacağa benziyor. Fakat Suriye krizinin gösterdiği gibi İran ve benzeri can alıcı bazı konularda meselenin her zaman için askerileşmesi riski de bulunuyor. Bu nedenle Türkiye’nin de yaklaşan yeni düzenin ruhuna uygun bir şekilde kendi bölgesinde yeni bir denge politikası oluşturması gerekiyor. Zira Türkiye son bir yıldır geçiş süreci içerisinde daha çok dışarıdan etkilerle bir o yana, bir bu yana savrulan dağınık bir görüntü çiziyor ve müttefiklerine hatta kendi vatandaşlarına dahi güven telkin etmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin 21. yüzyılda oluşturması gereken yeni denge politikasının ana unsurları kanımca şu doğrultuda şekillenmelidir.

1-) Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti devleti, kuruluş paradigması ve bugüne kadar getirdiği dış politika geleneğini muhafaza ederek mutlaka ulusal güvenliğini sağlama, terörle mücadele ve Türkiye’nin yakın coğrafyası içerisinde Türk kimliği taşıyanlara yönelik saldırılar haricinde savaş karşıtı bir politika izlemeyi sürdürmelidir. Güçlü bir ordusu olmasına ve askerlik mesleğindeki tarihsel birikimlerine karşın (biz) Türklerin -belki de Batılılaşmanın ve AB ile yakın ilişkilerin kaçınılmaz sonucu olarak- ulusal güvenlik dışında kolay kolay savaşma düşüncesine yakın ve yatkın olmadığı Suriye krizi ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yeni düzende Türkiye’yi yeni ve oyun kurucu bir aktör olarak konumlandırırken dahi Türkiye’nin ancak ulusal güvenliğine, terörle mücadelesine ya da geçmişte Kıbrıs’ta olduğu gibi yakın coğraftasında Türk kimliğine ve Türk kimliği taşıyanlara yönelik saldırılar halinde Türkiye kamuoyunda savaşı meşrulaştıracak bir ortamın oluşacağını bilmek zorundayız.

2-) Türkiye’nin coğrafyası tamamen gözardı edilerek izlenecek dış politika kaçınılmaz olarak başarısız olacaktır. Türkiye bir NATO üyesi ve Batı müttefikidir. Ancak Türkiye jeopolitik konumu itibariyle hem Batılı, hem Doğulu, hem Avrupalı, hem Asyalıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin İran başta olmak üzere birçok konuda üyesi olduğu Batı ittifakıyla yüzde yüz aynı doğrultuda hareket etmesi imkansızdır. Bu noktada Türkiye’nin avantajı her iki tarafla da konuşma yetisine sahip bir ülke olarak anlaşmazlıkların diplomatik yollarla çözümünde anahtar rol oynayarak kendi önemini arttırabilecek olmasıdır. Ancak bu da çok başarılı ve güven veren bir diplomatik geleneğe sahip olmayı zorunlu kılar. Son yıllarda Türk dış politikasındaki müthiş hareketlilik umut vericidir. Ancak bu hareketliliğe karşın Türkiye bazı yanlış politikalarının sonucu olarak birçok konuda arabulucu rolünü kaybetmektedir. Örneğin Türkiye eğer 1 sene içerisinde çok acil bir diplomatik çözüm bulunamazsa savaşa dönüşmesi muhtemel İran-İsrail gerginliğinde her iki tarafla da ilişkilerini bozduğu için arabulucu konumunu kaybetmiştir. Orta Doğu’da daha fazla popülarite adına İsrail’le ilişkileri bozan, iktidarını korumak adına füze kalkanına evet diyerek İran’la da ilişkileri geren Türk dış politikası, böylelikle yalnızca Türkiye’nin güvenliği için değil, dünya barışı için de önemli bir risk ortamının yaratılmasına katkıda bulunmuştur. Yine Suriye olaylarında Türkiye’nin ilkeli olmak adına “taraf” seçmesi, Türkiye’nin arabulucu konumunu kaybetmesine neden olmuş ve Suriye’de bugün ne yazık ki bir içsavaş ortamı oluşmuştur. Türkiye coğrafyasının gereği olarak İran, Rusya, Irak, Suriye gibi ülkelerle ilişkilerinde Avrupa ülkeleri ya da ABD gibi rahat hareket edemez. Bu komşu ve yakın ülkelerdeki sorunlar ve olası savaşlar, Türkiye’nin iç siyasetine de kolaylıkla etki etmektedir.

3-) Türkiye’nin son dönemde izlediği hatalı politikaların da etkisiyle Türkiye kaçınılmaz bir seçim yapmak ikilemine düşerse Türkiye’nin tercihi doğal olarak üyesi olduğu ve devlet organlarının da entegre yapılandığı Batı ittifakından yana olacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin komşuları ve çok kutuplu dünya talebindeki aktörlerin de Türkiye’yi böylesi ikilem durumlarında bırakmamak adına daha sağduyulu hareket etmeleri gerekmektedir. Zira Türkiye’yi geçmişte olduğu gibi katı bir NATO kanat ülkesi haline getirmek en çok bu ülkeler adına riskli olacaktır. Türkiye böylesi bir seçim yapsa dahi her zaman için savaşın soğuk şekilde devam etmesi için gayret etmeli, mümkün olduğunca ulusal güvenliğine ve ekonomik gelişimine odaklanmalıdır. Türkiye Soğuk Savaş dönemindeki hatalardan dersler çıkararak mümkün olduğunca kendini önceleyen ve sorunların diplomatik çözümüne destek veren bir ülke olmalıdır.

4-) Türkiye’nin gücünü koruyabilmesi adına ekonomik büyümesini sürdürmesi gerekmektedir. Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki ülkelerin yaşadığı istikrarsızlık nedeniyle ekonomik kayıpları olmaktadır. Bu nedenle Türkiye ekonomisini farklı coğrafyalara doğru büyütmelidir. Günümüzde iletişim ve ulaşım imkanlarının çok gelişmesi neticesinde komşuluk ve yakınlık eskisi gibi mutlak öneme sahip değildir. Türkiye deniz ve hava taşımacılığı vasıtasıyla daha uzak coğrafyalarla da çok yakın ilişkiler kurabilme yetisine sahiptir. Kuzey ve Güney Amerika ülkeleriyle daha yakın ekonomik ilişkiler, yine Türki devletlerin yer aldığı Kafkasya ve Orta Asya’da ve genel olarak Asya’da daha etkin bir dış politika Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki ülkelerle olan ticaretinde kayıplar olsa dahi bunları kompanse edecektir. Günümüzün teknolojik ortamında bir ülkenin ekonomik sınırları hayalleri ölçüsünde geniştir. Bunu Türkiye’nin acilen fark etmesi gerekmektedir.

5-) Türkiye güçlü dış politika için iç istikrarını sağlamalıdır. Bunun yolu idari yapılanmayı değiştirmekten çok, siyasette ortak bir dilin yaratılmasıyla mümkündür. Türkiye’de siyaset son yıllarda laiklik-din, Kürt-Türk, Alevi-Sünni ekseninde neredeyse Carl Schmitt’in geçmişte belirttiği ölçüde bir ölüm-kalım savaşı halini almaya başlamıştır. Bunun temel nedeni ülkeyi geren ve herkesi kucaklamayan kötü yönetimler ve yine başka başarı şansı olmadığı için sürekli ortamı germeye çalışan etkisiz muhalefettir. Türkiye artık iç siyasetteki rekabet dozajını azaltmalı ve farklı plan-programları ve öncelikleri olan siyasal partilerin rekabet ettiği daha istikrarlı bir iç siyaset yapısına kavuşmalıdır. Esas demokrasi budur, Türkiye’nin şu an yaşadığı ise bir cangıl demokrasisidir. Bunun temel ayaklarından birisi de artık çok sıkıcı ve kutuplaştırıcı bir hale gelen, devam etmekte olan bazı davaların kamuoyunu ikna edici bir şekilde gerçek suçluları cezalandıran, masumları ise kurtaran bir biçimde sonlandırılmasından geçmektedir. Ayrıca Türkiye Atatürk birleştirici simgelerini yıpratmamalı, bunun yanına yeni birleştirici unsurlar eklemelidir.

