31 Aralık 2012 Pazartesi

Bangladeş'le Gulam Azam Krizi


Güney Asya’nın Müslüman nüfusu yoğun ülkelerinden Bangladeş’te, Cemaat-i İslami adlı siyasal partinin liderliğini yapmış 90 yaşındaki deneyimli siyasetçi Gulam Azam’ın (Ghulam Azam), Bangladeş Savaş Suçları Mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırılması Türkiye ile Bangladeş arasındaki ilişkileri de gerdi. 1971′deki Bangladeş Bağımsızlık Savaşı sırasında Müslüman nüfusun daha fazla bölünmesini istemediği için Bangladeş’in bağımsızlık mücadelesine destek vermeyen ve bunun aleyhinde çalışan Azam, yıllar sonra Ocak 2012′de bu dönemde yaptıkları nedeniyle Bangladeş Savaş Suçları Mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırılmıştı. İlerleyen yaşına ve kötü sağlık durumuna rağmen Azam’a hapis yerine idam cezası verilmesi tüm dünyada tepkilere neden olmuştu.
Konuya ilgi gösteren Türkiye de, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Bangladeş Devlet Başkanı Zillur Rahman’a yazdığı mektup ve girişimleri sonrası Bangladeş’in Türkiye Büyükelçisi Dr. Zülfikar Rahman’ı hafta içerisinde Dış İşleri Bakanlığı’na çağırmıştı. Bir gün önce de Türkiye’nin Bangladeş Büyükelçisi Mehmet Vakur Erkul Bangladeş hükümetince görüşmeye çağrılmıştı. Daily Star gazetesine konuşan Bangladeş Dış İşleri Bakanlığı kaynakları, 23 Aralık’taki Gül’ün mektubunun “kabul edilemez” ve “Bangladeş’in içişlerine doğrudan karışmak” olduğunu söylediler. Aynı kaynaklar Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün mektubunda Cemaat-i İslami liderlerinin yargılama için çok yaşlı olduklarını ve yargılamanın Bangladeş’te iç savaş çıkarma ihtimali olacağını yazdığını bildirdiler. Bangladeş hükümetinde rahatsızlık yaratan mektup sonrası ülkenin Dış İşleri Bakanı Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı Gül’ün mektubunu protesto eden ve bunun Bangladeş’in içişlerine müdahale olduğunu söyleyen diplomatik notu Türk büyükelçisine iletti. Daily Star‘ın haberine göre Cumhurbaşkanı Gül’ün mektubu sonrası ortak bir basın toplantısı düzenleyen “Ekatturer Ghatak Dalal Nirmul” adlı 1971 olayları için kurulan Savaş Suçları Mahkemesi’nin Başkanı Yargıç Muhammad Gulam Rabbani ile iki yöneticisi yaptıkları basın toplantısında Türkiye’nin 1915 yılında dünyada soykırım suçunu işleyen ilk ülke olduğunu iddia ederek, Türkiye’yi bugün de Kürt yurttaşlarını öldürmekle suçladı. Ortak açıklamada, mektubun “diplomatik normlara uymadığı, Bangladeş’in bağımsızlık ve egemenliğine darbe vurduğu” savunuldu.
Aralarında 91 yaşındaki Gulam Azam’ın da bulunduğu yaklaşık 100 kişilik Cemaat-i İslami liderleri, Bangladeş yönetimi tarafından 1971′deki bağımsızlık savaşında Pakistan’la işbirliği yapmakla suçlanıyor. Cemaat-i İslami’nin eski Genel Başkanı Gulam Azam ve beraberindeki 100 kişi iki yıldır tutuklu bulunuyor. Gulam Azam’ın infazının 26 Mart 2013 tarihinde gerçekleştirilebileceği ifade ediliyor. Bu yargılamalar nedeniyle ülke çapında geniş katılımlı gösteriler düzenleniyor.
İdamın gerçekleşmesi halinde Bangladeş ve yakın coğrafyasında çok daha büyük olayların yaşanabileceğini düşünerek İslam İşbirliği Teşkilatı’nın konuyu ivedilikle gündemine alarak tartışmasının ve 1971 olaylarının aceleyle oldu bittiye getirilerek değil, birçok ülkeden farklı gözlemci, hukukçu ve yetkililerin katılımıyla kurulacak bir uluslararası savaş mahkemesinde karara bağlanmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Bu nedenle İslam İşbirliği Teşkilatı’nı göreve davet ediyorum.
Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKLAR
- “Bangladeş’le Gulam Azam Krizi”, Timetürk, Erişim Tarihi: 31.12.2012, Erişim Adresi: http://www.timeturk.com/tr/2012/12/28/banglades-le-gulam-azam-krizi.html.
- “Ghulam Azam”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 31.12.2012, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Ghulam_Azam.
- “Turkey’s clemency request condemned”, Daily Star, Erişim Tarihi: 31.12.2012, Erişim Adresi: http://www.thedailystar.net/newDesign/latest_news.php?nid=43528.
- “Bangladeş’le Gulam Azzam Krizi”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 31.12.2012, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/planet/22265928.asp.
- “Bangladeş’i Bölen Dava”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 31.12.2012, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/planet/22249185.asp.


16 Aralık 2012 Pazar

Japonya'da Zafer LDP ve Abe'nin


Bugün Japonya'da yapılan genel seçimler sonrasında oluşan tablo hakkında kesinleşmemiş sonuçlar gelmeye başladı. NHK World'‘den gelen ilk haberlere göre katılımın yüzde 50′nin altında olduğu seçimi beklenildiği üzere ülkenin köklü partisi Liberal Demokrat Parti (LDP) kazandı. Shinzo Abe liderliğindeki partinin 480 kişilik Temsilciler Meclisi'nde 275-310 arası bir sayıyla çoğunluk sağlayacağı öngörülüyor. Büyük bir hezimete uğrayan Yoshihiko Noda liderliğindeki Japon Demokrat Partisi DPJ'nin ancak 55-77 arasında bir temsilci sayısına ulaşması bekleniyor. Natsuo Yamaguchi liderliğindeki Budist dini grup Sōka Gakkai'nin desteklediği merkez sağ Yeni Komeito Partisi'nin (NKP) 27-35 arası temsilci çıkaracağı ve LDP'nin koalisyon ortağı olacağı tahmin ediliyor. NKP koalisyonuyla 320 temsilciye ulaşabilecek LDP hükümeti böylelikle üst meclis olan Danışmanlar Meclisi'nin vetosuna takılmadan yasa yapabilecek. Shintaro Ishihara liderliğindeki Japon Restorasyon Partisi'nin de seçimde 50 temsilci çıkarması bekleniyor.
Bugün Facebook üzerinden görüştüğüm Japon siyaset bilimci Dr. Masamichi Iwasaka seçim sonuçlarını dört maddede şöyle değerlendirdi;
1-) Seçim sonuçları DPJ için tam anlamıyla bir cezalandırmadır. Hükümetin Fukuşima faciası ve ekonomik durgunluk sonrasında gösterdiği performans Japon seçmenlerince beğenilmemiş ve bu da hükümetin sonunu hazırlamıştır. Ayrıca DPJ manifestosunda yazan birçok politikayı hayata geçiremediği için seçmenlerden ilgi görmemiştir.
2-) Henüz oylama bitmese de, seçimlere katılım yüzde 50′nin altında gözüküyor. Bu da daha çok hükümetin değişmesini isteyen LDP seçmenlerinin oy kullandığını gösteriyor. DPJ ve LDP arasında fazla fark olmadığını düşünen siyasete ilgisiz önemli bir insan grubu ise seçimlerde oy kullanmadı.
3-) Uzun yıllar iktidarda kalan LDP'nin seçmenleri ve kendisini destekleyen sosyal grupları mobilize etmekteki gücü bu seçimde bir kez daha görüldü.
4-) LDP lideri Shinzo Abe'nin son dönemde yaptığı milliyetçi-sağcı açıklamaların seçim zaferinde fazla etkili olduğunu zannetmiyorum. Hatta bu eğilim seçmenlerce fazla bilinmiyordu bile. Daha çok DPJ'nin başarısızlığı ve LDP'nin geleneksel gücü etkili oldu diye düşünüyorum.
Dr. Ozan ÖRMECİ

