24 Eylül 2011 Cumartesi

Psiko-Politik Bir Yaklaşım ile Türk-Ermeni İlişkileri


Politik Psikoloji Derneği (PPD) olarak 25-26 Aralık 2009 tarihinde Ankara Üniversitesi Rektörlük Binası'nda düzenlediğimiz "Dünden Bugüne Türk-Ermeni İlişkileri: Disiplinlerarası Yaklaşım" adlı programın konuşma metinleri Uşak AKY Yayınları tarafından geçtiğimiz hafta kitaplaştırıldı. Prof. Dr. Abdülkadir Çevik ve Dr. Bahar Senem Çevik Ersaydı'nın editörlüğünde derlenen kitapta Prof. Dr. E. Semih Yalçın, Büyükelçi Ömer Engin Lütem, Prof. Dr. Ümit Özdağ, Prof. Dr. Vahdet Keleşyılmaz, Doç. Dr. Sadi Çaycı, Prof. Dr. Ahmet İnam, Prof. Dr. Abdülkadir Çevik, Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Prof. Dr. Sedat Laçiner, Prof. Dr. Birsen Karaca, Doç. Dr. Şenol Kantarcı, Murat Yetkin, Prof. Dr. Temuçin Faik Ertan ve Ercan Çitlioğlu gibi birçok değerli ismin Türk-Ermeni ilişkileri hakkında sunumları yer alıyor. Kitaplığınızda yer alması gereken bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum.

Dr. Ozan Örmeci


Diplomasinin Gerçek Yüzü


Hans Morgenthau diplomasiyi “ulusal çıkarların barışçıl yollardan korunması” olarak tanımlamıştır. Bir diğer tanıma göre diplomasi “uluslararası ilişkilerin barışçı yol ve araçlarla yürütülmesi sanatıdır”. Hüner Tuncer’e göre diplomasi “devletler arasındaki ilişkilerin müzakereler aracılığıyla sürdürülmesidir”. Ernest Satow’a göre ise diplomasi “hükümetler arası ilişkilerde zekânın barışçı araçlarla kullanılmasıdır”. Hedley Bull’a göre diplomasi “uluslararası ilişkilerin resmi görevlilerce barışçı yollardan sürdürülmesidir”. Bu tanım günümüzde fazlasıyla yetersiz kalmaktadır zira diplomasi yalnızca devlet görevlilerine ve diplomatlara bırakılmayacak kadar önemli ve yaygın bir hal almıştır.
Diplomasinin araçları ikna, uzlaşma ve güç kullanma tehdididir. Hans Morgenthau’ya göre Savaşın başladığı yerde diplomasi başarısız olmuş demektir. Zira barışçıl yollarla sorun çözümlenememiş ve savaş ortaya çıkabilmiştir. Diplomasi yalnızca yabancı ülkelere karşı yapılmaz. Ülke içerisindeki farklı gruplara karşı da diplomatik faaliyetler yürütülür. Bu nedenle diplomasi ülke içerisinde ve dışarısında olmak üzere iki boyutta yürütülür ve bu iki boyut zaman zaman birbirleriyle de etkileşim içerisindedir. İngiliz Başbakanı Lord Palmerston’un sözü diplomasinin kirli yönünü gözler önüne serer; “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır”. Diplomasi işte ülkelerin bu çıkarlarını askeri yollar dışında korumasını sağlar.
Günümüzde devletlerin ayakta kalabilmesi için yalnızca askeri açıdan güçlü olması yetmez, mutlaka diplomatik açıdan da gelişmiş olması zorunludur. Diplomasinin altın kuralı özde kararlı ancak üslupta yumuşak olmaktır. Arzu edilen neticeye ulaşmak için hem “mücadele” edilmeli, hem de daha fazla zarardan kaçınmak adına “uzlaşma” aranmalıdır. Diplomasi dar manasıyla Dışişleri Bakanlıklarında çalışan kariyer diplomatlar (meslek memurları) tarafından uygulanır. Ayrıca siyasetçiler ve onlar tarafından görevlendirilen özel temsilciler de diplomat gibi görev yaparlar. Daha geniş anlamıyla ise bütün vatandaşların ülkelerini temsil etme adına diplomatik görev yaptıkları iddia edilebilir.
Diploma sözcüğü eski Yunancada “ikiye katlamak” anlamına geliyordu ve ikiye katlanmış resmi belge ve evraklar için kullanılırdı. Ülkeler arasındaki ilişkiler geliştikçe bu belgeleri hazırlayan, saklayan kâtipler ortaya çıktı ve ilk diplomatlar olarak görev yaptılar. Diplomasi kavramını uluslararası ilişkilerin yürütülme sanatı anlamında ilk kullanan kişi ise 1796 yılında Edmund Burke’dür. Geçici diplomasiden daimi diplomasiye geçiş ilk kez 15. yüzyıl İtalyan devletlerinde başladı. Daha sonra Avrupa ülkelerinde hızla yaygınlaştı ve artık her ülkenin başka ülkelerde temsilci bulundurması anlayışı gelişti. Milliyetçilik düşüncesinin artmasıyla beraber diplomasi de doğal olarak gelişti. 1815 Viyana Kongresi’nde diplomatların yasal statüsü belirlendi.
Diplomatlar hükümetlerce belirlenen dış politikayı yürütmekle sorumlu devlet görevlileridir. Bu nedenle dış politikadaki başarısızlıklar esas olarak hükümetlerin mesuliyetindedir. Diplomatlar hükümetlerin belirledikleri ana hatlar doğrultusunda ülkeleri için en faydalı olan adımları atmakla yükümlüdürler. Diplomatların 1961 tarihli Viyana Sözleşmesi’ne dayalı ayrıcalıkları vardır. Diplomatların görevleri (1) ülkelerini temsil, (2) devletlerinin ve vatandaşlarının çıkarlarını korumak, (3) tayin edildikleri ülkelerde devletleri adına müzakerelerde bulunmak, (4) görev yaptıkları ülkeler hakkında kendi ülkelerine bilgiler aktarmak (5) ve kendi ülkeleriyle görev yaptıkları ülkeler arasında dostça ilişkiler geliştirmek olarak özetlenebilir.
Müzakereler esnasında diplomatların yaratıcı olması, gerektiğinde sert, gerektiğinde yumuşak pozisyon almaları beklenir. Osmanlı’da ilk daimi temsilcilikler III. Selim döneminde 1790’larda açılmıştır. Ancak yabancı devletlerin daimi temsilcilikleri 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da bulunmaktaydı. Dışişleri Bakanlığı Umur-u Hariciye Nezareti adıyla 1835 yılında kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan devraldığı diplomasi geleneğini ulusal onur, eşitlik ve bağımsızlık idealleriyle destekleyerek devam ettirmiştir. 1924’te 39 dış temsilciliği olan Türkiye Cumhuriyeti’nin günümüzde 185 dış temsilciliği bulunmaktadır.
Onur Öymen’e göre diplomasi sadece günlük olaylarla, sorunlarla uğraşmaz, ileride ortaya çıkabilecek olasılıklara göre çözüm önerileri de hazırlar. Bugün izlenen bir politika veya alınan bir karar, belki de bundan uzun yıllar sonra olumlu veya olumsuz bir etki yapabilir. Fransızların dediği gibi, “hükümet etmek geleceği görebilmektir”. Diplomasiye bu geleceği görme yeteneği açısından bakıldığında Amerikan Başkanı Wilson’ın son derece başarısız olduğu ortaya çıkar. Wilson I. Dünya Savaşı sonrasında dünyada barış ve istikrarın sağlanabileceğini zannetmiş, oysa dünya o güne kadar görmediği ölçekte büyük savaşları bu “tüm savaşları bitiren savaş” olarak lanse edilen savaştan sonra yaşamıştı. İngiltere Başbakanı Churchill de Mussolini’ye olumlu bakışı ile geleceği görme konusunda başarısız olduğunu ispatlamıştır. Wilson ve Churchill’in aksine Atatürk’ün geleceği görme yetisi çok üst düzeydedir. Atatürk II. Dünya Savaşı’nın çıkacağını önceden görmüş ve 1936 Temmuz’unda İngiliz büyükelçi Percy Loraine’i çağırarak Akdeniz’de yayılmacı İtalya’ya karşı Türkiye-İngiltere işbirliğine devam edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Atatürk’ün 1932 yılında Amerikalı General Mac Arthur ile yaptığı konuşma da II. Dünya Savaşı’nda hakkındaki öngörüleri açısından önemlidir. Atatürk bu konuşmada Almanya’nın ABD’nin savaşa girmesiyle mağlup olacağını ancak Sovyetlerin bu savaştan karlı çıkacağını belirtmiştir. İleri görüşlülük diplomaside başarının en önemli koşullarından biridir. Bir diğer başarı koşulu ise uzun vadeli düşünerek sabırlı olmaktır. Bazı ihtilaflar uzun yıllar sürebilir. Bu nedenle aceleci olmamak, haklı olunan konularda ısrar etmek gereklidir.
