31 Temmuz 2012 Salı

Türk Dış Politikasının Suriye Kavşağı: Davutoğlu'nun 'Tutarlılık' İkilemi



Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı süresince önce danışman, 2009 yılından bu yana ise Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun yön verdiği 2000’li yıllardaki Türk dış politikası, son günlerde ve haftalarda çok önemli bir dönemeçten geçiyor. Bu dönemecin adı Suriye kavşağı… Bu yazıda akademisyen kökenli bir siyasetçi ve Dış İşleri Bakanı olan Davutoğlu’nun  “stratejik derinlik” adını verdiği Türk dış politikasına yön veren çizgisinin Arap Baharı sürecinde yaşadığı zorluğa dikkat çekecek ve Davutoğlu’nun yaşadığı ‘tutarlılık’ ikilemini masaya yatıracağım.

Davutoğlu’nun göreve geldikten sonra izlemeye çalıştığı politika; daha önce teorik çerçevesini çizdiği şekilde 21. yüzyılın küreselleşme ve bölgeselleşme trendlerine uyum sağlayarak Osmanlı bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin eski İmparatorluk coğrafyasında “oyun kurucu” bir aktöre dönüşmesini sağlamaktı. Bunun yolu olarak da “komşularla sıfır sorun” olarak ifade edilen politika ile; Türkiye’nin yakın komşuları ve diğer bölgesel aktörlerle giderek daha bütünleşen bir ekonomi politikası belirlemesi, vizeleri kaldırarak ticaret hacmini arttırması ve ekonomik büyüme oranlarını yükseltmesi, kendi kültürel öğelerini daha baskın kullanarak bu bölgede bir “yumuşak güç” merkezine dönüşmesi hedefleniyordu. Davutoğlu’nun geliştirdiği bu yaklaşım sonucu Türkiye 2000’li yıllarda Orta Doğu coğrafyasındaki demokrasi dışı aktörlerle yakın ilişkiler geliştirmekte beis görmemiş, İran, Suriye ve Libya ile olan ilişkiler çok üst düzeylere taşınmış, Hamas üyeleriyle doğrudan temas edilerek Filistin iç siyasetinde İsrail’le ilişkileri bozmak pahasına ‘taraf’ olunmuştur. Öyle ki Suriye ile ortak Bakanlar Kurulu toplantıları yapılmış, Suriye lideri Beşar Esad’ı “aile dostu” olarak nitelendiren Başbakan Erdoğan kendisini tatilde Türkiye’de ağırlamıştır. Bu noktada Orta Doğu’da reformlar yoluyla yavaş bir değişim-dönüşüm bekleyen Davutoğlu’nun öngöremediği, bu sürecin sonucunda yaşanacak olan “Arap Baharı” olmuştur. Dışarıdan etkiler ve Orta Doğu’daki iç dinamiklerin birleşmesiyle ortaya çıkan Arap Baharı süreci, Türkiye’nin bu üst düzey ilişkiler kurduğu ülkelerin yönetimlerinin devrilmesi anlamına gelmektedir. İçerideki meşruiyetini halk desteği ve demokrasiden kazandığı ve Türkiye’deki seküler yapı ile yürüttüğü mücadeleye dışarıdan desteği demokrasi üzerinden sağladığı için bu süreçte Davutoğlu “kendisiyle tutarlı olmak adına” halk hareketlerine destek çıkmış, Başbakan’ın Libya meselesindeki sendelemesi haricinde bu sürece hep koşulsuz destek olmuştur. Hükümet de Davutoğlu’nun çizgisine paralel politikalar izlemiş, Dış İşleri’nin tecrübeli kadrolarının uyarılarına karşın bu mantıkta ilerlenmiştir. Ancak bu noktada Davutoğlu ve Türk dış politikası önemli bir ikilemle karşılaşmıştır…

Dış politika algılaması idealizm adı verilen ekole yani belirli idealler ve hedefler (demokrasi, insan hakları) üzerine kurulu olan Davutoğlu, bir akademisyen tutarlılığı içerisinde bu sürece destek olurken, bu süreçte Türkiye yakınlaştığı rejimlerin liderlerinin devrilmesi sonrası Batı karşısında ekonomik açıdan gerilemiş, daha önemlisi Suriye Krizi neticesinde “İki Kürdistan senaryosu” ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu noktada Türk Hariciyesi’nde Onur Öymen gibi deneyimli isimlerinin koruduğu gözlemlenen geleneksel realist (gerçekçi) refleksleri görmezden gelen Davutoğlu, kendi akademik tutarlılığını sağlamak ve kuramını doğru çıkarmak adına Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehlikeye atacak bir noktaya gelmiştir. Evet Soğuk Savaş kalıntısı Baas rejimleri yıkılmıştır ama ne pahasına yıkılmıştır? Türkiye’nin ulusal güvenliği ve bütünlüğünü tehdit etmesi muhtemel “İki Kürdistan” hatta “Büyük Kürdistan” senaryosu pahasına… Sayın Davutoğlu’nun tutarlı olmak istemesi anlaşılır ve güzel bir hedeftir, ancak bu hedefi gerçekleştirmek adına realizmi hiçe sayarak ülkeyi büyük bir güvenlik tehlikesine sokması doğru bir hareket değildir. Unutulmamalıdır ki, “oyun kurucu” sözüne kaynaklık eden basketbol sporundaki Steve Nash benzeri en tempolu oynayan ve dominant guardlar dahi çeyrek ve maç sonlarında zamana ve skora göre oyun temposunu düşürmekte, skoru güvence altına almak adına daha temkinli hareket edebilmektedir. Siyaset özellikle de dış politika; bazı hedeflerin ve ideallerin savunulması kadar (idealizm-liberalizm) ulusal çıkarların maksimize edilmesiyle de (realizm) alakalıdır. Aksini düşünmek büyük bir naifliktir…

Davutoğlu politikasının bir diğer önemli hedefi olan Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmesi ve bu yolla Kürt ulusçuluğunun ekonomik entegrasyonla aşılabilmesi de bu süreçte başarılı olamamış ve Kürt ulusçuluğu zayıflamadığı gibi bölgede Barzani gibi aktörlerin pan-Kürdizm hayallerini tetikleyen olumsuz bir atmosfer oluşmuştur. Kuzey Irak’ta özerk bir yapıyı daha önce kabul eden, hatta yakında burada ilan edilmesi muhtemel bağımsız bir Kürt devletine soğuk bakmadığı düşünülen AKP hükümeti, Davutoğlu’nun tutarlılığını korumak adına yakında Kuzey Suriye’deki özerk veya bağımsız bir Kürt entitesini de tanımak zorunda kalabilecektir. Zira Kuzey Suriye’de de Kuzey Irak’ta olduğu gibi nüfus yapısı özerk ve hatta bağımsız bir Kürt bölgesini beraberinde getirebilir. Sayın Davutoğlu’nun salt idealizm üzerine kurulu ve tutarlı olma hedefli politikası bu konuda yeniden test edilecektir. Ayrıca bu sürecin iç politikaya da çok ciddi etkileri olacak ve Türkiye’de siyasal istikrar ve demokrasi zemini büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. Bunlara ek olarak, iktidarı döneminde halihazırda Kuzey Irak’ta bir Kürt özerk bölgesi (yakında muhtemelen Kürt devleti) kurulan Başbakan Erdoğan’ın tarihe “Başbakanlığı döneminde iki Kürt devleti kurduran Türk Başbakanı” olarak geçmek isteyip istemeyeceği de son derece tartışmalıdır. Bu noktada Başbakan’ın son haftalarda medyada Davutoğlu aleyhine estirilen kampanyalarda sessiz kalması, aslında onu zannedildiği ölçüde sahiplenmediğini göstermektedir. Zira Erdoğan’ın olası Cumhurbaşkanlığı sonrası adı AKP liderleri arasında favori olarak geçen Davutoğlu’nun bu yıpranma sürecine sessiz kalan Erdoğan, nasıl bir tesadüftür ki aynı süreçte Has Parti lideri Numan Kurtulmuş’u partisine davet etmektedir?

İki Kürdistan senaryosu şüphesiz ki Türkiye’deki Kürt ulusçuluğunu tetikleyecek ve Türkiye’deki siyasal istikrarsızlık ortamını arttıracaktır. BDP’nin bu süreçte özerklik, Öcalan affı, bağımsızlık ve Büyük Kürdistan gibi konuları Türkiye siyasetinin gündemine taşıması ve toplumu kutuplaştırması muhtemeldir. Bu süreçte doğal olarak CHP’nin “ulusalcı kanadı” ile MHP’nin “milliyetçi öz”ü de harekete geçecektir. Tüm iyi niyetine rağmen CHP’yi ulusalcı eksenden çıkarıp, sosyal demokrat bir partiye dönüştürme iddiasıyla başa geçen Kılıçdaroğlu’nun bu ortamda doğması muhtemel ulusalcı bir dalgayı sahiplenmesi zor gözükürken, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin saygın ancak toplumsal desteği eksik muhalefeti de bu tepki dalgasını sahiplenebilecek etkide gözükmemektedir. MHP’nin lider adaylarından Koray Aydın’ın da olası liderliğinde böylesi bir etkide bulunması toplumsal karşılığının yeterince güçlü olmaması sebebiyle zor gözükmektedir. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde CHP’deki ulusalcı kanattan Kılıçdaroğlu’nu devirmeye ya da çizgisini değiştirmeye zorlayan bir hamle gelmesi ya da bu dalgayı sahiplenebilecek merkez veya merkez sağda yeni bir oluşumun kurulması gündeme gelebilir. Merkez veya merkez sağda böylesi bir iktidar alternatifi ortaya çıkarsa, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ve TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu gibi isimler sahneye çıkabilecek potansiyeldeki ender kişilerdendir. Kürdistan tartışmalarının Türk Silahlı Kuvvetleri üst yönetimi ve alt kadrolarında da büyük bir huzursuzluk yaratacağını tahmin etmek zor değildir. Toplumsal dinamiklerin zorlamasıyla iki önemli ideolojik ilkesinden biri olan laiklik konusunda geri adım atmak zorunda kalan ve tüm varlığını “ulusal bütünlük” üzerinde yoğunlaştıran Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, bu konuda da geri adım atması varlığını inkar etmek anlamına gelecektir. Her halükarda Türkiye siyasetini dış politika ile paralel bir şekilde şekillenecek hareketli bir gündem beklemektedir.