15 Aralık 2012 Cumartesi

Japonya'da Genel Seçimler Yarın Yapılıyor


Japon halkı yarın yani 16 Aralık’ta sandık başına giderek genel seçimlerde ülkenin kaderi adına oy verecekler. Her ne kadar anketler Japonya’nın köklü partisi Liberal Demokrat Parti’nin (LDP) zafere yakın olduğunu gösterse de, 2009 yılında yaşanan değişim hatırladığında Japonya seçimleri ilgi çekici bir nitelik kazanıyor. Japonya’nın son dönemde Çin ve Güney Kore ile yaşadığı gerginlikler de Japonya’daki seçimi daha da anlamlı kılıyor.
Dünyanın en büyük ekonomik ve teknolojik güçlerinden biri olan Japonya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin desteğiyle hazırlanan 1947 tarihli anayasa ile liberal demokratik değerlere dayalı bir monarşi olarak yeniden inşa edilmişti. Japonya’nın en köklü siyasal partisi durumundaki LDP ise, 1955 yılındaki kuruluşundan 2009 yılındaki seçimlere kadar 54 yıl boyunca yalnızca 11 aylık kısa bir süre haricinde tek başına ya da koalisyonlar yoluyla iktidarda kalmıştı.[1] Ülke üzerinde ve seçmen nezdinde bu kadar ciddi bir hâkimiyeti olan LDP, 2009 seçimlerinde ise Yukio Hatoyama liderliğindeki Japonya Demokrat Partisi’ne (DPJ) geçilmiş ve iktidarı kaybetmişti. Japonya için siyasal devrim olarak adlandırılabilecek bu olay sonrasında ise ülkede baş gösteren siyasal istikrarsızlık sürmüş ve Japonya 6 yılda 6 Başbakan değiştirmek zorunda kalmıştı. 2011 Ağustos’unda göreve başlayan ve daha önce Maliye Bakanı olarak da görev yapan 55 yaşındaki DPJ’li Başbakan Yoshihiko Noda’nın rakipleri arasında; LDP adayı 58 yaşındaki daha önce 2006’da ülkenin en genç ve ilk savaş sonrası doğan Başbakanı olmuş Shinzō Abe ve nükleer yanlısı bu iki merkez partisine alternatif olarak kurulmuş yeşilci Japonya’nın Yarını Partisi’nden (Tomorrow Party of Japan) 1950 doğumlu kadın aday Yukiko Kada bulunuyor. Daha zayıf olarak gözüken diğer adaylar arasında da merkez sağ Yeni Komeito Partisi (NKP) lideri 60 yaşındaki Natsuo Yamaguchi, milliyetçi-muhafazakâr Japon Restorasyon Partisi (JRP) lideri ve eski Tokyo valisi 80 yaşındaki Shintaro Ishihara, Japonya Komünist Partisi (JCP) lideri 58 yaşındaki Kazuo Shii gibi adaylar bulunuyor. Adayların yaşlarına dikkat edildiğinde Ishihara haricinde tüm bu isimlerin İkinci Dünya Savaşı dönemini görmeyen yeni nesil Japon politikacılar oldukları dikkat çekiyor.
Seçimler öncesinde partilerin durumuna bakıldığında 2009 seçimlerinde 300’ün üzerinde sandalye kazanan ancak şu an milletvekili sayısı 230’a kadar düşen DPJ ve Başbakan Noda’nın zor durumda olduğu görülüyor. İktidara geldiğinde kendisini kayalıklarda yaşayan iri ve bıyıklı bir tatlısu balığı olan çopraya benzeten Noda, 2011 yılındaki Fukuşima faciası sonrası nükleer enerjiye verdiği destek nedeniyle sıkça eleştirilmiş, en son yaşanan depremlerdeki performansı da yetersiz bulunmuştu. Noda’yı esas zayıflayan faktörün ise Japonya’da bir süredir devam eden ekonomik durgunluk olduğu tahmin ediliyor. Bu nedenle DPJ milletvekili sayısının seçim sonrasında 100’ün altına inmesi bekleniyor. Seçimleri kazanması beklenen LDP lideri Abe de oldukça ilginç bir figür. Abe, Japonya’nın militarist geçmişine duyduğu sempati nedeniyle Çin ve Güney Kore’de tepkiyle karşılanıyor. Rahatsızlığı nedeniyle 2007 yılında Başbakanlıktan istifa eden Abe, 2012’deki genel kurul sırasında yeniden LDP’nin liderliğine seçilmişti. Abe’nin Çin ve Kuzey Kore konusunda rakiplerine göre daha sert bir duruşu bulunuyor. Abe ve Noda’yı birleştiren özellik ise nükleer enerji konusunda uzlaşmaları. Ayrıca her isim de ekonomide liberal politikaları ve düşük vergilendirmeyi savunuyor. Abe’nin seçilirse dış politika, anayasa ve ekonomi konusunda önemli değişiklikler yapabileceği öngörülüyor. Diğer adaylardan Yukiko Kada’nın nükleer karşıtı çevreci duruşuyla sol kesimler ve gençlerin oylarını alabileceği ancak en fazla koalisyon ortağı haline gelebileceği tahmin ediliyor. Aşırı milliyetçi Ishihara ve NKP lideri Yamaguchi’nin de koalisyon ortaklıkları söz konusu olabilir.
TRT Haber’in seçimler öncesinde görüştüğü Japon siyasi uzman Sasaki Yoşiaki seçimlerin mucize yaratamayacağını hatırlattı. Yoşiaki, “Bu seferki seçimler çok kritik olacak. Liberal Demokrat Parti her ne kadar önde olsa da kimse mucize beklemesin. Çünkü Japonya’nın önünde büyük sorunlar var. Başta ekonomi, siyasi dalgalanmalar, dış siyaset gibi. Bu sorunlar kısa sürede çözülecek sorunlar değil. Fakat kan değişiminin Japonya’ya yararlı olacağı kanaatindeyim. Genç politikacıların da yetişmesi ve dinamik Japonya’nın inşası gerekli” dedi.[2] Council on Foreign Relations sitesindeki değerlendirmede kendisine atıfta bulunulan Columbia Üniversitesi Weatherhead Doğu Asya Enstitüsü’nden Gerald Curtis ise Başbakan Noda’nın yabancı hükümetler ve Japon endüstri devlerinden aldığı yüksek desteğe karşın, halkla arasında güçlü bir bağ kuramadığına dikkat çekiyor.[3]
1947 tarihli anayasaya göre Japon parlamentosu (Diet), Temsilciler Meclisi (alt kanat) ile Danışmanlar Meclisi’nden (üst kanat) oluşuyor. Temsilciler Meclisi’nin 480 üyesi ile Danışmanlar Meclisi’nin 242 üyesi, halk tarafından seçiliyor. Japon halkı, seçimlerde biri doğrudan milletvekillerine, diğeri de milletvekillerinin partilerine olmak üzere iki oy kullanıyor. Seçmenler, Diet’in alt kanadı Temsilciler Meclisi’nin 4 yıllığına seçilen üyelerinden 300’ünü doğrudan adaya oy vererek seçiyor. 180 üyeyi ise partilere verilen oylar belirliyor. Anayasaya göre Temsilciler Meclisi’nin Danışmanlar Meclisi’nin sahip olmadığı yetkileri var. Temsilciler Meclisi, Danışmanlar Meclisi’nin vetosunu üçte ikilik çoğunlukla geçersiz kılabiliyor. Temsilciler Meclisi üyeleri 4 yıllığına, Danışmanlar Meclisi ise 6 yıllığına seçiliyor. Danışmanlar Meclisi, Temsilciler Meclisi’nin aksine feshedilemiyor.[4]

Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] “Japonya’da genel seçim 16 Aralık’ta yapılacak”, Zaman, Erişim Tarihi: 15.12.2012, Erişim Adresi:http://www.zaman.com.tr/dis-haberler/japonyada-genel-secim-16-aralikta-yapilacak/2023989.html.
[2] “Japonya’da Seçim Heyecanı”, TRT Haber, Erişim Tarihi: 15.12.2012, Erişim Adresi:http://www.trthaber.com/haber/dunya/japonyada-secim-heyecani-67122.html.
[3] “Japan’s Revolving-Door Elections”, CFR, Erişim Tarihi: 15.12.2012, Erişim Adresi:http://www.cfr.org/japan/japans-revolving-door-elections/p29667.
[4] “Japonya’da genel seçim 16 Aralık’ta yapılacak”, Zaman, Erişim Tarihi: 15.12.2012, Erişim Adresi:http://www.zaman.com.tr/dis-haberler/japonyada-genel-secim-16-aralikta-yapilacak/2023989.html.


