15 Ağustos 2010 Pazar

Türkiye'nin Çok Partili Sisteme Geçişi


-->
Türkiye’nin çok partili sisteme geçişi aslında hakkında pek az doğru şey bilinen bir konudur. Yapılan yorumlarda genellikle Türkiye’nin çok partili rejime geçmesi; İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan Soğuk Savaş koşullarında Sovyet tehdidi algılaması nedeniyle ülkenin ABD’ye yakınlaşması ve ABD’nin bu şekilde bir yönetime daha sıcak bakmasının bir sonucu olarak açıklanır. Bu yorumlar tamamıyla yanlış değildir ancak önemli eksiklikleri bulunmaktadır. Bu yazıda kısaca Türkiye’nin çok partili sisteme geçişinin hikayesini anlatmaya çalışacağım. Daha sonra da Türkiye’nin çok partili sisteme geçiş sürecinin neden Juan Linz’in sıklıkla kullandığı Karşılaştırmalı Politika disiplininin demokratikleşme yollarından “ruptura” (kesin kopuş) ya da “pactada” (sözleşmeli, anlaşmalı geçiş) değil de, “reforma” (reform yoluyla geçiş) modeline uyduğunu açıklayacağım.
Bilindiği üzere Demokrat Parti’nin kurulmasında en önemli etken CHP içerisinde bürokratik-devletçi kanadın giderek güçlenmesi ve Kemalist Devrim’in en önemli projelerinden biri olan toprak reformu projesini uygulamaya koymak için büyük bir çaba göstermesidir. Tek parti dönemi CHP’si eski tip kadro partisi özellikleri de taşımasına karşın, aslında geniş çatılı bir partidir ve toplumun tüm kesimlerini kucaklamaya çalışmıştır. İşte bu nedenle CHP milletvekilleri toprak reformu konusunda uzlaşamamış ve parti içerisindeki toprak sahibi kesimlerin ve liberal unsurların toprak reformu aleyhtarlığı çok partili rejime uzanan süreçte kritik bir rol oynamıştır. Toprak reformu aleyhtarlığı “dörtlü takrir” adı verilen Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü gibi isimlerden oluşan CHP içerisindeki liberal grubun partiden ayrılması süreciyle son bulur. O dönemlerde Demokrat Parti’yi kuracak olan bu grubun güçleri son derece sınırlıdır ve halkla bağları da yeterince kuvvetli değildir. Bu nedenle çok partili bir rejime geçmek için CHP’yi zorlamaları gibi bir durum söz konusu olmamıştır. Ancak başta İsmet İnönü olmak üzere bir çok CHP’li üst düzey yönetici Mustafa Kemal’in de düşüncelerini göz önüne alarak çok partili rejime geçilmesine olumlu bakmaktadır. Bunun nedenlerine birazdan bakacağız.
Yasal düzenlemeler yapıldıktan sonra 1945 yılında çok partili rejime geçiş için uygun bir ortam bizzat CHP tarafından yaratılmıştır. Ancak bu ortamda bile diğer partilere halktan ve deneyimli siyasetçilerden bir ilgi yoktur. 18 Temmuz 1945 tarihinde zengin bir sanayici olan Nuri Demirağ Milli Kalkınma Partisi’ni kurar. Ancak parti çok zayıf ve halktan uzaktır ve seçimlerde CHP ile rekabet edebilmesi imkansız düzeydedir. Bu nedenle İsmet İnönü bir karşı-devrimci olmayacağı konusunda güvendiği Celal Bayar ve arkadaşlarını adeta teşvik ederek DP’nin kurulmasında önemli rol oynamıştır. Nitekim yine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “12 Temmuz Beyannamesi” olarak da bilinen 12 Temmuz 1947 tarihinde yaptığı konuşmada “CHP ve DP arasında bir taraf tutamayacağını” belirterek Türkiye’nin çok partili rejime geçmesinin en büyük mimarı olmuştur. İnönü o güne kadar birlik yaptığı ve yakın durduğu bürokratik grubu ve onun lideri Recep Peker’i hedef aldığı bu konuşmasında adeta Demokrat Parti’yi kollamıştır. Bilindiği üzere 1950 seçimlerinde DP başa geçince İnönü “bu yenilgi en büyük zaferimdir” diyecektir. İnönü’nün Sina Akşin ve Çetin Yetkin başta olmak üzere bir çok değerli Kemalist yazar-düşünür tarafından karşı-devrimcilikle suçlanmasındaki en büyük etken de işte bu çok partili rejime geçiş sürecinde