6-) Türkiye iç ve dış siyasette kendi dengesini oluşturmak ve anlaşılabilir bir aktör haline gelmek için kırmızı çizgilerini yeniden tesis etmelidir. Türkiye’nin son yıllarda önceki kırmızı çizgilerinden vazgeçip vazgeçmediği bilinmemektedir. Her iki ihtimalde de Türkiye’nin kırmızı çizgileri yeniden deklare edilmeli ve vatandaşlar da bu bilince erişmelidir.

7-) Türkiye her koşula uygun olarak askeri teknolojik gelişimine ve istihbarat ağına daha fazla önem vermelidir. Artık daha fazla sayıda asker yerine, daha yüksek teknolojili cihazlar tercih edilmeli, Türkiye’nin istihbarat ağı dış politikada önceden pozisyon alınabilecek bir doğrultuda yeniden yapılandırılmalıdır.

8-) Türkiye PKK terörizmi ve Kürt sorunu konusunda bir statüko oluşturmalıdır. Bu statüko yalnızca iç dengelere değil, Suriye, Irak, İran’da da yaşamakta olan Kürtlerin durumuna uygun şekilde yapılmalıdır. Türkiye kendi kamuoyunun kabul etmesi imkansız bazı uçuk projeleri dışarıdan gelen baskılarla hayata geçirmeye kalkmamalıdır. Bunun yolu da kendi iktidarını korumak adına dışarıda büyük sözler vermemekten geçer.

9-) Türkiye bir vizyon sorunu yaşamaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği hedefinin zora girmesi iş dünyası ve seküler çevrelerde bir varoluş krizine neden olmuştur. Türkiye’nin AB üyeliği hedefini engelleyen unsurlar aşılmaya çalışılmalı, bu yapılamıyorsa dış politikada yeni bir vizyon belirlenmelidir.

10-) Türkiye dost ve müttefik ülke olarak gördüğü ABD ile ilişkilerini daha şeffaf bir zemine taşımalıdır. Türkiye kamuoyunda tepki gören birçok politikanın ABD zoruyla yapıldığı/yaptırıldığı ima edilerek hükümetler kendilerini güvenceye almakta ve topu ABD’ye atmaktadırlar. Bu durumun gerçekliği şüphelidir. Bunu önlemenin yolu da ilişkileri ve diplomasiyi daha şeffaf bir zemine taşımaktan geçer. Son Wikileaks olayları da göstermiştir ki günümüz dünyasında gizlilik geri tepmektedir. Bu nedenle açık ve şeffaf diplomasi başta ABD ile ilişkilerimiz olmak üzere her alanda Türkiye’nin düsturu olmalıdır.


Dr. Ozan Örmeci

16 Ağustos 2012 Perşembe

Hüseyin Aygün Olayı



Bu hafta Türkiye siyasetine damgasını vuran olay hiç kuşkusuz CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün Tunceli’de PKK terör örgütü mensuplarınca kaçırılarak iki gün süreyle alıkonması olayıydı. Bu yazıda Aygün’ün kaçırılması ve sonrasında gelişen olaylar, özellikle de çok dikkat ve tepki çeken özgür bırakılması sonrasında yaptığı açıklama üzerinde biraz kafa yormak istiyorum.