11 Aralık 2012 Salı

Arjantinli Türkiye-Latin Amerika İlişkileri Uzmanı Ariel Levaggi ile Mülakat


Genel Koordinatörü olduğum Uluslararası Politika Akademisi (UPA) adına alanında uzman kişilerle mülakatlar yapmaya devam ediyorum. Bugün de Türkiye-Latin Amerika ilişkileri üzerine çalışan Ariel S. Gonzalez Levaggi ile bir e-mülakat gerçekleştirdim. Aşağıda bu mülakat metnini bulabilirsiniz.


Dr. Ozan Örmeci: Sayın Levaggi, e-mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Kariyerinizle başlamak isterim. Lütfen okurlarımız için bize iş geçmişiniz ve Türkiye ve Orta Doğu üzerine çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Ariel Gonzalez Levaggi: UPA için bu soruları cevaplandırmak benim için de bir keyif. Bence Orta Doğu politikasının Latin Amerika’dan nasıl algılandığı ve buraya nasıl yansıdığını anlamak önemli. Türkiye her zaman farklı medeniyetlere dayanan çoğulcu kimliği ve siyasi, ekonomik, kültürel çeşitliliğiyle benim ilgimi çekiyordu ancak beni Türkiye hakkında çalışmaya ve uzmanlaşmaya iten en önemli neden Türk dış politikasının yöneliminde son dönemde yaşanan değişim oldu. Son dönemde Türk dış politikası Afrika ve Latin Amerika’ya da açılarak küresel bir nitelik kazandı. Geçtiğimiz 4 yıldır Arjantin Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde (Argentine Center of International Studies – CAEI) Orta Doğu uzmanı olarak çalışıyor ve çeşitli basın-yayın organlarında Türk Dış Politikası ve Türkiye-Latin Amerika ilişkileri üzerine yazıp-çiziyorum. Ayrıca eklemem gerekir ki; La Plata Ulusal Üniversitesi (UNLP) Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Avrasya Departmanı’nda Türkiye Çalışmaları araştırmacısı, Akdeniz Politikaları Merkezi’nde (Mediterranean Policy Centre – APM) Danışma Kurulu Üyesi, Irak Araştırma ve Çalışma Merkezi (Iraqi Center for Research and Studies – ICRS) Onursal Üyesi ve Orta Doğu üzerine yayınlar yapan e-dergi Encompassing Crescent’in Güney Amerika sorumlusu olarak görev yapıyorum.

Dr. Ozan Örmeci: Sayın Levaggi, “A Different Path: Assessing Turkey’s Foreign Policy in Latin America” adlı makalenizde son yıllarda Türkiye-Latin Amerika ilişkilerinin gelişiminden Türkiye-Brezilya ilişkilerine özel bir atıf yaparak söz ediyorsunuz. Lütfen bize gelişen Türkiye-Latin Amerika ilişkilerine uygun ortam sağlayan saiklerden söz edebilir misiniz?
Ariel Gonzalez Levaggi: Tarihsel olarak Türkiye-Latin Amerika ilişkilerinin genel karakteristiği düşük yoğunluklu olmasıdır. Bu düşük yoğunluğun nedenleri arasında en önemli olan kuşkusuz coğrafyadır. Ancak buna karşın Türk Dış Politikası açısından bakıldığında üç önemli kurucu adımdan söz edilebilir; ilki dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1995 yılında Arjantin, Brezilya ve Şili’ye ziyareti, ikincisi 1998 yılında “Latin Amerika ve Karayipler Eylem Planı”nın uygulama konulması ve son olarak da 2006 yılının Türkiye’de “Latin Amerika ve Karayipler Yılı” olarak ilan edilmesidir. Bu üç somut girişim, diğer bazı diplomatik temasların da etkisiyle, işbirliği anlamında dinamik bir gündem belirlenmesini sağlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri hegemonyasının zayıflaması ve yeni bölgesel güçlerin ortaya çıkması gibi sistemik faktörlerin yanında, Türkiye’nin uluslararası kimliğinin değişimi, piyasa çeşitliliği çabaları ve uluslararası forumlarda ortak hareket etme gibi nedenlerle Türkiye ve Latin Amerika ülkeleri işbirliği anlamında derinleşebileceklerini fark etmişlerdir. Latin Amerika ve Karayipler Türk diplomasisi için bir fırsatlar alanı, yeni dünya düzeninde önemli bir ülke haline gelen Türkiye de Latin Amerika’daki dinamik özel sektör için cazip bir pazar olarak algılanmaya başlamıştır. İki taraftaki ekonomilerin canlılığı ve uluslararası forumların artan önemi iki tarafta da ilişkilerin geleceği hakkında olumlu duygular uyandırmıştır. Brezilya ve Türkiye açısından ise; her iki ülke de kendi bölgelerinde, yani Brezilya Güney Amerika’da, Türkiye ise Avrasya ve Orta Doğu’da, bölgesel güç haline gelmek ve küresel oyuncu olmak istedikleri için ikili ilişkiler ve yardımlaşma önem kazanmış ve artmıştır.

Dr. Ozan Örmeci: Sayın Levaggi Türkiye ile Latin Amerika ülkeleri arasında gelişen ekonomik, siyasi ve kültürel bağlar kurmanın olumlu ve olumsuz sonuçları sizce neler olabilir? Türkiye’nin NATO üyeliği bu anlamda negatif rol oynayabilir mi?
Ariel Gonzalez Levaggi: Bu ilginç bir soru. Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye arasındaki bağların temel özelliği ilerleyen yıllarda devletler ve toplumlar arasında çok geniş alanlarda plan-programların uygulamaya sokulabilecek durumda olmasıdır. Gelecek potansiyeli ilişkilerin en umut veren yönüdür. Siyasi bağlar anlamında, Türkiye’nin Latin Amerika ülkelerindeki temsilciliklerinin ve diğer devlet kuruluşlarının varlığının şu an için zayıf olduğunu düşünüyorum. Diplomatik ve siyasi misyonlarda ancak son yıllarda gözle görülür bir artış olduğunu söyleyebilirim. Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 2012’yi Türkiye’nin Latin Amerika’ya açılım yılı olarak telaffuz ettiğini biliyoruz. Bence bu politika bir ölçüde başarılı oldu, ancak ilgisizlik nedeniyle henüz köklü ilişkiler tesis edilemedi. Türkiye bölgeye yönelik aktif bir politika geliştirirken, Latin Amerika ülkelerinin buna tepkileri daha karmaşıktı. Diğer kurumlardan farklı olarak Yunus Emre Enstitüsü, Türk Hava Yolları ve Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) bölgedeki varlıklarını arttırdılar. Ekonomik işbirliği anlamında ilişkilerin gelecek yıllarda 10 milyar dolar seviyesine kadar artabileceğini tahmin ediyorum. Her iki tarafta da bunu etkileyen küresel ekonomik krizin sonuçları, dünya piyasalarının durumu, ekonomik özgürlüklerinin ve yatırım fırsatlarının konumu, ekonomik misyon ve iş konseylerinin varlığı gibi yapısal etkenler olduğunu düşünüyorum. Kültürel alan ise en fazla ihmal edilen taraf. Latin Amerika’da çok az sayıda kişi Türkçe biliyor ve Türkiye’de de İspanyolca ve Portekizce bilenlerin sayısı çok değil. Öte yandan, akademik işbirlikleri neredeyse hiç yok ya da çok düşük düzeyde. Son yıllarda bu durumu değiştirmek adına kurulan İstanbul Cervantes Enstitüsü (2001), Ankara Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan Latin Amerika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi ve ODTÜ’deki Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları yüksek lisans programı önemli adımlar. Fakat genelde birbirimizi çok az tanıyoruz ve ancak birbirimizi tanıdıkça siyasi bağlarımızı güçlendirebiliriz. Türkiye’nin NATO üyeliğinin ise Latin Amerika ile ilişkilerini sınırlandırmadığı sürece ilişkilere olumsuz bir etkisi olacağını sanmıyorum. Ancak Türkiye’nin İran ve Suriye konularında olaya müdahil olma derecesi Venezüela ve Bolivya gibi anti-emperyalist ülkelerle olan ilişkilerini sınırlandırabilir.