Dr. Ozan Örmeci

29 Temmuz 2012 Pazar

Olimpiyat Oyunları


MÖ 8. ve 4. yüzyıllar arasında Zeus onuruna düzenlenen Antik Yunan medeniyetindeki Olimpiyatlardan esinlenerek Fransız eğitimci ve tarihçi Baron Pierre De Coubertin’in 1894’te kurduğu Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin önderliğinde yeniden 1896 yılında Atina’da düzenlenmeye başlayan Olimpiyat Oyunları’nın 30.’su geçtiğimiz gün İngiltere’nin başkenti Londra’da muhteşem bir açılış töreni ile başladı. Her dört yılda bir düzenlenen ve dünyanın en büyük spor organizasyonu niteliğindeki Olimpiyat Oyunları, ekonomi ve kültür açısından da çok önemli bir nitelik taşımaktadır. Bu yazıda Olimpiyatlar’ın tarihçesinden ve Türkiye’nin Olimpiyat geçmişinden söz edeceğim.

1896’da ilk kez Yunanistan’da Atina’da düzenlenen Olimpiyatlar o tarihten itibaren II. Dünya Savaşı haricinde her dört yılda bir istisnasız yapılmış ve şu şehirlerde ve ülkelerde düzenlenmiştir;
1900 – Paris, Fransa
1904 – St. Louis, ABD
1908 – Londra, İngiltere
1912 – Stokholm, İsveç
1916 – Berlin, Almanya
1920 – Antwerp, Belçika
1924 – Paris, Fransa
1928 – Amsterdam, Hollanda
1932 – Los Angeles, ABD
1936 – Berlin, Almanya
1940 – Yapılamadı
1944 – Yapılamadı
1948 – Londra, İngiltere
1952 – Helsinki, Finlandiya
1956 – Melbourne, Avustralya ve Stokholm, İsveç
1960 – Roma, İtalya
1964 – Tokyo, Japonya
1968 – Mexico City, Meksika
1972 – Münih, Almanya
1976 – Montreal, Kanada
1980 – Moskova, SSCB (Rusya)
1984 – Los Angeles, ABD
1988 – Seul, Güney Kore
1992 – Barcelona, İspanya
1996 – Atlanta, ABD
2000 – Sidney, Avustralya
2004 – Atina, Yunanistan
2008 – Pekin, Çin
2012 – Londra, İngiltere
2016 – Rio de Janeiro, Brezilya (yapılacak).

Görüldüğü üzere şimdiye dek 30 kere düzenlenen ancak 28 defa yapılabilen (bir tanesi iki ülkede) Olimpiyat Oyunları’na ABD 4, İngiltere 3, Almanya 3, Fransa 2, Yunanistan 2, İsveç 2, Avustralya 2, Belçika 1, Hollanda 1, Finlandiya 1, İtalya 1, Japonya 1, Meksika 1, Kanada 1, Rusya 1, Güney Kore 1, İspanya 1 ve Çin 1 defa ev sahipliği yapmıştır. 2016 yılında Brezilya da ilk kez Olimpiyatlara ev sahipliği yapacaktır. Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan’ın da işaret ettiği üzere Olimpiyatlar henüz Müslüman nüfusu yoğun bir ülkede hiç düzenlenmemiştir. Bu nedenle Türkiye’nin 2020 Olimpiyat Oyunları için önemli bir şansı bulunmaktadır.

Olimpiyat Oyunları denince akla gelen önemli bir konu 1912 yılında 5 kıtadan da sporcunun katıldığı ilk Olimpiyatların ardından 1914’te kabul edilen ve dünyadaki 5 kıtayı sembolize eden Olimpiyat Oyunları bayrağıdır. Olimpiyat Oyunları’nın sloganı ise “Daha hızlı, Daha yüksek, Daha güçlü” anlamına gelen Citius, Altius, Fortius” sözüdür. Olimpiyat Oyunları’nın klasikleşmiş bir unsuru da özellikle son 30 yılda büyük  ve masraflı şovların sergilendiği açılış ve kapanış törenleridir. Ayrıca 1968’den beri Olimpiyat Oyunları için bir maskot da belirlenmektedir.

Olimpiyat Oyunları’nın tarihine zaman zaman siyaset de damgasını vurmuştur. Örneğin SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesinin ardından Soğuk Savaş’ın doruk noktasına çıktığı dönemlerden olan 1980’lerin başında düzenlenen iki Olimpiyatta boykotlar olmuştur. 1980 Moskova Olimpiyatları’na ABD’nin liderliğinde 64 ülke katılmamıştır. 1984 Los Angeles Olimpiyatları’na ise Rusya’nın girişimleriyle 13 ülke iştirak etmemiştir. 1988 Seul Olimpiyatları’na Kuzey Kore de katılım göstermemiştir. 1972 Münih Olimpiyatları’nda Filistin sorununu dünya kamuoyunda gündeme getirmek isteyen Kara Eylül örgütü üyesi Filistinli teröristler 11 İsrailli sporcuyu öldürmüştür. 1936 yılında Nazi Almanya’sında düzenlenen Olimpiyat Oyunları’nda ABD’li zenci atlet Jesse Owens’ın 4 altın madalya kazanması beyaz ırkın üstünlüğüne inanan Nazi lideri Adolf Hitler’i çileden çıkarmış ve dünya kamuoyunun gündemine oturmuştur. 1968 Meksika Olimpiyatları’nda yine zenci sivil hareketlerine katılmış ABD’li iki atlet Tommie Smith ve John Carlos’un direniş selamları da uzun yıllar unutulmayacak bir hareket olarak tarihe geçmiştir.

Olimpiyat Oyunları madalya sıralamasında ABD’nin toplamda büyük üstünlüğü bulunurken, ABD’yi SSCB dönemi de dahil edilirse Rusya, sonrasında da İngiltere izlemektedir. Son yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti’nin hızlı yükselişi dikkat çekicidir. İlk kez 1908 yılında Olimpiyatlara katılan Türkiye ise ilk madalyasını 1936 Olimpiyatları’nda  “Mersinli” lakabıyla anılan Ahmet Kireççi’nin serbest güreşte 3. olarak bronz madalyası ile almıştır. Aynı yıl 61 kiloda güreşen Yaşar Erkan Türkiye’ye Olimpiyatlar tarihindeki ilk altın madalyasını getirmiştir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan 1948 Londra Olimpiyatları’nda Türk sporcuları oldukça başarılı olmuş, serbest ve grekoromen güreşte 6 altın, 4 gümüş ve 1 bronz, atletizmde de üç adım atlamada Ruhi Sarıalp ile 1 bronz olmak üzere toplam 12 madalya alarak madalya tablosunda 7. sırada yer almıştır. Ruhi Sarıalp’in aldığı bu madalya, 2004 Atina Olimpiyatları’nda Eşref Apak’ın çekiç atmada aldığı bronz madalyaya kadar atletizmde Türkiye’nin tek madalyası olarak kalmıştır. Türkiye’nin madalya grafiği incelendiğinde Fransızların ünlü “Etre fort comme un Turc (Türk gibi kuvvetli olmak)” sözünü hatırlatırcasına güreş ve daha arka planda da olsa halter branşlarında başarılı olduğumuz görülmektedir. Olimpiyatlarda kazandığımız toplam 37 altın madalyamızın 28’i serbest ve grekoromen güreşten, 8 tanesi halterden, 1 tanesi ise judodan gelmiştir. Naim Süleymanoğlu 1988, 1992 ve 1996 Olimpiyatları’nda üstüste 3 defa altın madalya kazanarak gerçek bir Türk spor efsanesi olmuştur. Halil Mutlu da 1996, 2000 ve 2004 yıllarında üstüste 3 defa altın madalya alarak Süleymanoğlu’nun başarısını tekrar etmiştir. Haltercilerimiz Süleymanoğlu ve Mutlu dışında en başarılı sporcularımız 2’şer altın madalya kazanan güreşçilerimiz Mustafa DağıstanlıMithat Bayrak ve Hamza Yerlikaya, 1 altın, 1 gümüş ve 1 bronz madalya kazanan güreşçimiz Hamit Kaplan’dır. Olimpiyat tarihimizdeki toplam 23 gümüş madalyanın 16’sı serbest ve grekoromen güreş, 2 tanesi boks, 2 tanesi tekvando, 1 tanesi halter, 2 tanesi atletizmden alınmıştır. Toplam 22 bronz madalyamızın 13 tanesi serbest ve grekoromen güreşten, 3 tanesi bokstan, 2 tanesi atletizmden, 2 tanesi taekwondodan, 1 tanesi judodan, 1 tanesi halterden alınmıştır. 2004 yılında Atina Olimpiyatları’nda sporcumuz Nurcan Taylan halterde altın madalya kazanarak Türkiye’ye altın madalya kazandıran ilk kadın sporcu olmuştur. 

2012 Olimpiyatları’nda da Türk sporculardan atletizmde daha önce 2 gümüş madalya kazanmış Elvan Abeylegesse’nin yokluğuna karşın yeni madalyalar beklenmektedir. Daha önemli bir gelişme ilerleyen yıllarda 2020 Olimpiyatları’nın kazanılması olacaktır.

Dr. Ozan Örmeci

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Dream Interpretations


Human brain is one of the most complex mechanisms in the world. According to numerous psychologists, the human brain consists of two parts; the conscious and the unconscious. The conscious deals with more rational things whereas the unconscious is the place in which the desires that cannot be fulfilled are packed, or repressed. Dreams are more related to the unconscious part of our brains.

The relationship between human brain and dreams is also an important discussion. Julia Chiapella defines dreams as “the source for those illusive, below-consciousness feelings that tend to dive for cover when they meet the light of day. If we are persistent about searching for and seeking our dreams, and our inner self, the line between the conscious and the unconscious will blur”.[1] Dreams are a very good way of learning about how people feel deep inside their minds. By trying to analyze the dreams we have, we can learn about what our mind thinks unconsciously and we would understand our psychological world in a better way. Therefore dream interpretations may help us a lot in understanding the nature of human beings.

According to Sigmund Freud who was one of the most important thinkers of the 20th century, distortion in dreams is the result of a censoring activity against unacceptable wishes that we have in the unconscious. Freud thinks that dreams provide a wish fulfilment function. He says that there are four important things to do when we interpret a dream, “looking at ordinary dream symbols, looking at the dreamer’s personality, looking at the circumstances of the dreamer and looking at the impressions that the dreamer has during the dream”.[2]

The mystery of dreams will continue to exist...