Öncelikle Hüseyin Aygün’e geçmiş olsun dileklerimi iletmek istiyorum. Fikirleri, partisi, mezhebi, inancı ne olursa olsun bir yurttaşımızın ve bir insanın terör örgütünce kaçırılması son derece üzücü ve korkutucu bir olay. Bu olayı herhangi bir fiziksel yara almadan atlatan Aygün’e hepimizin söze başlarken önce “geçmiş olsun” demesi gerekir. Hüseyin Aygün medyada son 1,5 yıldır oldukça yer bulmaya başlamış Tuncelili bir hukukçu, yazar ve siyasetçi. Tunceli merkeze bağlı Erdoğdu köyünde doğmuş, yıllar sonra hukuk fakültesini bitirmiş. Aygün’ün en dikkat çekici özelliği ise Türkiye’deki ilk Zazaca gazeteyi çıkarmış kişi olması. Zaza-Alevi kimliğine sahip Aygün’ün Tunceli’de çok iyi tanındığı ve sevildiği ifade ediliyor. Aygün’ün Dersim Olayları hakkında yazılmış üç kitabı bulunuyor. Ayrıca Zazaca yazılmış az sayıda kitaptan birine imzasını attığı söyleniyor. Aygün’ün kamuoyunda tanınması; 2011 yılında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun isteğiyle Tunceli 2. sıra milletvekili adayı yapılıp seçilmesinin akabinde “Dersim Olayları’ndan devlet ve CHP sorumludur, Atatürk’ün bu olaydan haberi vardır”, “Alevilik ayrı bir dindir” ve benzeri çok ses getiren ama aynı zamanda tepki çeken açıklamalar yapmasıyla oluyor. Ayrıca Aygün, Uludere Katliamı sonrası yaptığı “Bu saldırı AKP’nin 33 kurşunudur” açıklaması ve son olarak Malatya’da oruç tutmadığı için saldırıya uğrayan Alevi aileye destek için bu şehre giderek temaslarda bulunmasıyla özellikle insan hakları ihlalleri konusunda hassas kimselerin dikkatini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştı. Açıkçası ben de fikirlerine tam olarak katılmasam da Aygün’ün yumuşak ve nezih tartışma üslubu ve aydın kişiliğinden etkilenmiştim. Aygün’ün Alevi-Zaza kimliğiyle bölgede etkili olması ve tanınmasının, Kürt milliyetçiliği-Pankürdizm ekseninde terör temelli bir siyaset geliştiren PKK’yı rahatsız edeceğini anlamak da zor değildi. Fakat yaşadığı talihsiz olay sonrası yaptığı açıklamalar aslında mağdur durumda olan Aygün’ün, -kendisi ve partisi algı oluşumu sürecini iyi yönetemezse- terör destekçisi, terör işbirlikçisi gibi algılanmasına yol açabilir.
Öncelikle bu olayın hemen öncesine gidersek, CHP’nin Suriye’nin kuzeyinde PYD’lilerin yönetimi ele geçirmesi ve Türkiye’de Şemdinli başta olmak üzere birçok yerde terör faaliyetlerinin artması üzerine TBMM’yi olağanüstü toplantıya çağırdığı, ancak AKP ve MHP’nin katılmayacaklarını açıklaması nedeniyle meclisin toplanamayacağı bir ortamın oluştuğunu görüyoruz. Nitekim Aygün halen tutsak durumda iken CHP’nin girişimi BDP’lilerin desteğine rağmen sonuçsuz kaldı. Böylesi bir ortamda Hüseyin Aygün’ün PKK tarafından kaçırılıp 2 gün içerisinde serbest bırakılması ve sonrasında yaptığı açıklamalar halkın en azından bir bölümünde AKP Gaziantep milletvekili gazeteci Şamil Tayyar’ın da kabaca ifade ettiği şekilde bunun bir “düzmece kaçırılma olayı” olduğu intibasını doğurdu. Ben bu olayın gerçek mi, düzmece mi olduğunu bilmiyorum ve Aygün’ün ve CHP’nin böyle bir şeye alet olacağına ihtimal dahi vermek istemiyorum. Fakat kamuoyunun bir bölümünde bu algının kolaylıkla oluşabileceğini halkın içinde yaşayan biri olarak kolaylıkla görebiliyorum.