Dr. Ozan Örmeci: Sayın Levaggi Türkiye’nin Suriye krizi ve İran’ın nükleer programı konusundaki pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durum Latin Amerika’da nasıl algılanıyor?
Ariel Gonzalez Levaggi: “Arap Baharı” süreci ve “Suriye Krizi” algıları, stratejik hesapları ve Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını değiştirdi. “Komşularla sıfır sorun” politikası Tunus, Mısır ve Libya başta olmak üzere bölge ülkelerinde ortaya çıkan yeni siyasal ve sosyal aktörler nedeniyle radikal bir değişim geçirdi. Bu süreç öncesi Türkiye’nin bölgedeki rolü, farklı ülkeler arasındaki arabulucu görevi ve ekonomik ve kültürel aktivizme dayalı dış politikası ile bölgede istikrar sağlayıcı bir konumdaydı. Türkiye’nin demokratik yapısının öne çıkarılması yalnızca bir uluslararası demokrasi pazarlanması değil, bölgedeki rolünün ve gücünün de artmasıyla ilgiliydi. Geçen yıl yaşanan olaylar Türk Dış Politikası’nın yönetimini zorlaştırdı ve İran-Türkiye ilişkilerini de güvenlik sebepleriyle sınırlandırdı. Şu anki senaryoda Türkiye’nin “Suriye Krizi” karşısındaki tutumu aynı anda hem stratejik problemlerin kaynağı, hem de ülkenin bölgesel güçlerin birinden bölgesel güce dönüşmesinde fırsat olarak gözüküyor. Ancak bu durumun ülkenin imajı açısından getirdiği riskler özellikle Latin Amerika açısından hissediliyor. Bu bölgede demokratik rejime büyük destek olsa da, yabancı müdahalelere ve iç savaşa karışılmasına karşı olunması konusunda köklü bir gelenek var. Basın ve akademik dünya Suriye’de ne olup bittiği konusunda çok fazla fikir sahibi olmasa da, Türkiye’nin ve NATO’nun artan müdahaleci eğilimlerinden endişe duyulduğu kesin.

Dr. Ozan Örmeci: Sayın Levaggi bize Türkiye’de takip ettiğiniz akademisyen, gazeteci ve siyasetçilerin isimlerini verebilir misiniz?
Ariel Gonzalez Levaggi: Çağdaş Türkiye Çalışmaları birçok önemli akademisyenin yer aldığı bir alan. Siyaset bilimi ve sosyoloji alanında Şerif Mardin, Metin Heper, Kemal Karpat, Nilüfer Göle, Nilüfer Narlı ve İbrahim Kaya, uluslararası ilişkiler alanında Bülent Aras, Şaban Kardaş, Ziya Öniş, Mustafa Aydın, Mensur Akgün ve Baskın Oran gibi isimleri takip ediyorum. Dengeli bir görüşe ulaşabilmek için genelde Zaman, Hürriyet ve Radikal gazetelerini okuyorum. Gazeteciler arasında görüşlerine en fazla önem verdiklerim Cengiz Çandar, Mustafa Akyol, Ali Bulaç ve Şahin Alpay. Siyasetçiler arasında doğal olarak öncelikle iktidar partisinin önemli isimlerini yani Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu, ayrıca Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu ve Barış ve Demokrasi Partisi Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı dikkatle takip ediyorum.

Dr. Ozan Örmeci: Bu keyifli mülakat için size teşekkür ediyoruz.

Röportaj: Dr. Ozan ÖRMECİ
11.12.2012

6 Aralık 2012 Perşembe

KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu Ziyaretimiz




Bugün danışmanı olduğum Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü (GAÜSBUİK) üyesi öğrenciler ve Uluslararası Politika Akademisi Kıbrıs temsilcilerimizle beraber KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Dr. Derviş Eroğlu’na bir ziyaret gerçekleştirdik. Yaklaşık 40 dakika süren ziyaretimizde öğrencilerimiz en yetkili ağızdan Kıbrıs sorununun çözümü konusunda gelinen noktayı ve KKTC’nin resmi pozisyonunu dinlediler ve öğrendiler. GAÜSBUİK Başkanı Mehmet Güldal’ın kulüp faaliyetlerini ve hedeflerini açıklamasının ardından sözü alan deneyimli devlet adamı Dr. Derviş Eroğlu, uzun yıllar siyaset sahnesinde üst noktalarda kalabilmesini Kıbrıs Türk halkıyla kurduğu sıcak diyalog ve hümanist olmasıyla açıkladı. Ziyaretlerinde özellikle çocuk ve gençlerin kendisine “Pamuk Dede” şeklinde hitap ettiklerini belirten Eroğlu, Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü’nün çalışmalarından duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Siyasette iddialı olmanın güzel, ancak tutulamayacak büyük sözler vermenin hatalı olduğunu belirten Eroğlu, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nde yapılacak seçimler sonrası iktidara gelmesi beklenen Rum lider Anastiasidis döneminde de çözüme ulaşmanın çok zor olduğunu belirtti. Tüm umutlara rağmen kendisinin karşı çıktığı Annan Planı sonrası adadaki gerçeğin yalnızca Kıbrıs Türk halkı değil, tüm dünya tarafından görüldüğünü ifade eden Eroğlu, KKTC’nin ekonomik, kültürel, siyasi ve diplomatik gelişimi için Girne Amerikan Üniversitesi’nde yürütülen akademik çalışmalardan istifade etmek istediğini belirtti.

Ziyaret sonrası doktora tezimden derlediğim “Bir Türk Sosyal Demokratı: İsmail Cem” adlı kitabımı hediye ettiğim Sayın Cumhurbaşkanı, nezaketi ve sıcakkanlılığıyla öğrencilerimizi çok mutlu etti ve kendisine hayran bıraktı. Ziyaret sonrası öğrencilerimle beraber KKTC kurucu devlet başkanı rahmetli Rauf Denktaş’ın anıt mezarına da bir ziyaret gerçekleştirdik. Maalesef bir dönem Kıbrıs ve Türkiye’de çok sert ve rencide edici eleştirilere maruz kalan Sayın Denktaş’ın, Kıbrıs sorununda gelinen nokta itibariyle sözleri sanırım daha dikkatli bir değerlendirmeyi hak etmektedir. Daha önce sohbet ettiğim deneyimli devlet adamı Dr. Onur Öymen’in de ifade ettiği gibi siyasette özellikle uluslararası ilişkilerde sonuçlar kolay alınmaz, bu bazen on yıllar hatta bazen yüz yıllar sürebilir. Burada önemli olan da çıkarlarının farkında olacak kadar bilinçli ve onurlu, ama uygun fırsatları kaçırmayacak kadar da esnek olmaktır. Kıbrıs’tan sevgilerle…

Dr. Ozan Örmeci 

22 Kasım 2012 Perşembe

Amerikan Başkanlık Seçimleri ve Küresel Liderlik


Akademik Perspektif dergisinde yayınlanan, Hüseyin Can Coşkun'un benimle yaptığı ABD Başkanlık seçimleri ve dünya siyaseti temalı röportaja ulaşmak için buraya tıklayınız.

