14 Ağustos 2010 Cumartesi

Türkiye'de Sosyal Demokrasi



-->
Türkiye’de sosyal demokrat hareketlerin güç kazanması aynen sosyalist hareketlerde olduğu gibi ancak 1960’larda mümkün olabilmiştir. Emekçi sınıflarla öteki sınıfların çıkarları arasında, demokratik özgürlükler ortamında, siyasal ve ekonomik yapıyı değiştirerek hakkaniyet dengesi kurmayı amaçlayan sosyal demokrasinin oluşması için doğal olarak öncelikle haklarını savunacağı bir işçi sınıfı gereklidir ve ülkemizde işçi sınıfının ciddi ve örgütlü bir güç olarak ortaya çıkması ancak 27 Mayıs ihtilali ve 1961 anayasası sonrası gerçekleşmiştir. Türkiye’de solun 1960-80 arası dönemde güçlenmesinin elbette ulusal ve uluslararası çeşitli nedenleri bulunmaktadır.
Enternasyonal koşullara baktığımız zaman, 1960’lardan başlayarak yoğun bir anti-Amerikanizm dalgasının dünyada esmekte olduğunu görüyoruz. Özellikle 68 kuşağı adını verdiğimiz Amerika ve Fransa’da başlayan ve tüm dünyaya yayılan öğrenci gösterileri; savaşlara, işgallere, kapitalizme ve devlet politikalarına karşı verdiği sert tepki ve yaydığı isyan kültürüyle solun güçlenmesinde oldukça etkili olmuştur. 68 kuşağı yalnız Batı bloğunda değil, Doğu bloğunda da etkili olmuş ve mesela Çekoslovakya’da Prag Baharı adı verilen olayda öğrenciler kapitalizme değil, baskıcı komünist rejime karşı ayaklanmışlardır. Ancak 68 kuşağının ağırlıklı olarak sol ideoloji ve emperyalizm-kapitalizm karşıtlığıyla özdeşleştiğini söylemek sanıyorum hatalı olmaz. Amerika’da hippi kültürü ve “savaşma seviş” sloganlarıyla ortaya çıkan 68 kuşağı, Afro-Amerikalıların harekete katılmalarına dek ciddi bir siyasi muhalefet oluşturamazken, Fransa ve Türkiye gibi ülkelerde ise daha politik ve sert bir tutum takınmıştır. Bu dönemde emperyalizm, işgaller, fakirlik, gelir adaletsizliği, sosyal devletin yetersizliği ve merkezi yönetimin çok güçlü olması gibi konular idealist öğrenciler tarafından eleştiri konusu yapılırken, Vietnam Savaşı ve Amerikan saldırganlığı, Siyonizm ve İsrail’in saldırgan dış politikası gibi konular ön planda olmuştur. Özünde sosyalist olan bu tepkiler Batı bloğunda iş sandığa gelince sosyal demokrat partilere yaramış ve sosyal devleti savunan partiler bir bir iktidara gelmeye başlamıştır.
Türkiye’de ise bu uluslararası koşullardan çok daha önemli bir ölçüde 27 Mayıs ihtilali ve 1961 anayasasının sol hareketlerin güçlenmesinde etkili olduğunu görüyoruz. Büyük umutlarla demokratik bir şekilde 1950 yılında başa geçen Demokrat Parti’nin son dönemlerinde diktatörlük tarzı bir yönetim benimsemesi nedeniyle 27 Mayıs 1960 tarihinde askeri müdahale gerçekleşmiştir. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’ün aksine emir-komuta zinciri içerisinde yapılmamış ve düşük rütbeli Kemalizm’e gönülden bağlı subayların gerçekleştirdiği devrim niteliğinde bir harekettir. Askeri darbeler demokrasi için kabul edilemez bir uygulama olmasına karşın, henüz yeni gelişmekte olan sivil toplumun yetersizliği göz önüne alınırsa, Demokrat Parti diktatoryasına karşı gerçekleştirilmiş şekil olarak yanlış ancak sivil hak ve özgürlükler göz önüne alındığında 12 Mart ve 12 Eylül’ün aksine kesinlikle ilerici bir harekettir. 27 Mayıs ve sonrasında hazırlanacak olan 1961 anayasası Türkiye’de sol hareketlerin önünün açılmasında isteyerek veya istemeyerek başrolü oynayacaktır.