üstlendiği kritik rolden kaynaklanmaktadır. İnönü’nün de katkılarıyla güçlenmeye başlayan DP karşısında CHP de devrimci metodlarından taviz vermek zorunda kalmış ve hatta parti içerisindeki ılımlı “Otuzbeşler” adı verilen grup Recep Peker’in Başbakanlıktan inmesine neden olmuştur. Peker’in yerine geçen Hasan Saka ve Şemseddin Günaltay dönemlerinde CHP; DP’nin söylemi çizgisinde bir politika izlemiş, komünist yetiştirmekle suçlanan Köy Enstitüleri’nin kapatılmasını sağlamış, İMF’den krediler alınmış, devrimci ilkelerden ve devrimi kökleştirme çabalarından vazgeçilerek halka olduğu şekilde daha yakın durulmaya gayret gösterilmiştir.
Tartışmalı 1946 seçimlerinde yalnızca 62 sandalye kazanabilen DP, 1950 seçimlerinde ise 408 sandalye kazanmayı başarmış ve iktidar olmuştur. Türkiye’nin tek partili bir sistemden çok partili demokratik bir rejime kolaylıkla geçişinin başlıca sebebi CHP’nin himayeci özellikleri bulunan devrimci bir parti olmasına karşın totaliter bir çizgiye hiçbir zaman kaymamış olmasıdır. Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyimleri de bunun bir ispatıdır. Ayrıca CHP içerisinde birden çok Kemalizm anlayışı varolmuş ve parti Kemalizm’in özüne uygun olarak katı ideolojik bir yapıdan ziyade akılcılığa dayalı pragmatist bir çizgi benimsemiştir. Bu birinci nedenin ortaya çıkmasında etkili olan CHP’nin askeri-bürokratik elit kökenli kurucularının demokrasiyi en azından asgari ölçüde özümsemiş olmalarıdır. İkinci önemli sebep ise yapısaldır. Tek parti döneminde Türkiye’deki ilk sanayileşme adımları atılmış, azınlıkların piyasadaki etkisi Varlık Vergisi gibi anti-demokratik uygulamalarla kırılarak, Müslüman Türk zenginleri yetiştirilmiş ve artık etkisi hissedilebilir bir yerli burjuvazi ortaya çıkarılmıştır. Burjuvazi; sınıfsal doğası gereği daha fazla liberalizasyonu, devlet denetiminin azaltılmasını savunmuş ve bu nedenle Demokrat Parti’nin güçlenmesinde kritik bir rol oynamıştır. CHP’nin devletçi, milli birlik adıyla savunulan sosyal adaletçi solidarist sistemi burjuvazinin işine gelmemektedir. Üçüncü önemli sebep ise dış politikaya dayalıdır. Bilindiği üzere Türkiye Soğuk Savaş dönemi tercihini Batı bloğu doğrultusunda yapmış ve bu nedenle ABD ile yakınlaşmaya başlamıştır. Batı burjuva demokrasilerinin çok partili rejime dayanması kuşkusuz ki CHP elitlerini etkilemiştir. Ancak kesinlikle Türkiye’nin çok partili rejime geçmesinde direkt bir Batı-Amerikan etkisi olmamıştır. Zira Bernard Lewis ve Faroz Ahmad’in çok doğru bir şekilde ortaya koyduğu gibi; ABD için Soğuk Savaş döneminde ve belki de bugün hala önemli olan istikrar, piyasa ekonomisinin benimsenmesi ve Batı bloğuna dahil olunmasıdır. Bu nedenle ABD Soğuk Savaş dönemi boyunca askeri, otoriter hatta totaliter rejimleri, anti-komünist çağdışı köktendinci hareketleri desteklemiştir. Bu veriler ışığında düşünüldüğünde, Türkiye’nin çok partili rejime geçmesi esas olarak sınıfsal (yapısal) ve CHP elitlerinin tercihlerine dayalı bir meseledir. Maurice Duverger’nin de belirttiği gibi “Türk tek-parti sistemi hiçbir zaman tek-parti doktrinine dayanmamış” ve Altı Ok dışında izlenebilecek siyasi yollar konusunda kapıyı açık bırakmıştır.