Dr. Ozan Örmeci

18 Kasım 2012 Pazar

Fransa'da UMP Yeni Liderini Seçiyor


Fransa’da önceki gün Fransız Meclisi’ndeki 577 koltuktan 194’üne, Fransız Senato’sunda 348 koltuktan 132’sine sahip olan ana muhalefet partisi konumundaki Union Pour Un Mouvement Populaire (Halk Hareketi Birliği) partisinin, Nicolas Sarkozy’nin aktif siyasete ara vermesinin ardından bir sonraki Genel Başkanı’nı belirleyecek olan seçimler yapıldı. Seçimlerde iki önemli siyasetçi François Fillon ve Jean-François Copé yarıştılar ve ancak sabah itibariyle henüz kimin seçimi kazandığı belirlenemedi. Şimdi Sarkozy siyasete dönmezse UMP’nin sonraki seçimlerde muhtemelen Cumhurbaşkanı adayı da olacak iki siyasetçiyi yani Copé ve rakibi Fillon’u biraz daha yakından tanıyalım.
1964 doğumlu olan Jean-François Copé, Cezayir kökenli bir anne ile Romen Yahudisi bir babanın üç çocuğunun ilki olarak dünyaya gelmiştir. Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü ve ardından Kamu Yönetimi Yüksekokulu’nu bitiren Copé, 1993-1995 yılları arasında Senato ile ilişkilerden sorumlu Bakan Roger Romani’nin müsteşarlığını yapar. 1995 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Jacques Chirac’ı destekleyen Copé, 1995-1997 yıllarında Guy Drut’nün Bakan olması ile beraber onun yerine 1997 yılına kadar “suppléant (yedek üye)” olarak milletvekilliği görevini sürdürür. Aynı zamanda 1995-2002 yılları arasında Meaux Belediye Başkanı olarak görev yapmıştır. 1998-2001 yılları arasında Jacques Chirac’ın Cumhuriyet İçin Birlik Partisi yani RPR’de önce Ekonomiden sonra Formasyondan Sorumlu Ulusal Sekreterlik görevini yürütür. 2001-2002 yıllarında RPR Genel Sekreter Yardımcısı olur. 2002-2007 yıllarında Jean-Pierre Raffarin ve Dominique de Villepin hükümetlerinde Bakanlık ve Hükümet Sözcülüğü yapar. 2007-2010 arasında UMP Meclis Grubu Başkanlığı yapar ve 2010 yılı itibariyle Halk Hareketi Birliği Genel Sekreterliği görevini yürütmektedir. Seçim kampanyası döneminde Fillon’a göre daha sağcı bir görüntü çizen Copé, ekonomide liberal, siyasette ise milliyetçi-muhafazakâr bir profil sergilemektedir. Özellikle göçmenlerin durumu, Arap ve Afrika kökenli Fransızlar ve İslam’ın toplumsal yaşamdaki yeri konularında Copé’nin Marine Le Pen’e kayan aşırı sağ oylara oynadığı görülmektedir. Jean-François Cope’un bir süre önce, “çikolatalı kruvasanları Müslüman bir çete tarafından elinden alınan küçük bir çocuk tanıdığı”nı söyleyerek Fransa’daki Müslüman kimliğine yönelik yaptığı açıklamalar tepki çekmiştir. Ancak gençliği ve dinamizmi Copé’nin Fillon’la kıyaslandığında öne çıkan artılarıdır.
François Fillon ise 1954 Le Mans doğumlu deneyimli bir liberal siyasetçidir. 1993-1995 yılları arasında Yükseköğretim ve Araştırma Bakanlığı, 1995 yılında kısa bir süreliğine Bilgi ve Teknoloji Bakanlığı, 1995-1997 yıllarında Posta ve Telekomünikasyon Yardımcı Bakanlığı, 2002-2004 yıllarında Çalışma, Dayanışma ve Sosyal İşler Bakanlığı ve 2004-2005 yıllarında Milli Eğitim, Yükseköğretim ve Araştırma Bakanlığı görevlerinde bulunmuş çok deneyimli bir siyasetçi olan Fillon, 17 Mayıs 2007 tarihinde, Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından Fransa Başbakanlığına getirilmiştir. Fillon bu süreçte üç hükümet kurmuştur. İlk hükümeti 17 Mayıs-18 Haziran 2007, ikinci hükümeti 19 Haziran 2007-13 Kasım 2010 tarihlerinde yönetmiş ve üçüncü hükümeti kurmak amacıyla 14 Kasım 2010’da tekrar Başbakanlığa getirilmiştir. Fillon üçüncü hükümeti döneminde Başbakanlık yanında Çevre Bakanlığı görevini de üstlenmiştir. Sosyalist Parti (PS) adayı François Hollande’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine 10 Mayıs 2012 tarihinde üçüncü Fillon hükümeti istifa etmiş ve Fillon UMP Genel Başkanlığı’na hazırlanmaya başlamıştır. Fillon Galli olan eşi nedeniyle Anglophile (İngiliz yanlısı) olarak bilinen bir siyasetçidir ve Copé’ye göre siyasal alanda çok daha liberal bir görüntü çizmektedir. Ancak bu İngiliz sempatisi ve Copé’ye göre çok daha uzun süre aktif siyasette yer alması nedeniyle yıpranmış olması UMP üyeleri nezdinde Fillon’un dezavantajlarıdır.
300.000 UMP üyesinin önemli bir bölümünün katıldığı başa baş geçen seçimlerin ardından gece 12 civarında her iki taraf da zafer ilan ederken, hile söylentileri nedeniyle seçimler gölgelendi. Yine de geceyarısına doğru zaferini ilan eden Copé rakibi Fillon’a seçim sonrası birlikte çalışmayı teklif ederek parti içi birliği sağlamaya yönelik bir adım attı. Bu adıma rağmen UMP içerisindeki rekabet önümüzdeki günlerde partiden kopuşları gündeme getirebilir. Bir diğer ihtimal de seçmen nezdinde hala oldukça popüler olan Nicolas Sarkozy’nin siyasete geri dönmesidir. Partinin ortadan ikiye yarıldığı gibi bir görüntü çizmesi nedeniyle Sarkozy’nin birleştirici liderliği önümüzdeki günlerde kolaylıkla gündeme gelebilir. UMP Genel Başkanı’nın kim olacağı bugün belli olacaktır. Ancak partinin yaşadığı bu sıkıntı en çok iktidara geldikten sonra 6 ay içerisinde ciddi oy kaybına uğrayan Cumhurbaşkanı François Hollande ve partisi PS’ye yaramaktadır.
Dr. Ozan ÖRMECİ


9 Kasım 2012 Cuma

Erdoğan Cumhuriyetçilere, Obama CHP'ye !


Geçtiğimiz günlerde öğrencilerimle birlikte kurduğum Uluslararası Politika Akademisi (UPA) web sitesinde Amerikalı yeni yazarımız Brett Marler'ın geçtiğimiz hafta 2. defa Başkanlığa seçilen Barack Obama'nın çeşitli özellikleri (yıllarca ezilmiş Afrikalı-Amerikalılardan olması, Ortadoğu'da savaştan ziyade barışçıl geçişleri desteklemesi, Türkiye-ABD ilişkilerine büyük önem vermesi, İslamiyet'e saygı duyması vs.) nedeniyle Amerikan Başkanı Türk halkının oylarıyla seçilse Mitt Romney'i daha da farklı mağlup edebileceğini esprili bir dille anlatan makalesini okurken aklımda şimşekler çaktı: Obama Türkiye'de CHP'nin başına geçse, ya da tamtersi Erdoğan iki dönemdir Demokratlara karşı seçimi kaybeden Cumhuriyetçilerin başında olsa daha başarılı olmazlar mıydı?

Başbakan Erdoğan'ın son yıllarda muhtemelen danışmanlarının da etkisiyle yaptığı konu seçimlerine baktığımızda kendisinin ABD'de Cumhuriyetçi Parti için ciddi bir umut olabileceği görülüyor. Erdoğan geçtiğimiz gün yaptığı basın toplantısında idam cezasının Türkiye'de yeterince tartışılmadan ve halk desteği alınmadan kaldırıldığını ve cezaların yetersizliği nedeniyle idamı geri getirmenin ülkede tartışılabileceğini belirtti. Bildiğiniz üzere ABD'de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki önemli bir tartışma konusu ve fay hattı da idam cezasıdır. Bazı eyaletlerde (örneğin Teksas) idam cezası varlığını sürdürürken, bazı eyaletlerde çoktan kaldırılmıştır. Erdoğan'ın ABD'de Cumhuriyetçilerin savunduğu tezleri Türkiye'de başka konularda da ABD'deki muadillerinden çok daha başarılı bir şekilde savunduğu görülmüştür. Örneğin geçtiğimiz aylarda gündeme gelen kürtaj konusu yine Amerika'da Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında önemli bir ayrışma noktasıdır ve Erdoğan bu meseleyi Uludere'de yaşanan hadise ve sonrasında artan terör olayları döneminde kullanarak gündemi bir anda değiştirmeyi başarmıştır. Erdoğan'ın dini grup ve cemaatlerle yakın ilişkileri de aynı Amerika'da çok eşliliğe izin veren Mormon tarikatı mensubu olması sebebiyle çokça eleştirilen Mitt Romney gibi kendisinin harikulade bir Cumhuriyetçi Parti adayı olabileceği izlenimi doğurmaktadır. Tamtersine bir şekilde Türkiye'de muhalefetin zayıflığı nedeniyle müthiş bir karizma sahibi ve dünyanın dört bir yanından destekçi bulabilen Barack Obama da CHP'nin başına geçse eminim Türkiye'deki muhalefetin iktidar alternatifi haline gelebilmesi daha kolay-mümkün olabilirdi.

Elbette bu fikirler etrafında latife yapıyorum. Ancak acı gerçek şu ki; ABD tüm sorunlarına rağmen oturmuş bir demokrasi iken, Türkiye'de iktidar alternatifsizliği halk ve muhalif kesimler üzerindeki baskıları her gün arttırmakta ve rejimi otoriter rejime doğru yönlendirmektedir. Bu nedenle Türkiye'de güçlü bir muhalefete tarihte hiç olmadığı kadar ihtiyaç vardır. Kıbrıs'tan herkese selamlar...

Dr. Ozan ÖRMECİ



Obama For RPP, Erdoğan For Republicans


Our new contributor in UPA, Brett Marler, on 6 November 2012 wrote an excellent humorous piece[1] about how American President Barack Obama would have won a landslide victory against Mitt Romney if we had had the chance to select the US President with the votes of Turkish people. Let us consider the other side: Would American Republicans, who lost the last two elections against “socialist” (!) Barack Obama, have higher chances if they choose Recep Tayyip Erdoğan as their presidential candidate or would President Obama have a chance against Turkey’s undefeated Islamist-originated conservative politician Erdoğan as the leader of Turkey’s main opposition party, Republican People’s Party (RPP)?

Turkey’s premier Recep Tayyip Erdoğan has been showing a great performance of bringing conservative moral and political issues into his political agenda even at the expense of creating a huge polarization of the country. Erdoğan yesterday talking to the press stated that the abolishment of the death penalty was a controversial issue and we might think of the re-adoption of capital punishment, since European criminal codes allow even psychopaths like Anders Behring Breivik just to have 21 years of imprisonment as punishment.[2] Capital punishment is point of classic division between Republicans and Democrats in the US and Erdoğan seems to perform and use these issues much better than Republican presidential candidates.

Erdoğan, probably thanks to his advisors, is one of the most Americanized leaders in Turkish political history in terms of choosing topics. Erdoğan -even during the highest tensions of PKK terrorism- was successful in making the issue of abortion the primary political discussion in the country in the recent past. Addressing a conference in Istanbul in November, Erdoğan stated that no one should have the right to approve abortions and added, “Whether you kill a baby in its mother’s stomach or you kill a baby after birth, there is no difference”.[3] Erdoğan also noted that “every abortion is like an Uludere”, an interesting reference to the incident in December of last year in which 34 civilians were killed by the Turkish military in an air strike near the Iraqi border in the Kurdish-dominated southeast. Erdoğan’s insistence on morality and his plan (fantasy) of raising “pious generations”[4] in addition to his close relationship between Islamic communities and orders, similar to Mitt Romney, who was looked upon suspiciously for being a Mormon, seem to me to be indicators that he would have been an excellent choice for the Republican Party candidate for the American presidency.

Erdoğan would be an excellent candidate for the Republican Party if he converts to Christianity, but the problem is that the US, despite of all its economic, political and social problems has a stable democracy, whereas in Turkey the situation of the lack of an alternative to Erdoğan makes the system more authoritarian day by day. So, Republicans can transfer Erdoğan from us to their own party, but we want to have Obama for the Republican People’s Party’s leadership position in exchange. It’s a good trade: Obama for RPP, Erdoğan for the Republicans.

Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Marler, Brett, “2014: Obama vs. Erdogan”, Uluslararası Politika Akademisi, http://politikaakademisi.org/?p=3198.
[2] “Erdoğan’dan İdam Sopası”, Gerçek Gündem, http://www.gercekgundem.com/?p=502192.
[3] “Debates intensify over Erdoğan’s controversial remarks”, Today’s Zaman, http://www.todayszaman.com/news-281864-debates-intensify-over-erdogans-controversial-abortion-remarks.html.
[4] “Not state’s job to raise people according to religion”, Today’s Zaman, http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?newsId=271162


7 Kasım 2012 Çarşamba

Isparta'da Tanınırlık Araştırması



Isparta’nın yetiştirdiği ünlü siyasetçi ve devlet adamı Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı görev süresinin bitimi ve ilerleyen yaşı nedeniyle siyaset sahnesinden çekilmesi ve Erkan Mumcu gibi son derece ümit vadeden bir ismin henüz çok genç yaşlarında siyasete ara vermesi nedeniyle son yıllarda siyaseten unutulmuş bir konuma itilen Anadolu’nun tarihi ve gözde vilayetlerinden Isparta’da, Süleyman Demirel Üniversitesi sayesinde ses getiren bilimsel/siyasi çalışmalar yapılmaya devam ediyor. Yrd. Doç. Dr. Hakan Mehmet Kiriş’in Niran Özalp ve Ayşen Peker’le birlikte yaptığı “Isparta’da Siyasetçilerin ve Yöneticilerin Tanınırlığı Araştırması” da buna güzel bir örnek.


Tanınırlığın özellikle “cilalı imaj devri” olarak adlandırılan günümüzde yerel siyasette farklı dinamiklerle işlese dahi çok önemli olduğuna dikkat çeken ve bu doğrultuda yapılan araştırmadan ilginç sonuçlar Isparta basınına yansıdı. Bu araştırmaya göre mevcut 4 Isparta milletvekili arasında Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili ve eski vali Ali Haydar Öner % 28,36 oranla en çok tanınan milletvekili olarak ön plana çıkıyor. Ak Partili Recep Özel % 25,95 tanınırlık ile 2. sırada yer alırken, Ak Partili Süreyya Sadi Bilgiç % 25,41 ile 3., MHP’li Süleyman Nevzat Korkmaz % 20,26 ile 4. sırada yer alıyorlar. Aynı ankette milletvekillerinin başarı düzeyi sorulduğunda ise özellikle MİT müsteşarının sorguya çağırılması döneminde kamuoyunda yaptığı açıklamalarla dikkat çeken AKP’li Recep Özel % 34,08, AKP’li Süreyya Sadi Bilgiç % 28,25, MHP’li Süleyman Nevzat Korkmaz % 20,17 ve CHP’li Ali Haydar Öner % 17,4 ile sıralanıyorlar.  Ispartalılar milletvekillerini açık ara farkla % 64,3 oranında basın-yayın organlarından tanıyor ve takip ediyorlar. Isparta Belediye Başkanı Yusuf Ziya Günaydın % 96,3 oranında tanınırken, kendisini başarılı bulanların oranı % 36,3, kısmen başarılı bulanların ise % 40,1 olarak karşımıza çıkmaktadır. Ispartalı siyaset adamları arasında en ünlü kişi olarak % 79,8 oranla Süleyman Demirel ilk sırada yer alırken, kendisini % 20,9 oranla Erkan Mumcu takip etmektedir.  

Bu dikkat çekici araştırmanın sonuçlarına http://www.egirdirhaber.com/haber_detay.asp?haberID=2832 adresinden ulaşabilirsiniz.