Aygün’ün özgür kaldıktan sonra yaptığı açıklamalara baktığımızda ise karşımıza üç ihtimal çıkıyor. Birincisi eli silahlı teröristlerce kaçırıldığı için büyük bir stres ve baskı altında olan Aygün’ün kendi ifadesiyle “barış isteyen PKK’lı genç çocuklar” tarafından kendisine son derece iyi davranılması nedeniyle yaşadığı şok altında böyle duygusal bir eğilim gerçekleştiriyor olmasıdır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2011 genel seçimleri sonrası AKP’ye yüzde 50 oy veren Türk halkının tercihini anlatmak için kullandığı “Stockholm Sendromu” işte burada gerçek anlamını kazanmaktadır. Stockholm Sendromu, 1970’lerde İsveç’te yaşanan bir olaydan hareketle psikoloji literatürüne girmiş, rehinenin yüksek stres altında kendisini kaçıran ancak iyi davranan kişiye duyduğu bağlılığı ifade etmektedir. Başta pek makul gözükmeyen bu sendromun yıllar içerisinde birçok kişide görülmesi sebebiyle zamanla bu kavram daha ciddiye alınmaya başlamıştır. İkinci seçenek, Aygün’ün kaçırılması ve rehine tutulduğu dönemde yaşadıkları nedeniyle korkarak gelecek adına kendisi ve ailesini korumak güdüsüyle böyle konuşmalar yaptığı şeklindedir. Tunceli’de yaşayan ve sık sık buraya gidip gelen Aygün’ün PKK’nın bölgedeki gücünü gördükten sonra daha fazla kişinin canının yanmaması adına bu şekilde konuşmaya başladığı da iddia edilebilir. Son olarak daha önce ifade ettiğim ve CHP muhalifi ve Hüseyin Aygün karşıtı çevrelerin daha ilk andan itibaren -biraz da saygısızca- gündeme getirdiği bunun bir mizansen olduğu görüşü bulunmakta.
Bu görüşlerin hangisinin doğru olduğunu ben bilmiyorum. Fakat kamuoyunda bu olayın kolaylıkla ifade ettiğim 3. senaryo paralelinde algılanabileceğini düşünüyorum. Bu durumda Aygün’ü ve kendisini milletvekili yapan Kemal Kılıçdaroğlu’nu zor günler bekleyebileceğini düşünüyorum. Bu ülkede herkes gibi ben de artık barış olmasını ve silahların susmasını istiyorum. Ancak bunun yolu yürürlükte olan af yasalarının da işaret ettiği şekilde silah bırakarak devlete teslim olmaktan geçmektedir. Devlet zaten yıllardır Kürt sorunu konusunda yaptığı açılımlarla kendi payına düşen görevleri yerine getirmekte ve geçmişteki hatalardan vazgeçtiğini göstermektedir. Böylesi bir ortamda, demokratik siyaset kapıları açıkken hala teröre başvurmak masumane görülemez, görülmemelidir. Bu arada CHP’nin de politik psikoloji ve algı yönetimi konusunda yardıma gereksinim duyduğu açıkça görülüyor. Geçtiğimiz günlerde CHP’nin ağır toplarından Gürsel Tekin’in sanıyorum Volkan Bozkır’la karıştırarak Başbakan’ın Ahmet Davutoğlu yerine Dış İşleri Bakanı olarak atayacağını iddia ettiği kişi olan Prof. Dr. Vamık Volkan ismi burada önem kazanıyor. CHP’nin politik psikolojinin kurucularından Vamık Volkan ve benzeri isimlerden destek alması şart gözüküyor.