Uluslararası ilişkilerde en geçerli yöntem müzakeredir. Devletlerin temsilcileri bir araya gelerek mevcut sorunları tartışır, ülkelerinin çıkarlarının örtüştüğü noktaları saptayıp anlaşmaya varmaya çalışırlar. Dışarıdan sanıldığının aksine, özellikle önemli ulusal çıkarların söz konusu olduğu konularda görüşmeler çok sert geçer ve hatta bazen silahsız savaşı andırır. Diplomatların kendilerine özgü bir dilleri vardır. Örneğin “çok açık ve samimi bir görüşme oldu” denilmişse, bu genelde ciddi görüş ayrılıklarının bulunduğunu gösterir. “Görüşlerinizi ilginç buldum” denmesi aslında dinlenilen fikirlerin saçma olduğunu anlatan bir ifadedir. Ayrıca diplomatik temaslarda görüntü aldatıcı olabilir. Karşıt fikirleri savunan ve hiç anlaşamayan taraflar bile objektiflere gülümseyerek poz verirler. Ancak bu gülen yüzlere bakarak işlerin iyi gittiğini düşünmek hatalı olur. Dış politikada görüntülere aldanmamak gerekir.
Diplomatik müzakereler bir anlamda devletler arasındaki pazarlıklardır. Bir ülke içerisindeki anlaşmazlıklar hukuk yoluyla çözümlenebilir. Ama iki egemen devlet arasındaki sorunlar iç hukuktaki gibi bağlayıcı olan bir hukuk sistemiyle çözülmez. Bu nedenle uluslararası sorunlar ender olarak hukuk yoluyla çözülür, daha çok müzakere yoluyla tatlıya bağlanır ya da bağlanamaz. Devletler bazı durumlarda müzakerelere başlamamayı da tercih edebilirler. Bu da bir taktiktir. Müzakerelerden avantajlı çıkacağını düşünen taraf, genelde masaya oturmaya daha isteklidir. Müzakerelerde güçlü hisseden taraf genelde ödün vermeye yanaşmaz. Bu yüzden müzakereler çok uzun zaman alabilir. Karşı tarafa müzakere teklifinde bulunmak her zaman çözüme ulaşılmasını istemek anlamına gelmez. Bazen gerginliği azaltmak ve tansiyonu düşürmek için de böyle bir yola gidilebilir. Müzakerelerde tarafların eşit olması önemlidir.
Devletler arasındaki müzakerelerin büyük çoğunluğu kapalı kapılar ardında cereyan eder. Bu diplomasinin tabiatının bir gereğidir. Yüzyıllar boyunca uluslararası ilişkiler gizlilik içinde yürütülmüştür. Bu nedenle “sessiz diplomasi” dediğimiz diplomasi türü 19. ve 20. yüzyılın başlarında çok yaygındır. Büyük devletler güç dengelerini sessiz diplomasi ile belirlerdi. Dünya Savaşları öncesi ve sürecinde birçok böyle sessiz diplomasi sonucu oluşmuş gizli anlaşmaların olduğu daha sonraları ortaya çıkmıştır. Günümüzde de eskisinde olduğu şekilde olmasa da liderlerin kişisel iletişimleri vasıtasıyla bir sessiz diplomasinin olduğu söylenebilir. Diplomasi gülümseyen yüzler, nazik sözler ve kapalı kapıların ardında bir nevi silahsız savaştır. Masa başında dahi ciddi gerginlikler yaşanabilir. Türkiye’nin Lozan Antlaşması koşullarını kabul ettirmesi İsmet Paşa’nın inatçı yapısı sayesinde gerçekleşmiş çok önemli bir diplomatik zaferdir.
KAYNAKLAR
- Uluslararası İlişkiler “Giriş, Kavram ve Teoriler” (editör: Prof. Dr. Haydar Çakmak), 2007, Ankara: Platin Basın Yayın Dağıtım
- Öymen, Onur, Silahsız Savaş Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi, 2007, İstanbul: Remzi Kitabevi