[1] Julia Chiapella, “Why Do We Dream?”, Retrieved on 28.07.2012 from http://dreamemporium.com/why_we_dream.html.
[2] Sigmund Freud, A General Introduction to Psychoanalysis, Part Two: The Dream X. Symbolism in the Dream, Retrieved on 28.07.2012 from http://www.bartleby.com/283/10.html

22 Temmuz 2012 Pazar

Güzel İzmir'e Yeni Bir Vakıf Üniversitesi Yakışmaz Mı?


Yıllık iznim nedeniyle yaklaşık 1 haftadır doğup büyüdüğüm şehir olan İzmir’deyim. İzmir insanları her zamanki gibi sıcak ve güzel ancak İzmir eskiye kıyasla sönük ve hareketsiz...
Elbette İzmirli yazlıkçıların Foça ve Çeşme’ye kaçmaları da önemli bir etken ancak İzmir’in siyasi, ekonomik ve kültürel hayatımızda son yıllarda rolünün giderek azalması da bu durumda etkili oluyor diye düşünüyorum. Bu durumun düzeltilmesinde kuşkusuz en önemli anahtar EXPO 2020’nin İzmir’e getirilmesi olacaktır. Bir diğer öneri olarak; İzmir’in yüksek öğrenci çekme ve sosyal hayat potansiyelini de düşünerek İzmir’e mevcut bazı vakıf üniversitelerinden daha kaliteli, daha özgür ve daha demokrat yeni bir vakıf üniversitesi kurulması önerimden bahsedeceğim. Zira İzmir’de böylesi bir girişim için inanılmaz uygun koşullar oluşmuş durumda.
Yaptığım araştırmalar sonucunda Buca Kaynaklar’da bulunan mevcut meyve-sebze halinin İzmir’e su veren Tahtalı Barajı havzasında olması sebebiyle başka bir yere taşınacağını öğrendim. Mülkiyeti İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait olan, orman içerisindeki bu eşsiz yerin tapusuna sahip İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin öncülüğünde ilçe belediyeleri, Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO), İzmir Vadeli İşlemler Borsası (İZVOB) ve İzmir’deki sivil toplum örgütleri ve vakıfların katılımıyla alanında iddialı hedefler koyan, Bilkent Üniversitesi benzeri sosyal ve temel bilimler ağırlıklı yeni bir üniversitenin kurulması İzmir adına büyük bir kazanç olacaktır düşüncesindeyim. Öte yandan, böylesi bir girişim ile proje üretmediği söylenen CHP’li belediyelerin de iyi projeler üretebileceği kamuoyu nezdinde ortaya çıkacaktır. Hali inceledikten sonra mevcut haldeki binaların restorasyon çalışmaları sonrasında yıkılmadan çok kısa bir sürede laboratuar, derslik ve amfilere dönüştürülebileceğini fark ettim. Şüphesiz böylesi bir üniversite projesine İzmir’in büyük şirketleri ve işadamları da katılacaktır.
Vakur duruşu ve güvenilir tavrıyla beğeni toplayan ancak proje yetersizliği nedeniyle çokça eleştiri alan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Aziz Kocaoğlu’nun bu projeye öncülük edebileceğini umuyorum ve bekliyorum. Elbette İzmir milletvekilleri de bu projenin somutlaşmasında ve hayata geçirilmesinde hayati rol oynayacaklardır.
Dr. Ozan Örmeci


20 Temmuz 2012 Cuma

Isparta Genel Seçimler Tarihi


Osmanlı’dan günümüze Anadolu’nun en aydın ve güzel şehirlerinden biri olan Isparta’da 1950 yılında çok partili demokratik hayata geçilmesi sonrasında birçok genel seçim gerçekleşmiştir. Süleyman Demirel gibi çok önemli bir siyasetçiyi de yetiştirmiş olan Isparta’nın genel seçimler tarihini inceleyerek kentin sosyolojik ve siyasal yapısı üzerine bir analiz yapmaya gayret edelim.

1950 yılında yapılan ilk genel seçimlerde “Yeter söz milletin” sloganı ve yeni isimleriyle tek parti döneminden usanmış halkın büyük desteğini alan Demokrat Parti (DP) 45.154 oyla Isparta’da birinci parti olurken, CHP 30.233 oyla ikinci parti olmuştur. Uygulanan seçim sistemi (çoğunluk sistemi) nedeniyle bu seçimler sonucunda tüm vekiller (5 milletvekili) DP’den seçilmiştir. Demokrat Parti’nin ekonomik açıdan oldukça başarılı geçen ilk yıllarının ardından yapılan 1954 genel seçimlerinde de DP toplam 94.543 seçmenin yüzde 62’sinin (52.051 oy) oyunu alarak 5 milletvekilini de kendisi çıkarmıştır. CHP ise oy sayısında yerinde saymış ve 30.893 oy alarak seçim sisteminin etkisiyle hiç milletvekili çıkaramamıştır. 1957 yılına gelindiğinde ise işler ülke genelinde ve Isparta’da DP için kötü gitmeye başlamış ve DP oyları yüzde 44’e (36.179 oy) düşmüş, CHP ise yüzde 31, 74’te (26.050 oy) kalmıştır. DP’den kaçan oylar bu seçimde Isparta’da DP’den kopan bazı isimlerin CHP’nin de desteğiyle kurdukları Hürriyet Partisi’ne (HP) gitmiş ve liberal HP Isparta’da yüzde 23,47 gibi (19.265) yüksek bir oy almıştır. Ancak seçim sistemi nedeniyle yine 5 milletvekili DP’den seçilmiştir. 1950’lerde ülke genelinde olduğu gibi Isparta’da da DP’nin büyük üstünlüğü vardır. Liberal HP’nin Isparta’daki yüksek oy oranı ise dikkat çekicidir.

27 Mayıs İhtilali sonrası yapılan 1961 genel seçimlerinde DP’nin devamı niteliğindeki ve Ragıp Gümüşpala liderliğindeki Adalet Partisi (AP) cunta döneminde yaşananlara da tepki olarak yüzde 51,06 (46.155) gibi yüksek bir oy almış, CHP ise tüm gayretlere rağmen yüzde 33,58 oyda (30.357) kalmıştır. Yeni kurulmuş ve Ekrem Alican liderliğindeki bir diğer DP mirasçısı liberal Yeni Türkiye Partisi (YTP) ise yüzde 15,36 oy (13.886) almayı başarmıştır. Sonuç olarak AP 3, CHP 1 milletvekili çıkarmayı başarmıştır. 1965 genel seçimlerine gelindiğinde Ispartalı genç bir mühendis ve siyasetçi Süleyman Demirel’in başına geçtiği AP oy oranını yüzde 63,80’e (48.868) çıkarmış ancak seçim sistemi nedeniyle milletvekili sayısı 2’de kalmıştır. CHP yüzde 23,03 oyla (17.640) 1 milletvekili, YTP ise yüzde 13,17 oyla (10.086) yine 1 milletvekili çıkarmıştır. 1969 genel seçimlerinde ülkede yavaş yavaş yükselmeye başlayan sol hareketlere karşın Isparta’da AP yüzde 81,27 gibi rekor bir oya (64.465) ulaşmış ve 4 milletvekilini de kendisi çıkarmıştır. CHP oyları ise yüzde 14,16’da (11.233) kalmıştır. 1960’larda özellikle Ispartalı Demirel’in başa geçmesinden sonra ülke genelinde ve Isparta’da AP oyları patlama yapmış ve iktidarı 1965 ve 1969’da üstüste iki defa kazanmayı başarmıştır.

1970’lerdeki ilk seçim olan 1973 genel seçimlerinde artık Demirel’in karşısında İsmet Paşa değil, genç ve karizmatik Bülent Ecevit vardır. Ancak buna rağmen Demirel kendi evinde büyük üstünlüğünü korumuş ve yüzde 62,06 oyla (52.297) 4 milletvekilini de kendisi çıkarmıştır. AP oylarındaki düşüşün sebebi, 1970 yılında AP’den kopan Ferruh Bozbeyli ve Ispartalı Sadettin Bilgiç gibi önemli isimlerin kurduğu Demokratik Parti’nin Isparta’da yüzde 11,51 oya (9.702) ulaşmış olmasıdır.  CHP ise oyların Isparta’da ancak yüzde 14,35’ini (12.093) alabilmiştir. Ülke genelinde iyi bir oy sıçraması yapan  (yüzde 11, 80) Erbakan’lı Milli Selamet Partisi’nin (MSP) Isparta’da ise yalnızca yüzde 7,12 gibi oy kalması (6.002) dikkat çekicidir. MHP de bu seçimlerde Isparta’da yüzde 1,57 gibi (1326) gibi çok düşük bir oy almıştır. Fakat sonuçta hiç beklenmeyen bir şey olmuş ve Ecevit CHP’si ile Erbakan MSP’si bir koalisyon kurarak uzun süre sonra AP’yi iktidardan uzak tutmuştur. Fakat Kıbrıs Barış Harekatı’nı takiben Demirel, Türkeş ve Erbakan’la anlaşarak Milliyetçi Cephe hükümetini kuracak ve yeniden Başbakan olacaktır. 1977 genel seçimlerine gelindiğinde CHP Türkiye genelinde oy patlaması yapmasına karşın Demirel’in memleketinde yüzde 21,27 oyla (25.711) ancak 1 milletvekili çıkarabilmiştir. AP ise yüzde 69,61 oyla (84.133) 3 milletvekili çıkarmayı başarmıştır. Fakat ülke genelindeki yüzde 41,39 oya rağmen Ecevit iktidarı kuramayacak ve önce İkinci Milliyetçi Cephe hükümeti kurulacak daha sonra da Ecevit bağımsızlar, Cumhuriyetçi Güven Partililer ve bazı AP’lilerle anlaşarak güç bela zayıf bir hükümet kuracaktır. Türkiye’nin terör ve anarşinin pençesine düştüğü bu yıllarda hem Ecevit, hem de Demirel tüm çabalara rağmen bir koalisyon kurmayacak ve Türkiye adım adım 12 Eylül’e sürüklenecektir. 1970’lerde de Isparta’da Demirel etkisiyle AP’nin çok ağır bastığı görülmektedir.