Dr. Ozan Örmeci

14 Ağustos 2012 Salı

Yeni İngilizce makalem: "Ismail Cem's Views on Kemalism"



Journal of Arts and Humanities'de yayınlanan İngilizce makalem "Ismail Cem's Views on Kemalism"e buradaki linkten ulaşabilirsiniz.

Dr. Ozan Örmeci

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Claire Berlinski ile Mülakat


"There Is No Alternative: Why Margaret Thatcher Matters" adlı kitabıyla bilinen Amerikalı yazar Claire Berlinski ile Uluslararası Politika Akademisi (UPA) adına gerçekleştirdiğim mülakatı İngilizce ve Türkçe olarak aşağıdaki linklerden okuyabilirsiniz.




Dr. Ozan Örmeci

7 Ağustos 2012 Salı

Türkiye'nin Schlieffen Planı Var Mı?


Son günlerde Türkiye kamuoyunun gündemini Suriye’deki iç savaş ve Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a bağlı olan güçlerin Suriye’deki Kürt nüfusun yoğunlaştığı Kuzey Suriye bölgesini terk etmesinin ardından bölgede hakimiyet kuran Suriye PKK’sı PYD oluşturuyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, entelektüel kişiliği ve (belki de Türkiye’nin gücünü aşar ölçüde) büyük düşünmesiyle bugüne kadar farklı çevrelerde olumlu/olumsuz birçok tepki alan Dış İşleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Suriye’deki gelişmeler karşısında Türkiye kamuoyu gibi endişeye kapıldığı ve özellikle “İki Kürdistan senaryosu” karşısında hazırlıksız yakalandığı görülüyor. Zira Türkiye kamuoyunda Suriye’deki Kürt nüfusun bu derece örgütlü ve siyasal bilinç anlamında üst düzeyde olduğu bugüne kadar hiç dile getirilmemiş, Suriye’deki Kürtler baskıcı Baas rejiminin vatandaşlık hakkı bile tanımadığı “mağdurlar” olarak tanıtılmıştı. Oysa şimdi Türkiye’nin karşısındaki tabloda Irak’ın kuzeyinde Mesud Barzani denetiminde özerk, petrol gelirleri üst düzeyde olan, Türkiye ile güçlü ekonomik bağları bulunan ve bağımsızlık ilan ederek Akdeniz’e açılmak istediği herkesçe bilinen bir Kürt yönetimi, dahası Suriye’nin kuzeyinde “de facto” olarak kontrolü eline geçiren örgütlü bir Kürt hareketi var. Buradaki hareketin de Esad rejiminin artık çok da uzak gözükmeyen çöküşüne paralel olarak bir özerklik ya da bağımsızlık talebi içerisine gireceği aşikar. Kuzey Suriye ve Kuzey Irak arasındaki geniş ve Kürt nüfusun yoğun yaşadığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi coğrafyasında ise Kürt milliyetçilerinin bu durumdan cesaret alarak yeni ve maceracı arayışlar içerisine girmeleri muhtemel. Bu eğilimlerin Türkiye kamuoyunda dile getirildiği şekilde hala bazı demokratik haklarla ve kültürel-siyasal açılımlarla durdurulabileceğini sanmak ise büyük bir saflık. Zira karşımızda son derece örgütlü, politize olmuş ve eli silahlı bir hareket bulunmakta.

Böylesi bir ortam içerisinde elbette asla gerçekleşmesini istemediğimiz ancak Türkiye’nin zorda kalırsa başvuracağı askeri çözümler akla geliyor. Özellikle Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu yöndeki muhalefetinin toplumsal olarak da büyük karşılık bulduğu görülüyor ve hissediliyor. Ancak kamuoyu bu noktada Kuzey Suriye’ye ya da Kuzey Irak’a girerek tampon bölge oluşturma konusunda ikiye ayrılmış gözüküyor. Hükümete yakın çevreler Kuzey Suriye için böyle bir girişimi destekler gözükürken, muhalif kesimlerde ise bu uygulamanın Kuzey Irak’a yapılması gerektiği yönünde görüşler var. Böylesi bir ortamda insan doğal olarak siyasal tarihe de referansla  Türkiye’nin bir “Schlieffen Planı” olup olmadığını merak ediyor. NATO’nun en büyük 2., dünyanın en büyük 6. ordusu olmasıyla övündüğümüz Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaşanılan süreçte içerisine düşürüldüğü olumsuz tabloya rağmen, kurumsal hafızası ve birikimi sayesinde bu tip planlara sahip olduğunu düşünüyorum. Elbette bir insanlık trajedisi olan savaş hepimizin en son tercihi olmalı. Ancak atalarımızın savaşarak kazandığı toprakları siyasetin güle oynaya kaybetmesi de hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını memnun etmeyecektir düşüncesindeyim. Böylesi zamanlarda yapılabilecek en iyi şey, siyasetin ve diplomasinin çözüm üretebilmesini ummak.

Dr. Ozan Örmeci