Ozan Örmeci


23 Eylül 2011 Cuma

Türkiye'de Sağlıklı Bir Demokrasi İçin Güçlü Bir CHP Şart


Siyasal rejimleri tasnif ederken kullandığımız güzel bir söz vardır; “Bütün rejimlerde iktidar olgusu vardır fakat muhalefet yalnızca demokrasilere özgüdür”. Hakikaten de gelişmiş ve pekişmiş demokrasiler incelendiğinde sistemin kökleşmesinde en önemli nedenin iktidardaki partinin hatalarını halka duyuran, onun aşırılıklarını törpüleyen ve siyasal olarak dışlanmış toplumsal kesimlere sahip çıkabilen bir veya daha fazla sayıda muhalefet partisinin bulunmasıdır. Muhalefet yalnızca iktidar alternatifi yaratmakla kalmaz; aynı zamanda iktidarın da bir sonraki seçimlerde iktidarda kalabilmek için hata yapmamasını, dolayısıyla daima dikkatli hareket etmesini ve zinde kalmasını sağlar. Böylelikle ülke sathında siyasetin ve kamu hizmetlerinin kalitesinin artışına da katkıda bulunur.
Türkiye’de son yılların en önemli siyasal sorunlarından birisi de kuşkusuz Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sistemde adeta Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger’in tekelci (hâkim) parti sistemi modeline uygun şekilde alternatifsiz bir parti haline gelmiş olmasıdır. Güçlü bir muhalefet partisinin olmaması ve dolayısıyla demokratik yollardan bir iktidar değişiminin mümkün olmadığı fikrinin topluma yayılması, ilerleyen yıllarda anti-demokratik mücadele metotlarını ve radikalizmi teşvik edeceği için demokrasiye ayrıca yeni zararlar verecektir. Bu nedenle ülkemizdeki yorgun fakat hakiki demokratların ana muhalefet partisi durumundaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin gelişimine katkı sunmaları, bu partinin de halkla bütünleşmiş bir iktidar alternatifi haline gelmesini desteklemeleri gerekmektedir.
Lider değişimi ve yenileşme sürecinde başlarda umutlandıran, bugünlerde ise oldukça zayıf bir görüntü çizen Cumhuriyet Halk Partisi’nin gelişim ve dönüşümü konusunda benim de bazı önerilerim olacak. Elbette bir siyasal partinin, özellikle de CHP gibi Cumhuriyet’i kurmuş köklü bir yapının değişim ve dönüşümünün kolay olması beklenemez. Fakat CHP çevrelerinde öncelikle anlaşılması gereken, değişim ve çağa ayak uydurmanın yapılamaması ya da ertelenmesi durumunda CHP’nin demografik ve kültürel açıdan giderek marjinalleşmesi riskinin bulunduğu gerçeğidir. Bu nedenle değişim ve dönüşüm CHP’de kurumsal olarak desteklenmeli, teşvik edilmelidir. CHP’nin ideolojik eksenini oluşturan sosyal demokrasi ve Atatürkçülük akımlarının 21. yüzyıl dünya dengelerine ve Türkiye’nin sosyolojik gerçeklerine uygun çağdaş bir yorumunun yapılması artık ötelenemez bir gereklilik haline gelmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi örgütlerinin son yıllarda zayıfladığı ve dinamizmini kaybettiği görülmektedir. Bunun önüne geçilmesinin ilk yolu partiyi ideolojik ve kültürel olarak yenileyecek genç kadroların yani taze kanın partinin damarlarına enjekte edilmesidir. Bu süreci destekleyebilecek bir diğer önemli husus ise, parti bürokrasisinin güçlendirilmesi ve merkez denetim sisteminin yerelde daha etkili bir hale getirilmesidir. Bunun için de düzenli rapor ve denetim sistemi kurularak parti içi disiplin sağlanmalı ve sorunlar ile işini layıkıyla yapamayanlar tespit edilerek üstlerine gidilmelidir. Sol partilerin aynı anda hem en önemli avantajı ve hem de dezavantajı olan parti içi demokrasi ve çok başlılık, sağlıklı çalışan bir parti bürokrasisi ve doğru işleyen bir denetim mekanizması olmazsa parti disiplinini ortadan kaldırarak zaten zayıf olan partiyi dışarıdan gelen tepkiler karşısında daha da güçsüz bırakır.
Tüm bu ve benzeri önerilerin tartışılabileceği partililere açık verimli toplantı ve kongrelerin yapılması, partinin Bilim Kurulu’nun ve siyaset akademisinin bilinen şeylerin tekrarı yerine partinin ve Türkiye’nin sorunları üzerine odaklanmaları ve “dünü dünde bırakarak yeni şeyler söylemeleri” de kuşkusuz Türkiye’de sağlıklı bir demokrasi için güçlü bir CHP’nin şart olduğu düşünen demokrat çevreler için olumlu karşılanabilecek önerilerdir.

Dr. Ozan Örmeci

20 Eylül 2011 Salı

New Turkey's Intellectual Power Should Be Based On Anatolian Universities


Though having many problems related to authoritarian tendencies and leader-based political culture, Turkey has been gradually transforming from an introvert small size country into a middle size regional power. This transformation was concretized and based on three main pillars; democratic consolidation on the political scene, free-market reforms and integration into global economy on the economics side and finally increasing number of universities and intellectual accumulation on the academic area.

It is a fact that in order to become a regional power, Turkish universities (especially in the field of social sciences) have to change their academic curriculum and mentality focusing solely on local/national history teaching in addition to early 2000’s “a la mode” -now a bit out of fashion- European studies and to catch the standards of multi-dimensional Turkish foreign policy. This could be done by establishing new research centers as well as new master and doctoral programs not only focusing on European Union, but also specializing on Middle East, Eurasia, Balkans and Africa, geographies that are neighboring Turkey. Justice and Development Party in its 9 years of government established many universities nearly in all cities of the country. For sure, these universities have many deficiencies for reaching the standards of Western academia but still the very establishment of them could easily help the country to produce necessary intellectual knowledge in the near future for becoming a regional power, being aware of the developments and intentions around the world and especially around itself. These universities, if they could become specialized in certain areas that are in conformity with local potentials and values and conformably to a grand master plan, could even trigger the birth of an “Anatolian Renaissance”.

This could be a dream for many, but as once Walt Disney said; “All our dreams can come true, if we have the courage to pursue them”.

Ozan Örmeci