12 Eylül sonrası sivil yaşama dönülmesiyle beraber yapılan ilk genel seçimler olan 1983’te aslında Demirel’in kariyerine yardımcı olduğu ancak şimdi onun yerine geçmiş olan Turgut Özal’ın ANAP’ı yüzde 66,22 oyla (89.377) 4 milletvekilini de kendisi çıkarmayı başarmıştır. Asker destekli muvazaa partileri görüntüsü çizen Halkçı Parti ve Milliyetçi Demokrasi Partisi ise düşük oylar (HP: % 19,80, MDP: % 12,46) almışlardır. Isparta yine merkeze ve merkez sağa olan yatkınlığını göstermiş ve Demirel’in boşluğunu Özal’la doldurmuştur. 1987 genel seçimlerinde ise Demirel siyaset sahnesine dönünce işler bir anda değişmiş ve Isparta’da “Baba” liderliğindeki Doğru Yol Partisi (DYP) yüzde 60,24 oyla (110.946) 4 milletvekilini de kendisi çıkarmıştır. ANAP yüzde 19,31 oyla (35.573) ikinci parti olmuş ancak milletvekili çıkaramamış, SHP ise ancak yüzde 10,63 oyla (19.572) üçüncü parti olabilmiştir. Ülke genelinde ise Özal’ın ve ANAP’ın iktidarı oy düşüşüne rağmen devam etmektedir. 1980’lerde de Isparta’nın geçmişinden kopmadığı ve merkez liberal partilere yöneldiği, bu yıllarda başta Demirel’in boşluğunun Özal’la doldurulduğu ancak Demirel siyasete döner dönmez yeniden Demirel’e büyük oranda oy verildiği görülmektedir.

1990’ların ilk seçimi olan 1991 genel seçimlerinde Demirel’li DYP Isparta’da yüzde 62,61 oyla (116.115) birinci olmuş ve 4 milletvekilini de kendisi çıkarmıştır. Isparta’da geçmişte oy potansiyeli fazla gözükmeyen Erbakan’lı Milli Görüşçü Refah Partisi (RP) ise oy oranını oldukça arttırarak yüzde 12,37 oyla (22.941) ikinci parti olmuş, RP’yi Isparta’da üçüncü parti olarak Mesut Yılmaz’lı ANAP yüzde 12,15 oyla (22.533) izlemiştir. SHP ise ülke genelindeki oyunun çok altında kalarak Isparta’da ancak yüzde 9,54 oy (17.694) alabilmiştir. Ülke genelinde Demirel ve Erdal İnönü’nün girişimleriyle DYP-SHP (sonra CHP) koalisyonu kurulmuş ve bu yıllarda birçok demokratikleşme reformu yapılmıştır. 1995 genel seçimlerinde ise ülke genelinde tarihinde ilk kez birinci parti olan RP Isparta’da ise yüzde 16,12 oyla (32.638) 1 milletvekili çıkarmıştır. MHP Isparta’da oyunu yüzde 15,70’e (31.798) çıkarmış olsa da ülke genelinde yüzde 10’un altında kaldığı için milletvekili çıkaramamış, dolayısıyla yüzde 13,81 oyla ANAP (27.963) 1 milletvekili çıkarmış, diğer 3 milletvekilini ise Tansu Çiller’li DYP yüzde 40,35 oyla (81.707) çıkarmıştır. Demirel artık Cumhurbaşkanı olsa da Isparta’da eski AP’liler büyük ölçüde Çiller’e yönelmiş, bir bölümü ise MHP ve RP’ye yönlerini çevirmişlerdir. Olağanüstü 28 Şubat süreci sonrasında yapılan 1999 genel seçimleri öncesinde Abdullah Öcalan’ı yakalayarak büyük prim yapan Bülent Ecevit’li DSP Isparta’da ise yüzde 9,89 oyla (21.279) milletvekili çıkaramamıştır. Isparta’nın 4 milletvekili kontenjanı, yüzde 29,32 oy (63.083) alan MHP (2 milletvekili), yüzde 23,13 oy (49.769) alan DYP (1 milletvekili) ve yüzde 17,13 oy (36.583) alan ANAP arasında paylaşılmıştır. 1990’lar incelendiğinde Isparta’nın klasik eğilimlerini koruyarak başlarda Demirel’li ve Çiller’li merkez sağa yöneldiği, ancak 1995’ten itibaren aşırı sağ kabul edilen milliyetçi MHP ve İslamcı RP oylarının merkez sağın boşluğunu doldurarak yükseldiği görülmektedir. Bu noktada DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in medyadaki olumlu imajına karşın merkez sağın kalesi Isparta’da pek tutmadığı söylenebilir.

2000’lere gelindiğinde ise Türkiye gibi Isparta da AKP gerçeği ile karşılaşacaktır. 2002 genel seçimlerinde AKP yüzde 41,65 oyla (90.272) Isparta’dan 4 milletvekili çıkarırken, CHP yüzde 13,18 oyla (28.570) 1 milletvekili alacaktır. 2007 genel seçimlerinde AKP Türkiye genelinde olduğu gibi Isparta’da da oylarını arttırmış ve yüzde 43,87 oyla (103.459) 3 milletvekili çıkarmış, kalan 2 milletvekilliği ise MHP (yüzde 23,67 – 55.814) ve CHP (yüzde 13,34 – 31.456) arasında 1-1 paylaşılmıştır. Geçtiğimiz yıl yapılan 2011 genel seçimlerinde ise AKP ülke genelinde olduğu gibi Isparta’da da oy patlaması yaparak yüzde 53,01 oyla (135.137) 2 milletvekili (Recep Özel, Süreyya Sadi Bilgiç) çıkarmış, CHP ve MHP de yüzde 21 ve yüzde 19 oylarla birer milletvekili (CHP: Ali Haydar Öner, MHP: Süleyman Nevzat Korkmaz) çıkarmışlardır.

Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse Isparta seçmenlerinin 1950’lerden başlayarak merkez sağa eğilim gösterdiği ve geleneksel değerleri modernizmle buluşturma iddiasındaki liberal-sağ partilere yöneldiği görülmektedir. 1965’ten itibaren bir Ispartalı olan Demirel’in bu hareketin başına geçmesi de kuşkusuz bu eğilimi güçlendirmiştir. Ancak Demirel’siz seçimlerde de Isparta seçmeninin merkez sağa yöneldiği görülmektedir. Bunun yanında Isparta’da azımsanmayacak bir sosyal demokrat-Atatürkçü tabanın ve yine Senirkent gibi bazı ilçelerde çok güçlü önemli bir Türk milliyetçisi tabanın olduğu görülmektedir. AKP 3 seçimdir merkez sağa oturmayı başararak Isparta seçmenine Türkiye genelinde olduğu gibi hitap etmeyi başarmıştır. Ancak liberal eğilimleri güçlü Isparta seçmeninin dinin siyasal yaşamda bir baskı aracı haline gelmeye başlaması ve ekonominin bozulması durumunda oylarını AKP’den başka bir partiye kaydırabileceği ve bu partinin de merkezde yer alması gerektiği hemen fark edilebilir bir durumdur.


Dr. Ozan Örmeci


19 Temmuz 2012 Perşembe

Kılıçdaroğlu'nun Kurultay Konuşması


“Kurultaylar Partisi” olarak bilinen CHP’nin 34. Kurultayı geçtiğimiz iki gün içerisinde gerçekleştirildi. Her ne kadar bir lider yarışına sahne olmadığı ve Suriye gündemi içerisinde unutulduğu için medyada fazla yer bulamasa da, parti içi demokrasinin gelişimi adına önemli olan bu kurultayda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun değişim sinyalleri vereceği söylenen konuşması en önemli konu olarak ön plana çıktı. Ben de Kemal Bey’in konuşmasındaki satırbaşlarını sizler için analiz etmeye çalışacağım.
Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının CHP Bilim-Kültür Platformu Başkanı Prof. Dr. Sencer Ayata ve Bursa milletvekili ve genç ve başarılı bir akademisyen (sosyolog) olan Yrd. Doç. Dr. Aykan Erdemir tarafından kaleme alındığını zannediyorum. Konuşmada önceki kurultay konuşmalarından farklı olarak CHP’nin geçmişte Uşak milletvekili Prof. Dr. Osman Coşkunoğlu’nun da sıklıkla altını çizdiği “bilgi toplumu” hedefini ön plana alması ve 21. yüzyılda teknoloji ve bilginin önemine dikkat çekmesi en dikkat çekici unsurdu. Kılıçdaroğlu ucuz popülizmle küreselleşme karşıtlığı yapmak yerine konuşmasında bu sürecin önemine dikkat çekerek “artık büyük balık küçük balığı yemiyor, hızlı balık yavaş balığı yiyor” diyerek değişen çağın değişen koşullarına güzel bir örnekle işaret etti.
Eğitim sistemi ve özellikle yüksek öğretim konusunda Kılıçdaroğlu’nun akademisyenlere ve öğrencilere özgürlük vaat etmesi ve yurtdışına her sene binlerce doktora öğrencisinin gönderileceğini söylemesi dikkat çeken konulardı. Ancak Kılıçdaroğlu’nun akademik özerklik ve özgürlükleri savunurken ilerleyen süreçte YÖK konusundaki görüşlerini revize etmesi beklenebilir, zira YÖK’ün aşırı yetkileri tartışılsa da YÖK’süz bir üniversite sisteminde rektörlerin derebeylerine dönüşebileceğine de dikkat etmesi gerekiyor. Öte yandan 4+4+4 eğitim sistemindeki aksaklıklara dikkat çekildi ve eğitim sisteminin de üreten bir Türkiye modeli doğrultusunda yeniden yapılandırılacağı sözü verildi.
Dış politikada Suriye konusunda geçmişte çok tepki çeken Esad yanlısı tavırdan vazgeçilerek sosyal demokrat bir partiye daha yakışan barış ve demokrasi yanlısı ve hem işgalleri, hem de ülke içi katliamları kınayan bir ton benimsenmişti. Bu noktada “mezhepçi parti” algısının ortadan kaldırılması adına da CHP’nin artık anti-emperyalizm adı altında diktatörlüklere destek vermekten vazgeçmesi önemli bir tavır değişikliği olarak dikkat çekti. Öte yandan bölgede huzur ve istikrar isteyen bir parti olarak CHP’nin yabancı orduların bölgeye girişine ve işgallere karşı çıkması da doğal karşılanması gereken bir husus.
Bu konuların dışında yine bir başka dikkat çeken husus Kılıçdaroğlu’nun hem Atatürkçü, hem de sosyal demokrat/sosyalist tabanı bir arada tutmaya yönelik dengeli bir üslubu benimsemiş olmasıydı. Aksi bir durumda CHP’nin zaten başarı şansı bulunmuyor. Parti ideolojik dönüşüm geçirecekse bile bunu tabanı dönüştürerek yapmalı, küstürerek değil. Bu açıdan Kılıçdaroğlu’nun söylemleri akıllıca seçilmişti. Ancak konuşmada beklenen coşku yoktu ve daha önemlisi yaklaşan seçimlere yönelik toplumda heyecan yaratacak plan ve projelere yer verilmemişti. Bu noktada yeni parti programının hazırlanmasının sonrasında sanıyorum partide bir hareketlenme yaşanacaktır. Sonuç olarak CHP’nin artık toplumda güven yaratması ve alternatif haline gelebilmesi için iç karışıklıklarına son veren güçlü bir görüntü çizmeye başlaması gerekiyor. Türkiye’de sağlıklı demokratik bir yaşamın kurulması adına CHP’nin bu dönüşüm sürecine de herkesin katkı sunması doğru olacaktır.
Dr. Ozan Örmeci


11 Temmuz 2012 Çarşamba

Kürtçe'nin Seçmeli Ders Olması


Geçtiğimiz haftalarda ülkede siyasi gündemi belirleyen önemli konulardan birisi de 2012-2013 eğitim-öğretim yılıyla beraber Kürtçe'nin ilköğretim kurumlarından başlayarak isteyene seçmeli ders olarak verileceğinin açıklanmasıydı. Konuya bazı çevreler önemli bir demokratikleşme adımı olarak bakıp, AKP hükümetini alkışlarken, bazı çevreler ise Kürtçe'nin eğitim sistemine girmesiyle milli birlik ve kardeşlik duygularının zedelenebileceğine dikkat çekti ve eleştiri oklarını Başbakan Erdoğan'a yöneltti. Ben ise bu yazımda bu konudan ziyade bu süreçte Kürtçe'nin bir lehçesinin eğitim dili olması nedeniyle Kürtçe'den ayrı olduğu söylenen bir dil konuşan Zazalar ile diğer etnik gruplar ve farklı Kürt lehçelerini konuşan toplumsal grupların yaşadığı drama dikkat çekeceğim.
Kürtçe'nin seçmeli ders olması konusu Türkiye kamuoyunda tartışılırken gördüğüm önemli bir eksiklik noktası Türkiye'de hakları olan tek etnik grubun Kürtler olduğu gibi bir düşünceye sahip olunmasıdır. Oysa Cumhuriyet'in ilanı sonrası Türk milleti inşa edilirken temelde Türk etnisitenin yanısıra Anadolu'da yer alan Arap, Arnavut, Boşnak, Laz, Çerkes, Gürcü, Abaza, Zaza ve Kürt etnik unsurlar da bu sürecin ve bu millet yapısının önemli parçaları olmuşlardır. Fakat sonrasında diğer etnik unsurlar Türk milleti anlayışıyla barışçıl bir ilişki kurmasına karşın, Kürtlerin bir bölümünün henüz 1920'lerden başlayarak devlete isyan bayrağı açması kendilerini diğer etnik gruplar arasında avantajlı ve kayrılan bir konuma getirmiştir. Örneğin devlet her etnik dilde yayın yapan televizyon kurmamasına rağmen Kürtçe TRT 6 bir süredir yayınlarına devam etmektedir. Yine seçmeli ders olayında görülen Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun köklü halklarından olan Zazalara, ya da Kuzey Irak'taki Kürt lehçesinden farklı Kürtçe lehçelerinin kullanılmasına izin verilmemiş olmasıdır. Burada dikkat edilirse Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir süredir bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde Kürtçe'nin dil birliğini sağlamasına yönelik görünürde demokrat ancak esasen tekçi bir politika izlemekte ve Kürtleri uluslaştırmaya çalışmaktadır. Bunun Türkiye'ye ne gibi faydaları ve zararları olabileceği ayrı bir tartışma konusu. Ancak Türkiye kamuoyunda demokrat geçinen isimlerin kendi ifadeleriyle "senelerce zorla Türkçe öğretilen Kürtlere" sahip çıkarken, şimdi zorla Kürtçe öğretilecek Zazalara sahip çıkmaması önemli bir çelişki gibi durmaktadır. Oysa Zazaca da Kürtçe kadar bu ülkenin bir zenginliğidir. Ve madem devlet etnik dillerde seçmeli ders verecek bunu sadece Kürtçe ile sınırlandırmak faşizan bir yaklaşımdır.
Ben eğitimde dil birliğinin önemine inanan bir insan olarak bu konuda itiraz hakkımı saklı tutsam da, madem devlet böyle bir işe girişiyor o zaman sadece Kürtlere ve hatta Kürtçe'nin bir lehçesine imkan sağlamanın çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Eğer böyle bir yola girilecekse ben de anne tarafından büyük dedemin konuştuğu Arnavutça'yı çocuğuma seçmeli ders olarak okutmak istiyorum. Yine baba tarafından bir Yörük olarak eski Yörük Türkçesi'ni çocuğumun seçmeli ders olarak okumasını ve eski Yörük Türkçesi'nin Anadolu'nun bir zenginliği olarak yaşamaya devam etmesini istiyorum. İnanıyorum ki Zazalar da çocuklarının zorla Kürtçe öğrenmesindense Zazaca öğrenmesini tercih ederler. Keza Boşnaklar, Lazlar, Gürcüler, Abazalar, Araplar, Çerkesler herkes çocuklarının kendi ata dillerini öğrenmelerini isteyeceklerdir diye tahmin ediyorum. Bu noktada Türk Devleti'nin politikası açık bir şekilde Kürt milliyetçiliği çizgisindedir ve gerçek bir demokrasiye ulaşmak için mutlaka revize edilmelidir. Ya da bu iş özel kurumlara ve ailelere bırakılmalı ve tek dilde eğitime devam edilmelidir. Eğer bu yapılmazsa zaman içerisinde Kürt isyanlarına benzer şekilde Zazaların veya diğer etnik grupların da silahlı mücadeleye yönelmeleri gibi bir olasılık ilerleyen on yıllarda ortaya çıkabilir.

Dr. Ozan Örmeci


6 Temmuz 2012 Cuma

August Landmesser



24 Mayıs 1910 doğumlu ve muhtemelen Şubat 1944’te hayatını kaybetmiş olan Alman tershane işçisi August Landmesser, ölümünden yıllar sonra ortaya çıkan ve geçtiğimiz aylarda sosyal medyada binlerce defa paylaşılarak tekrar gündeme oturan fotoğrafıyla tarihe geçmiş bir isimdir.

Landmesser’i bu derece önemli kılan olay ise, Nazilerin iktidarını perçinlediği ve hızla toplumu dönüştürmeye başladığı 1936 yılında gerçekleşen Horst Wessel adlı geminin suya indirilmesi töreni sırasında coşkulu kalabalık içerisinde Nazi selamı vermeyi reddetmesi ve bu anın bir fotoğraf karesi ile tüm insanlığa mal olmasıdır. Aslında 1931 yılında iş bulmak amacıyla Nazi Partisi’ne zorla üye yaptırılan Landmesser, 1935 yılında Irma Eckler adlı bir Alman Yahudisi bayanla evlenmiş ve Nazi hükümetinin eşinin mensubu olduğu Yahudi cemaatine yönelik politikalarından rahatsız olarak bir süre sonra partiden ayrılmıştır. 1936 yılındaki törenlerde Landmesser’in yüzündeki kendinden emin ve müstehzi bakışın sırrı da burada yatmaktadır. Nitekim 1935 yılında ilk kızı Ingrid dünyaya gelen Landmesser, 1937 yılında Danimarka’ya kaçmaya çalışırken yakalanmış ve eşinin ikinci kızlarına hamile olduğu ortaya çıkınca, “Ari ırkı kirletmek” suçuyla tutuklanmıştır. Landmesser’in eşi Irma Eckler 1938’de tutuklanmış ve hapse gönderilmiş, büyük kızı Ingrid anneannesinin yanına gönderilmiş, küçük kızı Irene ise önce yetimhaneye, sonra da bir aileye üvey evlat olarak verilmiştir. 19 Ocak 1941’de hapishaneden salıverilen Landmesser, 1944 yılına kadar bir taşıma firmasında kamyon şoförü olarak çalışmış, 1944 yılında ise Nazi Ordusu’nun Kuzey Afrika’daki askeri birliklerine katılmaya zorlanmıştır. Bu dönemde Landmesser ortadan kaybolmuş ve büyük olasılıkla Nazilerce öldürülmüştür.

Landmesser’in kızlarından Irene’in 1996 yılında yazdığı kitapla hikayesi gündeme gelen Landmesser, tarihe cesareti ve ırkçılık karşıtı doğru duruşunu yansıtan o efsanevi pozuyla bir daha unutulmamak üzere kalıcı bir iz bırakmayı bırakmıştır. Ruhu şad olsun...


Dr. Ozan Örmeci

Şiddet ve Terörizm



Terör ve terörizm sıkça kullanılan kelimeler olmasına karşın, anlamları konusunda kesinlik kazanmış bir konsensüs yoktur. Birçok sözlükte terör veya terörizm “yıldırma, korkutma, tedhiş, sistemli bir şekilde şiddet kullanma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biri ile devletin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemler” ve benzeri şekillerde tanımlanmıştır. 1937 tarihli Cenevre Sözleşmesi de, terörizmi “bir devlete yönelik olarak toplumda korku yaratmak amacı ile gerçekleştirilen şiddet eylemi” olarak tanımlanmaktadır.


Terörizmin doğasında şiddet vardır. İnsan doğası ve şiddet doğası üzerine yaptığı ses getiren çalışmalarla tanınan ünlü Alman psikanalist Erich Fromm (1900-1980), şiddeti üç temel kategoriye ayırır.

1-) Tepkisel şiddet: Korkudan kaynaklanan ve insanın kendi ya da sevdiği birinin canını, malını, özgürlüğünü ve onurunu korumak için uyguladığı şiddettir. Kendi içerisinde dörde ayrılır.
A-) Korunma amaçlı şiddet saldırıya uğradığını düşünen kitlelerde baş gösterir. Savaşlar genellikle bu yolla meşrulaştırılır.
B-) Engellemelerden kaynaklanan şiddet insanın özgür yaşamına engel olunduğunda ortaya çıkan yaşamak ve özgürlük güdülü şiddettir.
C-) Öç alıcı şiddet kendileri daha önce şiddete maruz kalan grupların bu şiddeti uygulayan kişilere yönelik uyguladıkları şiddettir.
D-) İnancın ve umudun yıkılmasından doğan şiddet düş kırıklığına uğramış kişi ve gruplarda görülen yıkıcılık psikolojisidir.