Şimdi bu geçiş sürecinin Karşılaştırmalı Politika tabirleriyle neden “ruptura” ya da “pactada” değil de, bir “reforma” modeline uygun düştüğüne göz atalım. Öncelikle geçiş süreci hiçbir kopma (ruptura) özelliği içermemiştir. Zira demokrasiye geçiş şiddete başvurulmaksızın anayasal kurallar içerisinde gerçekleşmiş ve yürürlükteki anayasaya ufak değişiklikler haricinde dokunulmamıştır. Türkiye’ye geçiş süreci bir pactada (anlaşmalı geçiş) özelliği de taşımamaktadır. Zira sözleşmeli, anlaşmalı bir geçiş-dönüşüm süreci için iktidar ve muhalefetin bir araya gelerek çeşitli konularda uzlaşmaları ve muhalefetin iktidarı zorlayıcı bir güce sahip olması gerekmektedir. Oysa Türkiye’nin çok partili sisteme geçişinde muhalefetin gücü yetersiz bulunduğu için İsmet İnönü DP’yi Recep Peker CHP’si karşısında adeta korumuş ve yapılan seçim ve çok partili rejim düzenlemeleri tamamen CHP’liler tarafından kararlaştırılmıştır. Yani DP’nin CHP’yi köşeye sıkıştırabilecek bir gücü hiçbir zaman olmamış, işte bu nedenle DP iktidar olduktan sonra gücünü pekiştirebilmek için karşı-devrimci bir parti olmadığı halde bu şekilde siyaset izleyerek CHP ile farklılaşmak ve güçlenmek yolunu seçmiştir.
Görüldüğü üzere Türkiye’nin demokratik dönüşümü daha çok “reforma” modeline uymaktadır. Zira tüm kararlar CHP eliti tarafından bilerek ve isteyerek alınmıştır. Reforma modelinin gerçekleşmesindeki kilit nokta iktidarın muhalefetten güçlü olması ve her iki tarafta da ılımlıların ağırlıkta, ön planda olmalarıdır. Zira muhalefette radikallerin bulunması iktidarın çok partili rejime soğuk bakmasına ve uzlaşı yapılamamasına sebep olabilmektedir. Yine iktidarda radikaller ağırlıkta ise demokrasiye geçiş konusunda isteksiz davranabilirler. Ancak Profesör Ergun Özbudun’un da belirttiği gibi her iki tarafta da ılımlılar ön planda olur ve iktidar muhalefetten güçlü olduğu için onları çok ciddi bir rejim tehdidi olarak algılamazsa demokratik dönüşüm gerçekleşebilir. CHP içerisinde Recep Peker ekibinin tasfiye edilmesiyle ılımlılar ön plana çıkmış ve muhalefette de radikaller DP’yi “muvazaa partisi” olarak nitelendirerek daha çok Millet Partisi’ne yönelmişlerdir. Bu sayede Türkiye’de demokrasiye geçiş reform yoluyla CHP tarafından sağlanmıştır.
Ülkemizde demokrasiye geçişin muhakkak ki bazı sancıları olmuştur ve hala olmaktadır. Bu nedenle Prof. Emre Kongar’ın yaptığı gibi Türkiye’nin çok partili rejime erken geçtiği dahi iddia edilebilir. Zira Kemalist Devrim yalnızca 22 yıllık bir sürede ve sınırlı ölçekte gerçekleştirilebilmiş ve Türk toplumu çağdaş uygarlık yolunda tam anlamıyla dönüştürülememiştir. Bu nedenle laiklik ve Kürt sorunlarında gerekli ara çözüm formülleri yetersiz tecrübe ve devletin halka uzaklığı nedeniyle üretilememiş ve devrim merkezden çevreye doğru bir şekilde ve tam anlamıyla aktarılamamıştır. Kemalist Devrim’in tam anlamıyla kökleşmeden ve derinleşmeden çok partili rejime geçilmesi muhakkak ki muhalefetin iyi niyetli olması durumunda bir sorun teşkil etmeyebilirdi. Ancak demokrasinin olmazsa olmaz şartlarından laikliği olduğu şekliyle içine sindiremeyen ve CHP’den farklılaşmak için dini siyasete alet ederek anti-komünizm retoriğiyle halkı provoke eden Demokrat Parti ülkeyi büyük bir kutuplaşmaya götürmüş ve ne yazık ki 27 Mayıs’tan başlayan Türkiye’nin demokrasi sorunlarına kaynaklık etmiştir. Bu sorunlar bugün hala fazlasıyla hissedilmektedir.
KAYNAKLAR
- Ahmad, Feroz, “Modern Türkiye’nin Oluşumu”, 1993, İstanbul: Sarmal Yayınevi
- Özbudun, Ergun, “Türk Siyasal Hayatı”, 2006, TC. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 1689, Açık öğretim Fakültesi Yayını No: 875
- Linz, Juan, “The Breakdown Of Democratic Regimes: Crisis, Breakdown, and Reequilibration”, 1978, Baltimore: Johns Hopkins University Press
- Linz, Juan & Stepan, Alfred, “Problems Of Democratic Transition and Consolidation: Southern Europe, South America, and Post-Communist Europe”, 1996, Baltimore: Johns Hopkins University Press

Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

Ozan Örmeci

Hiç yorum yok: