29 Ekim 2011 Cumartesi

88. Yılında Cumhuriyet



29.10.2011 tarihinde Atatürkçü Düşünce Derneği Uşak Şubesi'nin düzenlediği "88. Yılında Cumhuriyet" konulu panel-söyleşimden bazı fotoğraf ve videolara ulaşmak için lütfen buraya tıklayınız.

Dr. Ozan Örmeci

21 Ekim 2011 Cuma

Diktatörler Cennete Gider Mi?


20 Ekim Perşembe günü tüm dünyada televizyon izleyen ve internette haber sitelerine giren insanlar için aylar, belki de yıllar boyu unutulmayacak bir görüntü, Libya’nın otokratik lideri Muammer Kaddafi’nin (1942-2011) doğduğu kent olan Sirte’de muhalif direnişçiler tarafından yakalanması, yerlerde sürüklenmesi ve linç edilerek öldürülmesinin kanlı videosuydu. Görüntülerdeki vahşet tüm izleyenleri rahatsız ederken, aslında bu sahneyi siyasi olarak hazırlayanlar (NATO güçleri), kitle iletişim araçları ve politik psikolojiyi kullanarak siyasal rakiplerine önemli mesajlar vermekteydi. Henüz NATO’nun askeri kanadına yeni dönmesine karşın Libya operasyonunda başı çeken ülkelerden olan Fransa’nın jet uçaklarının Sirte yakınlarda bir konvoyu bombalamasının ardından, Libyalı direnişçilerin bölgeye yaptığı baskında oğullarıyla beraber yakalanan Muammer Kaddafi’nin “Yeşil Kitap” adlı eserinde önerdiği ilginç siyasal fikirleri, Batı emperyalizmi karşısında uluslararası terörizme verdiği önemli destek, Batı basınında sıklıkla yer bulmuş yurtdışı ziyaretleri ve özel hayatı ile 42 yıllık diktatörlük kariyeri başka bir yazıda ayrıntılı olarak incelenmeli. Fakat ben bu yazıda daha çok Kaddafi’nin sonuna neden olan siyasal ve uluslararası süreçler ile Kaddafi’nin linç görüntüleri ve bunun politik psikoloji açısından kullanımına dikkat çekmek istiyorum.
Büyük Orta Doğu Projesi ile; Putin liderliğinde Rusya’nın toparlanma sürecine girmesi ve Çin’in yakın zamanda dünyanın en büyük ekonomisi haline gelecek olması gibi kendisi açısından olumsuz gelişmeleri bertaraf ederek “dünya jandarması”[1], “demokrasi cephaneliği”[2] gibi ünvanlarını ve “başat güç” pozisyonunu korumak isteyen Amerika Birleşik Devletleri, 2008 yılında seçilen yeni Başkanı Barrack Obama döneminde dünya siyasetine yön verme konusunda ciddi bir plan-program değişikliğine gitmiş gibi görünüyor. İki dönem Başkanlık yapan bir önceki lideri George W. Bush döneminde 11 Eylül saldırılarına yönelik yoğun tepkileri de kullanarak doğrudan askeri müdahaleler gerçekleştiren ABD (hatta Irak müdahalesi için Birleşmiş Milletler kararı olmadan kendisi bir koalisyonu kurmayı bile göze almıştır), yeni dönemde ise daha çok iktidarını değiştirmek istediği ülkelerdeki muhalif hareketlere müttefikleriyle birlikte siyasal ve lojistik destek sağlayarak ve NATO çatısı altında kısıtlı hava ve kara operasyonları düzenleyerek sonuca gitmeye çalışıyor. “Arap Baharı” olarak adlandırılan ve Tunus, Mısır ve son olarak Libya gibi ülkelerde iktidar değişikliklerine yol açan süreçte, ABD’nin muhalif hareketlere verdiği ciddi destek ve bir dönem kendi müttefiki olan diktatörlerin devrilmesine engel olmaması bu ülkenin siyasal pozisyonunda da ciddi bir değişikliği gösteriyor. Küreselleşme yüzyılında artık demokratikleşmeyerek tek adam yönetimlerini korumaya çalışan ve serbest piyasa ekonomisine sırt çevirerek dünya piyasasına açılmayı reddeden ülkeler ve liderler için ayakta durmak çok daha zor. Çünkü geçmişte anti-komünist ve Batıcı olmaları sebebiyle kendilerine destek vermiş “Büyük Birader” Amerika da artık dış siyasetini liberal demokratik değerler doğrultusunda idealist bir perspektife oturtmuş ya da en azından realist perspektifteki ulusal çıkara dayalı vizyonunu bu değerler içerisine saklamış durumda. Hiçbir zaman bir Batı müttefiki olmayan hatta IRA, ETA gibi Batı ülkelerinde eylem yapan terörist örgütlere verdiği destek, OPEC petrol krizi başta olmak üzere birçok olayda Batı aleyhine aldığı tutumla Batı’nın en azılı düşmanı olarak ilan edilen, fakat bugüne kadar bir şekilde iktidarını korumayı başaran Kaddafi içinse iktidarda kalmaya devam etmesi çok zordu ve ancak başka büyük güçlere yaslanması ile mümkün olabilirdi. Bunu yapamayan Kaddafi ise aslına bakılırsa 2008’den bu yana yumuşamaya başladığı bir dönemde[3] Batı’nın gazabına uğradı ve feci bir şekilde kendi halkının elinde can verdi.
Eski Amerikan Başkanı Bill Clinton’ın eşi ve şimdinin ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’ın yoğun mesaisi sırasında bir cep telefonu ekranından izleyerek “wow (vay canına)” şeklinde tepki verdiği Kaddafi’nin vahşi ölümü, aslında Amerika ve müttefiki olan NATO güçlerinin uyarılarını ısrarla dikkate almayan ve kendilerine meydan okuyan Beşşar Esad ve Mahmut Ahmedinejad gibi liderlere bir gözdağı niteliğinde. ABD kitle iletişim araçlarıyla tüm dünyada ailelerin salonlarına kadar giren bu vahşi görüntüler sayesinde gelecekte kendi hegemonyasına meydan okuması muhtemel ülkelere ve liderlere de politik psikoloji açısından önemli bir mesaj veriyor; “Boşuna uğraşmayın, yoksa sonunuz Kaddafi gibi olur”… Küçük yaşta çocuklara ve bebeklere sıcak cisimlere yaklaşmaması için “cıs” diyen annelerin yaptığının daha vahşi ve sofistike bir versiyonu aslında yapılan. Nasıl birçok uyarıya rağmen bir bebeğin “cıs” uyarılarını anlaması için bir defa elini o sıcak cisme değdirmesi ve elinin yanması gerekiyorsa, ekseni kaymaya başlayan ve dünya jandarması sorgulanan dünyada da yeni nesil liderlere ve isyankâr halklara bir “cıs” tecrübesi gerekiyordu. Tunus ve Mısır’da tam anlamıyla gerçekleşmeyen bu hadise için seçilen kurban ise çok zamandır kendisi için kendi kanlı iktidarına benzer bir son hazırlanan Muammer Kaddafi idi. Saddam Hüseyin’in unutulan idamı sonrası, Batı karşıtlarının müzmin sonu Kaddafi’nin linç edilmesiyle tüm dünyaya yeniden hatırlatıldı. Özellikle de ABD tarafından İsrail’in de yönlendirmesiyle hedef tahtasına oturtulduğu gözlenen Esad ve Ahmedinejad gibi liderlere.
Bu mesajın ardından dünya siyasetinde neler yaşanacağını önümüzdeki aylar ve yıllarda göreceğiz. Umudumuz savaşların, linçlerin, diktatörlerin ve haksızlıkların olmadığı bir dünyanın kurulmasıdır…
Dr. Ozan Örmeci



[1] Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler literatüründe sıklıkla Soğuk Savaş ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin pozisyonunu anlatmak için bilim adamları tarafından kullanılan bu tabiri, Küba’nın efsanevi komünist lideri Fidel Castro da bir tür “askeri mafya (military mafia)” olarak nitelendirdiği NATO güçleri için kullanmaktadır. Erişim Tarihi: 21.10.2011, Erişim Adresi: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=22074.
[2] Orijinal haliyle “Arsenal of democracy” terimini ilk kez Avrupa Birliği’nin kurucu babalarından olan Jean Monnet, Amerika Birleşik Devletleri’ni kastederek kullanmıştır.
[3] 2008’den bu yana Kaddafi’nin Batı ile ilişkilerine daha fazla özen gösterdiği görülmekteydi. Kaddafi öncelikle başta Lockerbie saldırısı olmak üzere kendi finanse ettiği terörist eylemlerde mağdur olan ailelere tazminat ödemeyi kabul etmiş, daha sonra Roma ve bazı Avrupa başkentlerine dostane ziyaretler gerçekleştirmiş, hatta katıldığı bir G-8 toplantısında ABD Başkanı Barrack Obama’nın elini dahi sıkmıştı.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Öfkelenin!


2011 yılı kuşkusuz dünya siyasal tarihine, başta Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyası olmak üzere halkların otoriter sistemlere karşı ayaklandığı ve giderek zorlaşan sosyoekonomik yaşam koşullarına seslerini yükselttiği bir yıl olarak geçecek. Önce Tunus, sonra Mısır, daha sonrasında Libya’da gelişen otoriter rejimlere karşı başlayan halk hareketleri, kısa sürede siyasal literatürde “Arap Spring (Arap Baharı)” olarak adlandırılmaya başlandı. Ancak isyan dalgası Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile sınırlı kalmadı. Ekonomik kriz sonrası başta Yunanistan olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde gelişen halk hareketleri, Eylül ayından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan “Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et)” protestoları ile büyük bir ivme kazandı ve geçtiğimiz hafta Avrupa’nın birçok başkentinde milyonlarca insanın katıldığı “Öfkeliler” mitingleri yapıldı. Guy Fawkes maskeli binlerce insanın, ailelerin, öğretmenlerin, doktorların, hemşirelerin, akademisyenlerin, işçilerin ve öğrencilerin yoğun ilgi gösterdiği mitinglerde; Avrupa halkları demokratik siyasal sisteme rağmen orta sınıf için giderek zorlaşan yaşam koşulları ve kendi kaderlerini belirleme konusunda neoliberalizmin hegemonyası nedeniyle büyük şirketler karşısında giderek azalan etkinliklerine bağlı olarak gelecek kaygılarını barışçıl bir şekilde dile getirdiler. Bu gösterilere ilham kaynağı olduğu iddia edilen Stéphane Hessel’in kaleme aldığı “Indignez-Vous! (Öfkelenin!)” adlı eser de son günlerin en çok satılan ve konuşulan kitaplarından biri haline geldi. Bu yazıda Hessel’in kim olduğuna ve risale olarak nitelendirilebilecek 15-20 sayfalık bu kısa eserine göz atmaya çalışacağım.