2-) Ödünleyici şiddet: Güçsüzlüğünü gizlemek ya da telafi etmek için uygulanan bir şiddet türüdür. Güçsüzlük insanın ruhsal dengesini bozabilir ve onu şiddete yönlendirebilir. Bu durumda insan ya daha büyük bir güç karşısında itaat ederek huzur bulmaya çalışır, ya da kendini kanıtlama çabasına girişerek kendisi şiddet uygulamaya başlar.

3-) Kana susamışlık: Ruhsal bir hastalıktır. İnsanın kan akıtarak, şiddet uygulayarak kendini daha canlı ve mutlu hissetmesi durumudur. Genellikle şiddet kullanan (polis, asker, güvenlik görevlisi, bodyguard) meslek sahiplerinde zaman içerisinde görülebilir. Fromm’a göre şiddete yatkın kişilerde ölüm severlik (geçmişe düşkün, tüm olayları ezen ve ezilen olarak gören) güdüsü gelişmiştir. Tipik örneği ise dünyayı kana bulayan Nazi lideri Adolf Hitler’dir.


Şiddeti bir unsur olarak kullanan terörizmin ise siyasal hedefleri vardır ve aslında şiddet için şiddet uygulanmaz ya da kana susamışlık durumu yoktur. Ancak zaman içerisinde teröre bulaşan kişilerde aynı güvenlik sektörü çalışanları gibi benzer bir durum ortaya çıkabilir. Şiddetsiz terör olmaz ama her şiddet türü terör değildir. Terör eylemlerinde psikolojik sonuçlar fiziksel hedeflerden daha üstündür. Bu tanım ve tavsiyelerin ışığında terörizmi; siyasal nitelikli amaçlara ulaşmak için kullanılan ve psikolojik yanı ağır basan ağır bir savaş biçimli siyasal süreci etkilemeyi amaçlayan şiddet eylemleri olarak tanımlamak mümkündür. Terörün sembolik ve psikolojik boyutu eylemin kendisinden dahi etkilidir zira birkaç kişiyi doğrudan etkileyen terör eylemleri, sembolik-psikolojik boyutlarıyla milyonlarca hatta milyarca kişiyi etkileyebilir. Kendisi başlıbaşına Batı medeniyeti ve Amerikan hegemonyasının sembolü olan New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleleri’ne yapılan 11 Eylül saldırıları sonrası Amerikan toplumunda ortaya çıkan semptomlar bunun en açık örnekleridir. Devletin terörle mücadele ederken yoldan çıkması durumunda ise “devlet terörü” ortaya çıkar.


Dr. Ozan ÖRMECİ

5 Temmuz 2012 Perşembe

Republican People's Party's Ideological Crisis


After three consecutive defeats against ruling Justice and Development Party in 2002, 2007 and 2011, Turkey's first political party Republican People's Party is having difficult days while fluctuating between Kemalism and social democracy.

Republican People's Party was established in 1923 by modern Turkey's founder and charismatic leader of Turkish Independence War (1919-1922) Mustafa Kemal Atatürk as a political body which would implement country's modernization reforms not only in politics and economics, but also in terms of culture and law. RPP's reforms aiming to create a pro-Western and secular state from a pious and uneducated Muslim society became mostly successful in terms of rising the legitimacy of the Republic instead of Sultanate and Caliphate based monarchy, but three important problems could not be solved by the single-party government; civil-military relations, the Kurdish question and secularism-Islamism debates. After transition to multi-party democracy, RPP tried to position itself as a center-left social democratic party but did not give up from its modernistic characteristics coming from Kemalism. The party also could not be successful in coming to power and solving these three main problems that Turkey has been facing with.

Problematic nature of civil-military relations in Turkey and the guardianship role of Turkish Armed Forces led to two grand coups (27 May 1960 and 12 September 1980), a memorandum (12 March 1971) and many extraordinary events such as 28 February 1997 process in Turkish political history. Civil-military relations seem to get normalized in recent years although there are fears of rovanchism and revenge due to harsh legal practices over Turkish generals and soldiers who are accused of implementing or engineering a coup against the civilian governments. Kurdish question on the other hand was broke out violently after the 12 September 1980 coup and PKK terrorism caused the death of more than 30.000 Turkish citizens. Kurdish question still seems unsolved although the Turkish state made many important legal and cultural reforms and openings in this field especially in the last decade. The third problem Islamism-secularism debates still constitutes the main fault line in Turkish politics and it has always been a very fertile ground for populist Islamist leaders throughtout the Republican history. Republican People's Party's most important weakness seems to be this problem since the party is often wrongfully considered as a political establishment aiming to spread out atheism by pious segments of the society.

Although Republican People's Party's main ideological source is always Kemalism, the modernization paradigm of Turkish Republic, the party showed some successes in its history in reforming its ideology and renewing itself. In the late 1950s, the party renewed itself with modern liberal ideas and projects and became the primary actor in the preparation of the progressive 1961 constitution. In the 1970s, the party successfully transformed itself into a social democratic populist party under the charismatic leadership of Bülent Ecevit. The party developed many concrete projects and policy suggestions although these efforts never turned into accomplishments due to violent nature of Turkish politics in the 1970s and RPP's eternal problem of coming to power. During1980s and 1990s, RPP gave up from its socialist-leaning economic obsessions of the 1970s and became a social democratic-liberal party mainly focusing on the protection of secular and democratic nature of the Republic and Turkey's integration with the Western world. However, the party's problem in reaching out the conservative segments as well as Kurds continued and RPP's voting spectrum changed between % 15-25 of Turkish society, mostly consisted of better educated middle-class people attaching themselves to Kemalism more than social democracy.

Republican People's Party in recent years is again on the verge of an ideological change but the party base and organization do not seem very willingly to give up from Kemalism due to rising fears of authoritarian Islamism under JDP rule. Moreover, unlike 1970s the party leadership does not seem charismatic enough to convince its voters and members for an ideological revision. Thus, RPP hesitates between Kemalism and social democracy and is often perceived by Turkish people as a party struggling in its own problems instead of giving hope. The party obviously is in need of a synthesis of Kemalism and social democracy and a strong leadership that could manage this process. This could be done only if the party could open its doors to young and unstained educated people coming from the society and abolish its elitist but at the same time strangely middle-class image by coming into contact with all segments of the society including business circles, workers syndicates, religious groups etc.