Dr. Ozan Örmeci

3 Kasım 2012 Cumartesi

Can Dündar GAÜ'deydi


Benim çocukluk ve ilk gençlik günlerimde “genç gazeteci” olarak Sarı Zeybek başta olmak üzere yaptığı belgeseller ve kitapları-makaleleriyle şöhret kazanan ancak günümüzde artık 50’li yaşlarının başında “deneyimli gazeteci” kabul edilebilecek olan Can Dündar, önceki gün Girne Amerikan Üniversitesi’nde iki saatlik bir söyleşiye katıldı. Dündar’ın Türkiye’deki siyasi gelişmeler ve gazetecilerin durumu hakkındaki söylediklerini önemli olabileceklerini düşünerek burada sizinle paylaşmak istiyorum.

20 dakikalık bir giriş konuşmasının ardından bir buçuk saat boyunca öğrencilerden gelen soruları cevaplandıran Dündar’ın en çok ve ısrarla üzerinde durduğu konu, yazılı ve görsel basının son yıllarda tarihimizde askeri darbe dönemleri dışında hiçbir dönemde olmadığı kadar baskı altında olduğu iddiasıydı. Dündar’a göre Ntv’de son derece başarılı giden programlarının sona erdirilmesinde siyasi baskıların rolü olmuştu ve Milliyet’te şimdilik köşe yazılarına devam etmesine karşın, yakın bir gelecekte burada da sorun çıkabilirdi. Dündar medyada siyasi iktidarı eleştiren sözler söylemenin günümüzde artık neredeyse imkansız hale geldiğini belirtti ve medyanın sanılanın aksine her zaman sistemin önemli bir parçası olduğu için medyadan mucize beklememek gerektiğini; muhalefet hareketlerinin basın sayesinde değil, ancak geçmişte Recep Tayyip Erdoğan örneğinde olduğu gibi basına rağmen toplumsal tabanda örgütlenerek başarıya ulaşabileceklerini ifade etti. Gazetecilik ve televizyonculuk yapması engellendiği için sinema ve yazmaya yöneldiğini belirten Dündar, yakında yeni bir kitabının çıkacağını ve yeni bir filminin gösterime gireceğini söyledi. Daha çok siyasi sorular sorulması nedeniyle bu konularda konuşan Dündar sözü Türkiye’de devam eden açlık grevlerine getirerek, bunun siyasi değil, insancıl bir mesele olduğunu ve Adalet Bakanı’nın Başbakan Erdoğan’ı yalanlayan sözlerinin durumun vehametini gösterdiğini ifade etti. Bir arada barış içerisinde yaşamak isteyen ve son Cumhuriyet kutlamalarında da görüldüğü üzere artık “biber gazı” ortak paydasında buluşan muhalefetin mutlaka asgari müştereklerde anlaşarak ortak bir muhalefet dili yaratması gerektiğini belirten Dündar, aksi takdirde son derece güçlü iktidarı sarsmanın mümkün olmadığını iddia etti. Kapitalizmin derinleşmesi ve yeni dünya düzeni nedeniyle artık televizyonlarda bilgi yarışmalarının yerini arkadaşlarınızı eleyerek yükseldiğiniz Survivor tipi güç ve dayanıklılık yarışmalarının aldığı tespitini yapan Dündar, bu noktada Türkiye halkının en çok televizyon izleyen halklardan biri olarak tvde gördüklerinden etkilendiğini söyledi. Kıbrıs’ın kendisi için her zaman ikinci bir vatan gibi olduğunu söyleyen Dündar, ancak artık “yavru” vatanın kendi ayakları üzerinde durmasına saygı duyulması ve yavruluktan olgunluğa geçişini anlamak gerektiğini belirterek, konuşmasına Necip Fazıl’dan bir dörtlükle son verdi.

Dr. Ozan ÖRMECİ


23 Ekim 2012 Salı

UBP Kongresi


Geçtiğimiz günlerde Girne Amerikan Üniversitesi’nde işe başlamamı takiben Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti iç siyaseti hakkında da yavaş yavaş bilgi sahibi olmaya başladım. GAÜ’de bu konuda uzman hocalarımızın ders aralarındaki hızlandırılmış kursları (!) açıkçası günlerce gazete okumaktan daha faydalı oldu. Geçtiğimiz haftanın Kıbrıs’taki en önemli siyasi gündem maddesi ise iktidardaki Ulusal Birlik Partisi-UBP’nin Kurultayı idi.
Ulusal Birlik Partisi’nin 19. Olağan Kurultayı’nda Genel Başkanlık için iki iddialı isim yarıştı; halihazırdaki Başbakan ve parti lideri İrsen Küçük ile karşısında Gazimağusa milletvekili Ahmet Kaşif. Pazar sabahı gergin bir atmosferde başlayan kongrede seçim öncesi Kıbrıslılar ve özellikle UBP’lilerce en çok konuşulan konular; Türkiye’de AKP hükümetinin İrsen Küçük’ten yana tavır koyduğunu belli etmesi ve Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve Başbakan İrsen Küçük arasında UBP içerisinde bir güç mücadelesinin yaşandığının iddia edilmesiydi. Nitekim Kurultay’da konuşma yapan Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun kongre salonunda fotoğrafının bulunmaması nedeniyle partisine sitem etmesi ikili arasındaki gerginliği gösteriyordu. Her iki adayın konuşmaları sonrası akşam saatlerinde başlayan oylama sonucunda Başbakan İrsen Küçük 704 oyla yeniden Genel Başkan seçilirken, Ahmet Kaşif 690 oy aldı. İrsen Küçük bu sonuçla -seçimin iptal edilmemesi durumunda- yerini korurken, Cumhurbaşkanı Eroğlu ve Ahmet Kaşif de parti içerisindeki yarıya yakın güçlerini göstermiş oldular.
Kongre sonrası en ilginç gelişmelerden biri ise “Toparlanıyoruz” hareketi lideri Doç. Dr. Kudret Özersay’ın twitter hesabından duyurduğu “UBP tüzüğüne göre Genel Başkan üye tamsayısının salt çoğunluğu ile seçilir” şeklindeki UBP tüzüğü 28. maddesi nedeniyle seçimlerin önümüzdeki hafta tekrar edileceği yönünde tartışmalardı. Olay Kıbrıs basınında ve Kıbrıslılar arasında gündem yaratırken, UBP Kongre Divanı İrsen Küçük’ü Genel Başkan ilan ederek tartışmalara son vermeye çalıştı. Ancak kongre sonucunun mahkemelik olabileceği ve ayrıca UBP’nin ilerleyen günlerde Küçük ve Kaşif ekseninde ikiye bölünebileceği tartışmaları Kıbrıslılar arasında yapılmaya devam ediyor.
Kongre sonrası gözlemlediğim kadarıyla Kıbrıslı Türkler ülkelerindeki siyasetin tamamen Türkiye’den tanzim edilmesi ya da edildiği gibi bir görüntü yaratılmasından son derece rahatsızlar ve Türkiye’den kendilerine babaları gibi değil, kardeşleri gibi davranmasını bekliyorlar. UBP içerisinde yaşanan bu tartışmalar ve karışıklıklar kuşkusuz CTP başta olmak üzere diğer muhalefet partileri adına da seçimler öncesi önemli bir sinyal. Ancak muhalefet partileri henüz iktidara hazır bir görüntü çizmiyorlar. Denktaş, Eroğlu ve Talat gibi çok önemli liderlerin yıllar içerisinde KKTC siyasetinden yavaş yavaş çekilmeleriyle Kıbrıs siyasetinde yeni isimlere şans tanınabilir gibi düşünüyorum. Girne’den sevgiler ve herkese iyi bayramlar.
Dr. Ozan Örmeci


21 Ekim 2012 Pazar

Çin'in Yeni Lideri Olması Beklenen Enigmatik Adam: Şi Cinping




8 Kasım’da Çin Komünist Partisi’nin 18. Milli Kongresi Çin’in başkenti Pekin’de düzenlenecek. ÇKP açısından tarihi sonuçları olması beklenen bu kongrenin en önemli konusu, kuşkusuz Çin'in en yüksek siyasi organı olarak kabul edilen Politbüro Daimi Komitesi’nin 9 üyesinden 7’sinin yaştan veya iki dönemlik sınırlamadan dolayı emekliye ayrılacak olması.[1] Emekliye ayrılacaklar arasında Cumhurbaşkanı Hu Jintao ve Başbakan Wen Jiabao da bulunuyor. Politbüro’nun neredeyse tamamının yenileceği ve Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın belirleneceği bu çok önemli kongrenin en dikkat çeken ismi ise kongre sonrası Çin Halk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olması beklenen hali hazırdaki Cumhurbaşkanı Yardımcısı Şi Cinping (Xi Jinping). Bu yazıda Cinping hakkında şu ana kadar Batı medyasında yazılanları Türk okurlar için özetlemeye çalışacağım.