Stéphane Hessel 1917 Berlin doğumlu bir Rönesans adamı. Bu sıfatı hak etmesini sağlayan pilotluk, diplomatlık, arabuluculuk, danışmanlık, eğitimcilik, filozofluk ve sosyalistlik gibi birçok meziyeti var. Hessel’in babası Franz Hessel bir yazar ve çevirmen. Annesi Helen Grund ise ressam, müzisyen ve yazar. Almanya’da giderek artan Yahudi düşmanlığından (anti-semitizm) da etkilenerek olsa gerek, aile 1924’te Paris’e yerleşmiş ve Avrupa’nın bu köklü ve avangard şehrinde yetişen Stéphane Hessel, küçük yaşlardan başlayarak Avrupa’nın önde gelen sanatçı ve entelektüelleriyle tanışma ve kendini birçok alanda yetiştirme şansı yakalamış. Hessel 1937’de Fransız vatandaşlığına geçmiş ve 1939’da Öğretmen Okulu’na girmiş ancak İkinci Dünya Savaşı nedeniyle eğitimine ara vermek zorunda kalmış. Mayıs 1941’de General Charles De Gaulle’ün Londra’daki Özgür Fransa toplantısına katılmış, karşı casusluk, bilgi toplama ve eylem bürosunda (BCRA) çalışmış, fakat daha sonra 1944’te Fransa’da Nazilere esir düşerek uzun süre işkence görmüş ve asılmaktan son anda kurtulmuştur. İki kez Nazi kampından kaçan ama yeniden yakalanan Hessel, savaş sonrası önce yılların ardından karısı ve üç çocuğuna kavuşur, daha sonra da Dış İşleri Bakanlığı giriş sınavını kazanarak diplomat olur. Henüz ilk görevinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni hazırlayan komisyona katılır. Daha sonraları diplomatik görevlerle uzun yıllar New York’ta bulunur. Cezayir savaşı sırasında Cezayir’e destek verir ve Fransız Sosyalist Partisi’ne (PS) katılır. Emekli olduktan sonra insan hakları meselelerinde aktif mücadeleye devam eder ve anılarını ve gördüklerini yazmaya (Danse avec le siecle-1997, O ma mémoire-2006) ve yeni nesillere aktarmaya gayret eder. 2000’lerde ise özellikle İsrail’in giderek artan şiddeti nedeniyle kamuoyunun ve entelektüellerin dikkatini Filistin sorununa çekmeye çalışır. Hessel’in yeni nesiller ve geniş kitlelerce tanınması ise 2010 yılında yazdığı “Indignez-Vous! (Öfkelenin!)” adlı kitabın milyonların okuduğu bir kült eser haline gelmesi ve 2011 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesiyle olur. Hessel 94 yaşında bugün hala insan hakları için mücadele veren bir aktivist, ihtiyar bir delikanlı…

90’lı yaşlarındaki bir ihtiyarın yazdığı ancak 20’li yaşlardaki gençlerin kutsal kitabı haline gelen “Öfkelenin!”, isminden kısa ancak düşündüren içeriğine kadar oldukça ilginç bir eser. Kitabın özgün ismi olan “Indignez-Vous!”, Latince “dignitas (asiller sınıfı)” kökünden türemiş olan “dignité (insanlık onuru)” adlı Fransızca kelimenin mastar halinin (digner) başına eklenen “in-“ olumsuz önekiyle “İnsanlık onuruna dokundurmak, öfkelendirmek, kızdırmak” anlamı kazanıyor. İlginç bir şekilde bu kelime yalnızca doğrudan Latince kaynaklı Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca’ya özgü ve diğer dillerde karşılığı yok. Bu nedenle Almanlar kitabı “Empört Euch! (Kızın-Darılın!)”, İngiliz ve Amerikalılar ise “Time for Outrage! (Öfkelenme Zamanı!) olarak çevirmişler. İsmail Yerguz’un çevirisini yaptığı Mustafa H. Bayka’nın sunuşunu, Uğur Hüküm’ün önsözünü yazdığı kitabın Türkçe baskısı ise Cumhuriyet Kitapları tarafından Aydınlanma Kitaplığı serisinin bir kitabı olarak 2011 yılında “Öfkelenin!” adıyla yayınlanmış. Ünlü düşünür Immanuel Wallerstein’ın 68 kuşağının bir devamı olarak nitelendirdiği halk hareketlerini tetikleyen bu esere şimdi biraz daha yakından bakalım.

Kitabına artık 93 yaşında ve yolun sonunda olduğunu belirterek başlayan Hessel, kitap boyunca bu 90 küsur yıllık bilgi ve birikime dayalı olarak özgüvenli ve tok bir sesle bizle konuşuyor. Hessel Nazi işgaline karşı örgütlenen Ulusal Direniş Konseyi’nin “ekonominin rasyonel biçimde örgütlenmesi, özel çıkarların genel çıkarlara tabi olması ve faşist devletlerde görülen mesleki buyurganlıktan kurtulması” ilkesine bugün dünyanın ve halkların o dönemden bile daha fazla ihtiyacı olduğunu vurguluyor. Sermayenin tek güç haline geldiği neoliberal sistemde artık özgür olması gereken basının da özgür olamadığını vurguluyor, eğitim ve sağlık hizmetlerinde 1950’li 1960’lı yıllara göre Avrupa ülkelerinde hizmetlerin aksadığına dikkat çekiyor. Hessel Avrupa devletlerinin İkinci Dünya Savaşı gibi büyük bir yıkım sonrasında dahi verebildiği bu hizmetlerin, şimdi çok daha gelişmiş ve zengin bir Avrupa’da nasıl yapılamadığını anlamıyor ve devletin bu harcamaları karşılayamayacağı yanıtını utanmazlık olarak değerlendiriyor. Hessel’e göre tarihte faşizmin temel sebebi, bencil zenginlerin Bolşevik devrimi ve Marksist hareketlerden çok korkarak, korkularının rehberliğinde yanlışlara ortak olmasıydı. Sovyetler Birliği’ne ve Stalin’e daima mesafeli yaklaşmış bir Avrupa sosyalisti olmasına karşın, bugün zenginlerin aynı hataya düşmemesi gerektiğini, bunun için de etkin bir muhalefetin olması gerektiğini söylüyor. Aynı okulda okuduğu varoluşçuluk akımının kurucularından Jean Paul Sartre’dan fazlasıyla etkilenen Hessel, insanın yaptıkları ve yapmadıklarıyla doğacak sonuçlardan sorumlu olduğunu düşünüyor. Bu nedenle şimdilerde mutlaka dünyanın yanlış gidişine tepki gösterilmesi gerektiğine inanıyor. Hegelci insanlık tarihinin olumlu bir şekilde ve tek yöne gittiğini savunan tarih anlayışıyla, babasının dostu olan ünlü Alman filozof Walter Benjamin’in rekabet ve daha fazlasına sahip olma güdüsü nedeniyle felaketten felakete sürüklenen karşı konulamaz tarih vizyonu arasındaki farklılığa dikkat çekiyor.

Hessel’in gençlere en önemli tavsiyesi Sartre’ın düşüncelerini de hatırlayarak toplumsal sorunlara kayıtsız kalmamaları. Hessel’e göre küreselleşme nedeniyle sınırlarının kalktığı ve anlamsızlaştığı, karşılıklı bağımlılıkların arttığı bir sürece rağmen bugün hala dünyanın birçok yerinde çok ciddi sosyal sorunlar var. Bunlardan en önemlisi çok yoksul ve çok zenginler arasında giderek artan ve birçok sosyal soruna kaynaklık eden uçurum. Bir diğeri insan hakları açısından bugün hala dünyanın birçok yerinde yaşanan haksızlıklar ve sorunlar. Bunlara ek olarak açgözlülüğümüzün sonucu olarak artık gezegenimiz olan dünyanın geleceğiyle ilgili de ciddi sıkıntılar mevcut. Bu nedenle Hessel’in gençlere tavsiyesi isyan edecek haklı gerekçeleri görebilmek için çevreye dikkatli ve duyarlı şekilde bakmaları. Aynı Filistin davasında olduğu gibi… Fakat geçmişin hatalarına yeniden düşmeden ve bu sebeple asla şiddete başvurmadan, barışçıl ve etkin demokratik silahlar kullanarak… Bu nedenle asla teröre bulaşmadan, şiddetin umuda sırt çevirdiğinin farkında olarak… Bu nedenle pasif direnişi kullanarak, direnmenin yaratmak, yaratmanın direnmek olduğunu bilerek…

Dr. Ozan Örmeci