Dr. Ozan Örmeci

4 Temmuz 2012 Çarşamba

CHP ve Kürt Sorunu







Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve kurucu partisi hüviyetindeki Cumhuriyet Halk Partisi, 1920’lerden bugüne Güneydoğu veya Kürt sorunu adı verilen konuda farklı politikalar izlemiştir. 1980’lerden itibaren PKK terörünün ortaya çıkmasıyla Kürt sorunu farklı bir çizgiye otururken, CHP de koşullara koşut olarak politikalarını farklı dönemlerde farklı şekillerde yapılandırmıştır. Bu yazıda kısaca CHP’nin 1920’lerden günümüze Kürt meselesine bakışıyla ilgili giriş niteliğinde bazı tespitler yapmak ve son olarak CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ortaya attığı “Akil Adamlar Heyeti” konusunda görüşlerimi belirtmek istiyorum.
Aslında Mustafa Kemal Atatürk ve CHP çevresinin Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürtlere bakışı mesafeli olmasına karşın olumlu ve ılımlıdır. Atatürk, Andrew Mango’nun da belirttiği gibi, Türk ve Kürtleri “ırk kardeş” olarak nitelendirmiş ve iki halk arasındaki kültür benzerliklerine dikkat çekmiştir.(1) Atatürk’ün Kürt nüfusla ilk teması 1916 yılında Diyarbakır’a tugay komutanı olarak atandığında gerçekleşmiştir. Bu dönemde Mustafa Kemal’in tuttuğu günlük notları incelenirse Kürtler hakkında önceden bir bilgi sahibi olmadığı ve yabancılık hissettiği ancak bakışının olumsuz olmadığı görülecektir. Atatürk’ün 1 Mayıs 1920 günü TBMM’de yaptığı konuşma da, kendisinin bu konudaki duyarlılığını çok iyi ifade etmektedir; “Burada maksut olan ve Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkeş değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir”. İlk meclis oturumlarında Atatürk gayet özenli bir şekilde “Türk halkı” yerine “Türkiye halkı” terimini kullanmış ve Milli Mücadele’yi sekteye uğratmak istememiştir. Cumhuriyet’in ilanı sonrası da Kürt nüfusa özerklik verilmemekle beraber Lozan Antlaşması uyarınca dillerini konuşması serbest bırakılmış ve bir baskı ortamı yaratılmamıştır. Kürtler yine Lozan Antlaşması uyarınca azınlık olarak sayılmamış ve devletin asli unsurları olarak kabul edilmişlerdir. Azınlıklar yine Osmanlı dönemi benzeri şekilde gayrimüslim nüfusu oluşturan Ermeniler, Rumlar ve Museviler olarak görülmüştür.
Atatürk ve CHP’nin Kürt meselesine daha farklı bakışı ise 1925 Şeyh İsyanı ile başlar. Kurtuluş Savaşı’nda Türk nüfusla omuz omuza çarpışmış Kürtlerin Şeyh Said önderliğinde Cumhuriyet’e isyan bayrağı açması ve güneydoğuda aylarca kontrolü sağlamaları üzerine Mustafa Kemal bu konuda sert bir tavır belirlemiştir. Özellikle isyancı grupların Cumhuriyet’in laik kimliğine karşı çıkmaları, toprak reformu projesinden çekinmeleri ve İngilizlerle işbirliği yapmaları (İngilizler Musul ve Kerkük deki Türk etkisini azaltmak için Türkiye Cumhuriyeti ni zayıflatmak adına Şeyd Said’e destek vermiştir) Atatürk’ün bu tavrı almasında önemli bir etkendir. O dönemin aydınları bu meseleyi dışarıdan kaşınan ve yeni kurulmuş ülkenin birlik ve bütünlüğüne zarar veren bir konu olarak görmüş ve bu nedenle doğal olarak güvenlik eksenli yaklaşımları hak ve özgürlük söylemlerinden önce gelmiştir. Şeyh Said İsyanı zorlukla bastırıldıktan sonra ülkede Takrir-i Sükun Kanunu ilan edilmiş ve baskıcı dönem resmen başlamıştır. İsyana karışanlar asılmış ve devletin güneydoğu bölgesi ve Kürt nüfusa şüpheci yaklaşımı hakim düşünce olmuştur. 1930’ların tüm dünyada etkili olan uluslaştırma politikaları da bu durumun gerçekleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Yine de ne mutlu ki faşizmin dünya tarihinde doruk noktasına ulaştığı bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendi Kürt kökenli vatandaşlarını ikinci sınıf gören yaklaşımlardan uzak durmuş ve kendini “Türk” kabul eden herkese eşit yurttaşlık hakları sunmuştur. Bu durumu küçümsememek gerekir zira Prof. Dr. Ergun Özbudun’un belirttiği gibi “1930’lu yıllar gibi Avrupa’nın çok büyük bölümüne otoriter, ırkçı milliyetçilik anlayışının egemen olduğu bir dönemde, bunun bizce tali bazı yönlerinin Türkiye’de görülmesi değil, bu etkinin bu kadar sınırlı kalmış olması hayret edilecek bir husustur. Bir siyasal söylemin sağlıklı olarak değerlendirilmesi, o söylemin bir bütün olarak ve dönemin şartları içinde incelenmesini, ana doğrultularıyla geçici ve tali sapmaların birbirinden ayrılmasını gerektirir. Kemalizmin milliyetçilik söylemi bir kül halinde ele alındığında, onun hukuki ve kültürel cephesinin çok daha ağır bastığına kuşku yoktur”.(2)
Yine de bu dönemden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Antlaşması’nın bazı maddelerini ihlal ettiği görülebilir. Örneğin Lozan Antlaşması’nın 39. maddesi şu şekildedir; “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır. Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düsen kolaylıklar sağlanacaktır”. Buna rağmen Kürtçe başta olmak üzere tüm diğer diller o dönemden başlayarak yasaklanmıştır. Ayrıca mahkemelerde Kürt kökenli vatandaşlarımıza herhangi bir kolaylık sağlandığı görülmemiştir. Kürt meselesinin devletin varlığı ve milletin birliğine yönelik bir uluslararası sorun haline gelmesi Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki hoşgörülü ortamı bozmuştur.
Bu yıllarda CHP içerisinde Kürt meselesinde iki farklı kanadın ortaya çıktığı söylenebilir. Mahmut Esat Bozkurt’un temsil ettiği Türkçü kanat Kürt meselesi konusunda daha sert tedbirler alınmasını ve Türkleştirme politikalarının katı bir şekilde devamını savunurken, askeriyeden de büyük destek gören bu kanadın üniformalı isimlerinden Orgeneral Fevzi Çakmak da bölgenin ekonomik ve sosyal anlamda gelişmesi durumunda Kürtlerde ulusal bilinç ve milliyetçiliğin ortaya çıkmasından endişe ediyordu.(3) Yine Çakmak’a göre bu bölgelerde yapılacak yatırımlar olası bir Rus işgali durumunda düşmanın eline geçebilirdi. Bu nedenle Güneydoğu Anadolu kalkındırılmamalıydı. Bozkurt-Çakmak eksenine karşı olan İsmet İnönü gibi Atatürk milliyetçiliğine bağlı isimler ise ulus-devlet mantığının geçerli olduğu bir dünyada Türkleştirme politikalarının devamını ancak bunun silah ve baskı yoluyla değil, eğitim yoluyla olmasını savunuyordu. İsmet İnönü’nün 1935 yılında Atatürk’ün emriyle Doğu ve Güneydoğu illerini tek tek dolaştıktan sonra hazırladığı meşhur Kürt Raporu’nda Kürtlerin Türkleştirilmesi ve tek bir millet yaratılabilmesi için Kürt ve Türklerin aynı okullarda beraber ve Türkçe diliyle eğitim yapmalarının önemine dikkat çekilmiştir.(4) CHP’nin bu dönemdeki siyasi stratejisi ise, Osmanlı’dan bu yana daima Anadolu’nun en feodal ve gelenekçi bölgesi olan Güneydoğu’da Kürtlerin bağlı olduğu büyük aşiretlerin temsilcilerini milletvekili yapmak ve milletvekili yapılan bu ağalar yoluyla bölgede devlet otoritesini tesis etmek üzerinedir. Avrupa’daki ulus devlet modeli paradigmasıyla kurulan Cumhuriyet bu yolla zaman içerisinde Kürt kimliğinin ikincil bir kimlik olarak Türk milleti potasında eriyebileceğini düşünmüş ve ummuştur. Atatürk’ün fabrikaları ve reel üretimi Anadolu’da farklı bölgelere yaymak stratejisine karşın, Orgeneral Çakmak’ın dikkat çektiği Rus tehlikesi nedeniyle bölgeye ekonomik olarak fazla yatırım yapılamaması ve bölgenin sosyoekonomik açıdan canlandırılamaması da bu dönemin olumsuz algılanmasında önemli bir nedendir.
1950’lerdeki Demokrat Parti iktidarı; ülkede uzun süren tek parti yönetimi ve İkinci Dünya Savaşı’na bağlı ekonomik sorunların ardından bir rahatlama ortamı yaratırken, DP’liler de Kürt sorununda CHP stratejisini büyük ölçüde devam ettirmiş ve bölgenin ileri gelen aşiretlerinden milletvekilleri seçerek bölgede devletin varlığını hissettirmişlerdir. DP’nin CHP’ye kıyasla çeşitli cemaat ve tarikatlarla olan bağlarının daha güçlü olması da dindar bir yapısı olan bölge halkının DP’ye teveccühünde etkili olmuştur. Ayrıca bu dönemde serbest piyasa ekonomisi mantığı yeşermiş ve bölgeye devlet desteğiyle çeşitli sanayici ve işadamlarının yatırımlar yapacağı umulmuştur. Ancak iklimden başlayarak coğrafi koşulların zor olduğu bölgede, o dönemde küçük çaplı eşkiyalık hareketleri dışında ciddi bir terör olgusu olmamasına karşın bölge aynı tek parti döneminde olduğu gibi kalkındırılamamıştır. Dönemin akil adamı kabul edilebilecek Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın 1959’da hazırlattığı rapor incelendiğinde tek parti dönemindeki paradigmanın değişmediği ve Kürt sorununun bir etnik milliyetçilik hadisesi olduğu kadar, bir feodalizm meselesi olarak algılandığı görülmektedir. Raporda Kürt meselesinin çözümü için istihbarat faaliyetlerine ağırlık verilmesi ve Irak Devleti’nin Kürt meselesinde daha sert tedbirler almasının sağlanması, Kürt yerel kültüründeki değerlerin Türk ulusal kültürüne entegre edilerek halklar arasında kaynaşmanın sağlanması gibi önerilerin ön plana çıktığı görülmektedir.(5) CHP de bu dönemde anamuhalefet partisi olarak Kürt meselesinden ziyade DP’nin otoriter politikaları üzerinden muhalefet geliştirmiştir. 1950’ler hala liberal olduğu söylenen Başbakan Menderes’in ağzından dahi “Kürt” sözcüğünün duyulmadığı yıllardır.
Sol söylemleri yoğun olmasına karşın 27 Mayıs İhtilali sonrası da milliyetçi ve politize olmuş Kürtlere yönelik göç ettirme ve hapis gibi çeşitli tedbirler alınmıştı. Fakat 27 Mayıs İhtilali sonrası doğan sol dalga içerisinde Kürt hareketi daha çok sosyalist hareket içerisinde gelişmeye başladı. Yön Dergisi ve Yön Hareketi meseleye daha çok modernizm eksenli bir feodalizm sorunu olarak bakmasına karşın, ordunun ve Kemalist kesimin dikkatle takip ettiği Doğan Avcıoğlu’nun yazdıkları birçoklarına göre bu yıllarda Kürt meselesi konusunda bazı tabuları yıkıyordu.(6) Yine Türkiye İşçi Partisi Kürt aydınlara kapılarını açarak bu konudaki birçok tabuyu yıkmıştır. Ayrıca 1960’lardan başlayarak İsmail Beşikçi, Kemal Burkay gibi bazı düşünürler de Kürt hareketinin temellerini atan fikirlerini ortaya koymaya başlamışlardır. 1970’lerde Kürt Solu Türk Solu’ndan fikri olarak ve kalben ayrılmış ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndan kopan Abdullah Öcalan liderliğindeki ve Apocular olarak bilinen bir grup daha sonraları Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkeren Kürdistan - PKK) adıyla ayrılıkçı bir terör örgütü kurmuştur. Ahmet Türk gibi daha ılımlı çizgidekiler ise o dönemde Bülent Ecevit liderliğinde sosyal demokrat bir dönüşüm geçiren CHP’den milletvekili olmuşlar ve siyaset sahnesine geçmişlerdir. CHP o dönemde Kürt meselesine ekonomik temelde bakmaya devam etmiş, ancak devletin ve güvenlik güçlerinin sol gruplara ve Kürtlere yönelik baskıcı politikalarını eleştirerek ve bölgede ekonomik kalkınmanın planlı-devletçi bir ekonomiden geçeceğini söyleyerek Kürt seçmen nezdinde itibarını ve oylarını arttırmıştır. O dönemde dikkat çeken bir diğer husus; 1920’lerden 1960’lara kadar daha çok İslami ve feodal bir karakteristiği olan Kürt hareketinin, bu yıllarda solun etkisiyle sosyalist-Marksist bir temele oturması ve sonuçta 1980 sonrası PKK terörü nedeniyle daha çok terörizmle anılan olumsuz bir çizgiye çekilmeye başlamasıdır.
1980 sonrası ise PKK terörünün yarattığı dehşet ve kaos ortamı, PKK terörüne dönem dönem Sovyetler Birliği, Suriye, İran, Irak, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, bazı Avrupa ülkeleri, İsrail gibi ülkelerin destek vermesi gibi sebeplerle Türkiye’de Kürt sorunu konuşulur olmaktan çıkmış ve ülkede adeta bir “yarı iç savaş” ortamı yaratmıştır. Bugün de hala Türk halkının Kürt hareketine yönelik tepkilerinde iki önemli faktör rol oynamaktadır; terörün kararttığı hayatlar ve bu meselenin Türkiye’ye yönelik bir uluslararası şantaj unsuru olarak kullanılması. Tüm olumsuzluklara rağmen 1980’lerden başlayarak Kürt hareketi içerisinde siyasallaşma ve demokratikleşme dinamikleri de ortaya çıkmaya başlamış, 1989 yılında SHP ile HEP’in yaptığı seçim ittifakı ile Kürt sorununun çözümü konusunda yeni ve önemli bir umut aşamasına gelinmiştir. Özellikle ekonomik çözüm önerileriyle dikkat çeken, fakat Kürtlere yönelik o döneme kadar hiç söylenmemiş bazı kültürel haklara da vurgu yapan SHP’nin Kürt Raporu o dönemde aydınlarda heyecan yaratmıştır. Fakat hem devam eden terör nedeniyle Türk kamuoyunun SHP ve Erdal İnönü’ye yönelik tepkileri, hem de HEP’lilerin provokatif tavırları nedeniyle bu dönemde de barış hayalleri suya düşmüştür.(7)
1990’lar terörün ve etnik milliyetçiliklerin doruk noktasına ulaştığı çılgınlık yılları olarak kaybedilmiş, 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da Yunan Büyükelçiliği yakınlarında yakalanmasıyla ise 2000’lerde Kürt sorunu konusunda yeni bir aşamaya gelinmiştir. 2000’lerin başında Öcalan’ın yakalanması sonrasında terör neredeyse sıfır noktasına gelmesine karşın 2001 ekonomik krizi ve yarattığı siyasi istikrarsızlık, sonrasında AKP’nin acemilik yıllarında 1 Mart Tezkeresi telaşı ve bu dönemde heba eden fırsatlar nedeniyle PKK’nın tasfiyesi ve Kürt sorununun çözümü konusunda fazla yol alınmamıştır. Yine de gerek DSP-MHP-ANAP koalisyonu, gerekse AKP döneminde Kürtlere yönelik radyo yayını, televizyon hakkı ve benzeri bazı kültürel haklar sağlanarak yurttaşlarımızın devlete aidiyeti arttırılmaya çalışılmış ve bunda kısmen de olsa başarılı olunmuştur. Bu dönemde Deniz Baykal CHP’si, terörün hiçbir şey yapılmadan geçen birkaç yılın ardından yeniden hortlaması sonrasında açılımcı bir politika izlemeye başlayan AKP’ye karşı Atatürkçü bir muhalefet geliştirmiş ve etnik milliyetçiliğe karşı yurttaşlık vurgulu bir siyaset izlemiştir. Baykal’ın politikaları özellikle daha milliyetçi-ulusalcı tabanda karşılık bulmuş ancak CHP’nin güneydoğudaki oyları ise tarihinde hiç olmadığı kadar aşağılara düşmüştür. Bu dönemde güneydoğuda sadece Kürt hareketi ve İslamcı hareket yarışan iki rakip haline gelmiş ve Kürt sosyal demokrat taban birkaç yıl içerisinde ilginç bir şekilde adeta buharlaşmıştır.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun kısa bir süre önce beklenmedik bir şekilde Genel Başkan olması sonrasındaysa CHP’nin; Örgütlenme ve Örgüt Yönetimlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Nihat Matkap’ın deyimiyle “yeniden 1989 ruhunu yakalamaya başladığı” yeni bir döneme girilmiş, ancak çeşitli sebeplerle bu dönüşüm parti tabanı ve ülke sathında bazı tepkilerle karşılaşmıştır. Bu dönüşümün başarısızlığında kanımca en temel neden yeni CHP yönetiminin zayıf bir görüntü vermesi, örgütlerle Genel Merkez arasındaki sorunlar, AKP’nin zaten Kürt sorunu konusunda önemli adımlar atıyor olması ve en önemlisi uzun yıllar süren terör nedeniyle Türklerle Kürtlerin arasına deyim yerindeyse kan girmesidir. CHP’nin ulusalcı-Atatürkçü tabanının herhangi bir dönüşüme hazırlanmadan bu işlere girişilmesi ve AKP’nin dini-otoriter eğilimler gösteren politikalarına karşı bunalmış seçmenin karamsarlığı da bu sürecin henüz pek bir karşılık bulamamasında etkendir. Geçtiğimiz günlerde ise CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “kendi siyasi kariyerini riske atarak” giriştiğini ifade ettiği yeni bir süreci başlatmış ve Kürt sorununun çözümü konusunda dört büyük parti (AKP, CHP, MHP, BDP) ve konunun uzmanı kişilerin katılımıyla bir Akil Adamlar Heyeti’nin kurulmasını önermiştir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasındaki ikili görüşme ile başlayan bu iyi niyetli girişim ise, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin sürece temelden karşı çıkan açıklamaları ve hemen sonrasında gelen şehit haberleriyle şimdilik askıya alınmıştır.
İktidara gelmeyi hedefleyen bir parti olarak CHP’nin muhakkak diğer birçok konuda olduğu gibi Kürt sorunu konusunda da plan, proje ve söyleyecek sözünün olması gerekmektedir. Türkiye’de iktidara gelen en katı milliyetçi partinin bile iktidara geldiğinde attığı adımlara bakıldığında bu sorunun varlığını yadsımadığı bilinmektedir. Ancak Türkiye’nin bölgesindeki siyasal sorunlar nedeniyle yeni bir Soğuk Savaş’a doğru sürüklendiğinin iddia edildiği bu ortamda Kürt sorununun çözümü konusunda atılacak adımlarda dikkatli olunmalıdır. Kürt sorunu dediğimizde meselenin hem Kürtlerle ilgili bazı talepler, hem de PKK terörü gibi iki farklı boyutunun olduğu unutulmamalıdır. CHP’nin diğer partilerden destek görsün veya görmesin dünyada birçok siyasal sorunda yapıldığı gibi bir “Akil Adamlar Heyeti” kurması olumludur. Ancak bu heyete siyaset yapmaya değil, ülkeye hizmet etmeye gelen doğru kişiler seçilmelidir. Gençliğinde ülkücü olmuş, sonradan SHP ve CHP’de çok önemli görevlerde bulunmuş, Güneydoğu Anadolu’dan milletvekili de seçilmiş olan Sayın Murat Karayalçın bu açıdan toplumsal hissiyatı doğru anlayabilecek bir isim olabilir. CHP’nin emektar isimlerinden Sayın Erol Çevikçe örgütün yeni politikalara hazırlanmasında sembol bir isim olarak kilit roller oynayabilir. Araştırma şirketi olan ve Güneydoğu’da kamp kurarak bu sorunun tespiti için akademisyenler ve gençlerle birlikte bir proje başlatması muhtemel Sayın Bülent Tanla bir diğer doğru aday gibi durmaktadır. Bölge insanı olan ve çok önemli görevlerde bulunmuş Sayın Hikmet Çetin’i de bu alanda es geçmemek gerekir. Aydın milletvekili ve CHP’nin Anadolu’da en çok gezen milletvekili olan eski Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörü Sayın Metin Lütfi Baydar akademik camiadan destek alabilecek ve Akil Adamlar Heyeti’ne mutlaka eklenmesi gereken bir isimdir. Yine partinin emektar isimlerinden Enis Tütüncü, Anadolu Solu üzerinde yaptığı çalışmalarla bu ekibe dahil edilebilir. Ayrıca eski DP-DYP kadroları içerisinde bölgeden milletvekili seçilmiş Kamran İnan vb. isimlerle yapılacak görüşmeler muhakkak ki partinin bu alandaki bilgi düzeyini arttıracaktır.
CHP’nin bu çalışmayı partiler arasında değilse bile, kendi içerisinde mutlaka yapması gerekmektedir. İktidara gelmek isteyen bir parti elini taşın altına sokmalıdır. Ama bunu yaparken partinin ulusalcı tabanı küstürülmemeli, kendilerine güven aşılanmalıdır. Bunun yolu da karizmatik liderliğin inşasından, ilkelerin en baştan sağlam bir şekilde konmasından ve başarıdan geçmektedir. Başarıya aç sosyal demokrat tabanda moraller çok bozuktur. Morali Genel Başkan ve yöneticilerin yüksek tutması, insanları şevklendirmeleri gerekir. Yine partiye yakın akademisyen ve entelektüellerin küstürülmemeleri ve kendilerine daha çok söz hakkı verilmesi gerekmektedir. Partiye büyük emekleri olan ve uzun yıllar Genel Başkanlık yapan Deniz Baykal’ın uğradığı mağduriyetin giderilmesi, bu konunun takipçisi olunması ve Baykal’ın onore edilmesi de toplumda ve partide olumlu bir hava yaratacaktır. Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun yola beraber çıktığı ancak şimdilerde küstürülmüş gözüken Gürsel Tekin’in toplumla diyalog noktasında partiye kazandırılması faydalı olacaktır. CHP askerlikten yüksek öğretime, Kürt sorunundan idari yapılanmaya kadar birçok farklı konuda toplumda heyecan yaratan yeni projeler ortaya atmalıdır. Yenilik ve değişim Türk seçmeninde hep ilgi uyandırmıştır.