1 Haziran 1953 tarihinde Pekin’de dünyaya gelen Şi Cinping, Çin’de “princeling (genç prens)” lakabıyla tanınıyor. Cinping’in bu lakabı almasının sebebi babası Xi Zhongxun’un (1913-2002) Çin Halk Cumhuriyeti’nin devrimci ilk nesil liderlerinden ve en önemli siyasi figürlerinden olması. Babası Mao ile beraber bizzat Çin Devrimi’ni örgütleyen kişilerden biri olan Cinping’e, bu nedenle Çin siyasetinde uzun bir süredir “veliaht” gözüyle bakılıyordu. Devrimin en önemli isimlerinden biri olmasına karşın, Kültür Devrimi sırasında tutuklanan ve uzun yıllarını hapiste geçiren Zhongxun’un oğluna en büyük mirası ise serbest piyasa ekonomisine klasik komünistler ve Maoculardan daha sıcak yaklaşımı ve 1989 yılında Tiananmen Meydanı’nda öğrencilerin üzerine ateş açan güvenlik güçlerine yönelik eleştirilerinin yarattığı saygın imaj.[2] Babasının bu saygın imajınından da yararlanarak kariyerinde hızla ilerleyen Cinping ise hakkında az şey bilinen enigmatik, ama aynı zamanda klasik Çinli politikacılardan daha farklı olarak sıcakkanlı ve sempatik bir lider olarak ön plana çıkıyor.

Babasının tutuklanması sonrası zor günler geçiren ve taşraya çalışma kampına gönderilen, ancak Komünist Parti’ye üye olarak ülkesi için çalışmaya devam eden Cinping, 1975-1979 yılları arasında Pekin’in saygın üniversitelerinden olan Tsinghua Üniversitesi’nde kimya mühendisliği okudu.[3] Babasının salıverilmesinin ardından önü açılan Cinping, 1979-1982 yılları arasında Çin Komünist Partisi’nin önemli isimlerinden ve Merkezi Askeri Komisyon Genel Sekreteri Geng Biao’nun yardımcılığını üstlendi ve bu sayede Çin Halk Kurtuluş Ordusu ve Çin Komünist Partisi içerisindeki bağlantılarını geliştirdi.[4] Detant sonrası Çin-ABD ilişkileri gelişirken, Cinping de 1985 yılında Amerika’daki tarım sistemini incelemek için bu ülkeye giden bir delegasyonda yer alarak kısa bir süre bu ülkede Iowa’da yaşadı. Cinping’in Amerika’daki zamanlarından kalma en önemli alışkanlıklarının basketbol sevgisi ve Hollywood savaş filmlerine olan düşkünlüğü olduğu söyleniyor.[5]

Kariyeri boyunca 4 önemli bölgede (Shaanxi 1969-1975, Hebei 1982-1985, Fujian 1985-2002, Zhejiang 2002-2007) görev yapan Cinping, sadakat ve yönetici yeteneklerinin büyük önem arz ettiği Çin Komünist Partisi’nde basamakları hızla yükseldi ve 2007 yılında Şanghay’da parti yöneticiliğine atanması onu bekleyen parlak kariyerinin habercisi oldu. Özellikle 1999 yılında görev yaptığı Fujian eyaletinde meydana gelen bir rüşvet skandalının yarattığı sorunları başarıyla çözmesi onu parti nezdinde bir yıldız haline getirdi.[6] Cinping’in 2007 yılındaki 17. Milli Kongre’de Polit Büro’ya atanması ise Çin’in 5. kuşak liderleri arasına girmesini ve dünyanın da kendisini fark etmesini sağladı.

Bugün dünyanın konuşmaya hazırlandığı Cinping’in özel hayatı ve siyasal eğilimleri konusunda çok az şey biliniyor. Cinping’in boşandığı ilk eşi Ke Lingling’den sonraki ikinci karısı Çin’de çok sevilen bir şarkıcı olan 1962 doğumlu Peng Liyuan.[7] Sadık bir parti üyesi olan ve halkın çok sevdiği Liyaun sayesinde Cinping’in de halk nezdindeki saygınlığı kuşkusuz yükseliyor. Çiftin kızlarını (Xi Mingze) farklı bir isim kullandırarak Amerika’da Harvard Üniversitesi’nde okutmaları ise önemli bir anekdot ve Cinping’in dünyaya bakışı hakkında önemli bir işaret olarak algılanabilir.[8] Cinping’in son dönemde adı en çok Eylül ayında 15 gün süreyle ortalarda gözükmemesi ve kaybolduğunun iddia edilmesi ile dünya basınında geçti.[9] Hakkında bilinen az şey arasında yolsuzluk karşıtı sert duruşu ve kimseye düşman olmamaya özen gösteren ihtiyatlı siyasi yaklaşımı var.[10] Babası gibi piyasa ekonomisine sıcak bakışı[11], onu bir anlamda Çin’in efsanevi kurucu lideri Mao’dan çok günümüzün şahlanan ejderhasını yaratan Deng Xiaoping’e yakınlaştırıyor. Fotoğraflarında birçok Çinli siyasetçiden farklı olarak gülümseyen pozlar veren Cinping’in hakkında az şey bilinmesi nedeniyle gizemlilikten doğan bir karizmasının olduğunu söylemek de mümkün.

21. yüzyılda süper güç iddiasını ortaya koyması beklenen Çin Halk Cumhuriyeti’nin birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı olması beklenen liderinin hakkında yazılanlar şimdilik bunlarla sınırlı. Kuşkusuz Cinping’in ülkesine çizeceği rota sadece kendi ülkesi ve halkı için değil, tüm dünya ve dünya halkları açısından da önemli olacak.


Dr. Ozan ÖRMECİ








[1] “Çin’de tarihi kongre 8 Kasım’da yapılacak”, Zaman, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?haberno=1351813.
[2] “Xi’s Career Gives Few Clues to His Beliefs”, The Wall Street Journal, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://online.wsj.com/article/SB10001424052702304410504575560450728568626.html.
[3] “China’s congress: Front-runners for power”, BBC, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/news/world-asia-china-19703672.
[4] “Xi Jinping”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://en.wikipedia.org/wiki/Xi_Jinping.
[5] “China’s congress: Front-runners for power”, BBC, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/news/world-asia-china-19703672.
[6] “Xi’s Career Gives Few Clues to His Beliefs”, The Wall Street Journal, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://online.wsj.com/article/SB10001424052702304410504575560450728568626.html.
[7] Liyuan’ın bir canlı performansı buradan izlenebilir, http://www.youtube.com/watch?v=azFc6PFi-xE, Erişim Tarihi: 21.10.2012.
[8] “Xi Jinping Millionaire Relations Reveal Fortunes of Elite”, Bloomberg, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://www.bloomberg.com/news/2012-06-29/xi-jinping-millionaire-relations-reveal-fortunes-of-elite.html.
[9] “Communist Leader’s Absence Sets Off Rumor Mills in China”, New York Times, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://www.nytimes.com/2012/09/11/world/asia/xi-jinping-chinas-presumptive-new-leader-mysteriously-absent.html?_r=2&.
[10] The Creation Myth of Xi Jinping”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://www.foreignpolicy.com/articles/2012/10/19/the_creation_myth_of_xi_jinping.
[11] “The Guardian Profile: Xi Jinping”, Guardian, Erişim Tarihi: 21.10.2012, Erişim Adresi: http://www.guardian.co.uk/world/2012/feb/13/xi-jinping-profile-china