Dr. Ozan Örmeci

DİPNOTLAR
1. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Mango, Andrew (1999), “Atatürk and The Kurds”, Middle Eastern Studies, Vol. 35, No. 4, Seventy-Five Years of the Turkish Republic, s. 1-25.
2. Özbudun, Ergun (1998), “Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in Resmi Belgelerinde Yurttaşlık ve Kimlik Sorunu”, 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
3. Bu konuda kapsamlı bir çalışma için bkz; Heper, Metin (2008), Devlet ve Kürtler. İstanbul: Doğan Kitap.
4. “İsmet Paşa’nın Kürt Raporu”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 04.07.2012, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/7890099.asp?m=1.
5. Bardakçı, Murat (2012), “Celal Bayar’ın 1959’da hazırlattığı Kürt raporunda bakın kimler var!”, Habertürk, Erişim Tarihi: 04.07.2012, Erişim Adresi: http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/725769-celal-bayarin-1959da-hazirlattigi-kurt-raporunda-bakin-kimler-var.
6. Yalçın, Soner (2009), “Kürt Sorununun Adını O Koydu”, Oda TV, Erişim Tarihi: 04.07.2012, Erişim Adresi: http://www.odatv.com/n.php?n=kurt-sorununun-adini-ilk-o-koydu-2811091200.
7. Bu konuda süreci özetleyen güzel bir çalışma için bkz; Dağıstanlı, Fatin (1998), Sosyal Demokratlar. İstanbul: Bilgi Yayınevi.