27 Mayıs ve 1961 anayasasının temel amacı milli iradeyi temsil etmeyi her istediğini yapma hakkı olarak gören yürütmenin gücünü, yargı ve yasamayı güçlendirerek azaltmak ve güçler ayrılığı ilkesini tam anlamıyla hayata geçirmektir. Bu nedenle 27 Mayıs sonrası Anayasa Mahkemesi kurulmuş ve yaptıkları hiç bir denetime tabi tutulmayan yürütme erkinin gücü sınırlandırılmıştır. Yine Kemalizm’in devletçilik ilkesine paralel olarak yürütmenin istediği ekonomik politikayı her anlamıyla uygulayamaması ve devletin temel prensiplerine bağlı kalması için Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. Türkiye’nin uzun vadeli planlar ve yıllık programlar içinde belirli hedefler yönünde kalkınmasını sağlayacak çalışmalar yapmak üzere kurulan ve büyük yetkilerle donatılan DPT, anayasanın 41. maddesinde ifade edilen bir anlayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yine Milli Güvenlik Kurulu da, tavsiye veren bir kurum olarak 27 Mayıs sonrası yaratılmıştır. Ancak 12 Mart ve 12 Eylül’de MGK’nın yetkisinin aşamalı olarak yükseldiği görülecektir. Bu gelişmelere paralel olarak geniş bir hak ve özgürlükler sağlayan 1961 anayasası kabul edilmiştir. 1961 anayasasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sosyal bir devlet olduğu vurgulanmış ve siyasal-sendikal örgütlenmeler konusunda özgürlükçü bir anlayış benimsenmiştir. Zaten 27 Mayıs darbesini bir devrim olarak görenlerin ileri sürdüğü kanıtlar içinde, darbeyle yapılan anayasanın ilk kez grevli toplusözleşmeli sendikal haklara yer vermiş olması başta gelmektedir. Bu özgürlükçü ortamda sendikal hareketler ve sosyal demokrasinin güçlenmesi için her türlü ortam hazırdır. Ancak sosyal demokrasinin savunuculuğunu kim yapacaktır?
Sosyal demokrasinin CHP tarafından benimsenmesi ilk olarak 1965 seçimleri öncesi bu parti tarafından yapılan seçim kampanyasında izlerini göstermiştir. Daha önceden merkezde bir anlayışı bulunan CHP, TİP’in ve sol hareketlerin hızla güçlenmesi sonrası partinin doğal lideri İsmet İnönü’nün ağzından ortanın solunda olduğunu bildiriyordu. İsmet İnönü, ortanın soluyla ilgili ilk mesajını 29 Temmuz 1965 günü şu şekilde veriyordu; “CHP, bünyesi itibariyle devletçi bir partidir ve bu sıfatıyla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır” (Dağıstanlı, sayfa 18). 1965 seçimleri Adnan Menderes ve arkadaşlarının asılmasına duyulan tepkinin de etkisiyle her fırsatta DP’nin devamı olduğunu dile getiren Süleyman Demirel’in liderliğini yaptığı Adalet Partisi’nin büyük bir zaferiyle (% 52,9) sonuçlandı ve CHP’nin oyu yalnızca % 28,7’de kaldı. Bu dönemde nisbi temsil sistemi uygulandığı için baraj oluşturulmamış ve TİP de yüzde 3’e yakın oyuyla 15 milletvekili çıkarabilmeyi başarmıştır. TİP’in parlamentoda yaptığı müthiş muhalefet CHP’nin merkezden sola kaymasında çok etkili olmuş, CHP’nin tabanında yer alan önemli bir kesimi de etkilemeye başlamıştır (“Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1”, sayfa 262). Artık CHP içerisinde devletçiler ve ortanın solcuları arasında bir iktidar kavgası başlamıştır. Partinin hızla yükselen dinamik ismi, Zonguldak milletvekili Bülent Ecevit solcuların başını çekerken, Turhan Feyzioğlu, Ferit Melen ve Emin Paksüt gibi isimler muhafazakar kanadı oluşturuyordu. İsmet İnönü tarafsız gözükmeye çalışmasına karşın bu yıllarda ortanın solcularına daha yakın durmaktadır ve ortanın solunu reddedenlere karşı “olmazsa bizden ayrılırlar” sözünü bu dönemde söylemiştir (Dağıstanlı, sayfa 23). 1965 genel seçimleri ve 1966 Cumhuriyet Senatosu kısmi yenileme seçimlerindeki başarısızlıklara (% 29,6) rağmen, CHP ortanın solundan vazgeçmiyordu. 1966 yılındaki partinin 18. kurultayında İsmet İnönü, Kasım Gülek’e karşı net bir zafer kazanırken, Parti Meclisi genel olarak Ecevitçilerden oluşuyor ve Ecevit Kemal Satır’ı geçerek Genel Sekreterliğe geliyordu. Ecevit ve ekibinin partide baskın konuma geçmesi bir çok muhafazakar CHP’liyi rahatsız ediyor, Turan Feyzioğlu önderliğinde partiden ayrılan geniş bir grup Cumhuriyetçi Güven Partisi’ni kuruyordu. Ecevit’in bu dönemde partinin alt kadrolarından büyük destek gördüğü ve bu nedenle İsmet Paşa’nın istemeyerek ve çekinerek de olsa solcu Ecevit’e katlanmak zorunda kaldığını belirtmek zorundayız. Partide devletçi, muhafazakar kanadın yavaş yavaş tasfiye edilmesi sonrası artık CHP’de sosyal demokrasinin, demokratik solun hüküm süreceği yıllar başlamıştı...
Bülent Ecevit’in Genel Sekreter seçilmesiyle beraber CHP içerisindeki kamplaşma ortanın solunda olmayanların partiden kopmasına neden oluyor, gemiyi ilk Turan Feyzioğlu ve arkadaşları terk ediyordu. Partiden ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamada Feyzioğlu “biz CHP’den değil, CHP bizden ayrıldı” diyerek, partinin yaşadığı değişime dikkat çekiyordu. Böylece CHP muhafazakârların bir bir partiyi terk etmesiyle gerçekten sosyal demokrat bir parti görünümüne bürünüyor ve bu yönde politikalar izleyeceğini belli ediyordu. Öğrenci eylemlerinin arttığı 1968 yılında partinin yükselen ismi Genel Sekreter Bülent Ecevit’in “öğrenciler demokratik haklarını kullanıyorlar” benzeri açıklamaları CHP’nin Adalet Partisi tarafından komünistlikle suçlanmasına bile neden olmuştu. CHP üç sene gibi kısa bir süre içerisinde ortanın solundan, aşırı solla anılır olmuştu. Bülent Ecevit basın açıklamalarında kooperatifçilikten, halk sektöründen ve köykent projesinden söz ediyor, CHP artık tüm solcuların, sosyalistlerin ilgisini çekiyordu.
18 Ekim 1968’deki partinin 19. kurultayı Türkiye’de sosyal demokrat hareketin gelişmesi açısından çok önemli olmuştur. Bu kongrede değişime ayak direyen muhafazakarlar son defa Ecevit’e karşı kozlarını oynamışlardır. Parti Meclisi ve merkez yürütme kuruluna Ecevit’çi adayları sokmamak için gösterdikleri büyük gayretlere ve hazırladıkları kara listelere rağmen Ecevit yaptığı müthiş konuşmayla partililerin desteğini alıyor ve istediği adayları seçtiriyordu. Bu dönemde Ecevit’in ABD aleyhinde sözleri de Genel Başkan İsmet İnönü ile arasını açıyor ve CHP bir yol ayrımına daha geliyordu. Bülent Ecevit’in hazırlattığı 1969 seçimleri bildirgesinde sık sık Mustafa Kemal’in devrimcilik ilkesine vurgu yapılması ve “devrim” sözünün kullanılması İnönü’yü rahatsız ediyor, CHP yalnızca yüzde 27,3 oyda kalıyordu. Görülüyordu ki halk ve emekçi kitleler CHP’nin samimiyetinden emin değildi ve sol görüş yeterince yaygınlaşmamıştı. 8 Ocak 1970’de Batı Berlin’de Ecevit’in söylediği “bana sosyalist derseniz teşekkür ederim” sözü de medyada olay oluyor ve 12 Mart muhtırasından sonra İnönü’nün askere yakın tutumu nedeniyle Ecevit 1966’dan bu yana koruduğu koltuğunu ani bir kararla 21 Mart 1971’de bırakıyordu (Dağıstanlı, sayfa 49). Ecevit, CHP’li Nihat Erim başkanlığında kurulan teknokrat hükümetine karşı sesini yükseltiyor ve Erim’i CHP’yi bölmeye çalışmakla suçluyordu. 7 Mayıs 1972’deki kurultayda Ecevit ve İnönü ilk kez birbirlerini açıkça eleştiriyor, İnönü Ecevit’i “hizipçilik” ve uyumsuzlukla suçlarken, Ecevit de artık bir örgüt ve kitle partisi haline gelen CHP’yi tek adam olarak yönetmenin imkansız olduğunu vurguluyordu. Bu konuşmasıyla büyük alkış toplayan Ecevit’in Parti Meclisi listesi seçimi kazanıyor ve bu duruma tepki gösteren İsmet İnönü partiden ve Genel Başkanlıktan istifa ediyordu. 14 Mayıs 1972’deki Genel Başkanlık seçimlerinde ise Bülent Ecevit, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet Paşa’dan sonra CHP’nin üçüncü Genel Başkanı seçiliyordu.
Genel Başkan seçilir seçilmez yaptığı konuşmada Ecevit CHP’nin devrimci bir parti olduğunu yineliyor, ancak ideolojisini Marksizm ya da diğer yabancı doktrinlerden değil, Türk toplumunun gerçeklerinden aldığını ifade ediyordu. 1973 genel seçimlerinde İsmet Paşa’nın muhalefetine karşın CHP oyunu arttırarak yüzde 39,3’e çıkarıyor ve büyük oy kaybı yaşayan AP’nin (% 29,8) önünde seçimden birinci parti olarak çıkıyordu. Koalisyon ortağı bulamadığı için başlarda hükümeti kuramayan sosyal demokratlar, 1974 yılında Deniz Baykal’ın çabalarıyla kimilerince tarihi yanılgıya son verecek bir koalisyon olarak nitelendirilen CHP-MSP koalisyonunu gerçekleştiriyor ve nihayet iktidara gelebiliyordu. Her iki tarafın tabanından gelen tepkilere rağmen CHP-MSP koalisyonu kuruluyor ve sosyal demokratlar İslamcılar’ın da desteğiyle 26 Ocak 1974 tarihinde resmi olarak göreve başlıyordu. Bu hükümette sosyal demokrat hareketin sonraki yıllarda da önemli isimleri olacak Deniz Baykal, Önder Sav gibi isimler de genç yaşlarına karşın bakanlık koltuğuna oturuyorlardı. Bu dönemde solun yıldız isimlerinden biri de Ecevit tarafından TRT’nin başına getirilen ve TRT’de yaptığı reformlarla yıldızlaşan genç İsmail Cem’dir. Ancak Ecevit, Baykal, İsmail Cem gibi sosyal demokrasinin genç yıldızlarına rağmen CHP-MSP koalisyon hükümeti pek de verimli çalışamıyor, sık sık partiler arası sorunlar ortaya çıkıyordu. Mesela CHP’nin ortaya attığı af projesine MSP, “12 Mart’ın içeri attığı solcuları dışarı çıkaracak” diye karşı çıkıyordu (Dağıstanlı, sayfa 67). CHP MSP muhalefetine rağmen güç bela da olsa af yasasını meclisten geçiriyor ve binlerce tutuklu ailesinin gönlünde taht kuruyordu. Ancak aldığı bakanlıkları iyi kullanan MSP de, İslamcı taraftarlarını çeşitli devlet kadrolarına yerleştirerek, Siyasal İslam’ın güçlenmesini bu dönemde başlatıyordu. Bu dönemin kuşkusuz en önemli olayıysa Kıbrıs Barış Harekatı’ydı. EOKA’cı generallerin yaptığı faşist darbe sonrası Kıbrıslı Rum grupların başlattığı saldırılar dayanılmaz bir hal alınca Türkiye garantörlük hakkını kullanarak adaya müdahale ediyor ve Ecevit bir anda “Kıbrıs fatihi” oluyordu. Ancak ağır ambargolar nedeniyle ülkeyi büyük bir ekonomik sıkıntı da bekliyordu. Halkın Kıbrıs başarısı sonrası kendisine ve partisine karşı büyüyen ilgisine de güvenerek uzlaşma konusunda daha isteksiz davranmaya başlayan Ecevit, sonunda istifasını 18 Eylül 1974’te Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e veriyor ve birinci MC hükümeti kuruluyordu. Bu dönemde CHP ve yandaşlarına yönelik ağır suçlamalar ve büyük baskılar geliyordu. Bu tartışmalar içerisinde 12 Ekim 1975’te milletvekilliği ara seçimleri yapıldı. 6 milletvekili koltuğunun 5’ini AP’ye kaptıran CHP lideri Bülent Ecevit, Türk-İş ve DİSK gibi işçi sendikalarıyla görüşmelerini arttırıyor ve desteklerini alıyordu. Yine bu dönemde CHP içerisinde Deniz Baykal isminin giderek sivrilmeye başladığını ve Baykal’ın örgüt içerisinde kendine yakın bir çalışma ekibi oluşturduğu görüyoruz.
Kurultaya kısa bir süre kala 8 Mart 1976’da CHP içerisinde “beşler olayı” olarak bilinen hadise patlak verdi. Deniz Baykal, Erol Çevikçe, Adil Ali Cinel, Tankut Akalın ve Haluk Ülman Ecevit’in tartışılmaz liderliğine tepki göstererek merkez yönetim kurulu üyeliği görevlerinden istifa ettiler. 27 Kasım 1976’da yapılan kurultayda Deniz Baykal, Turan Güneş ve Orhan Eyüboğlu’nun Parti Meclisi listeleri arasında bir yarış başlıyor, Ecevit ise tarafsız kalacağını belirtiyordu. Eyüboğlu Ecevitçi olduğunu sık sık belli ederken, Baykal desteğini alt kadrolardan alıyor ve parti yönetimini yeterli düzeyde “solcu” bulmuyordu. Sonuçta muhalefetin aldığı küçümsenmeyecek ölçekte oya rağmen, yeni Parti Meclisi Orhan Eyüboğlu’nun listesinin çoğunluğundan oluşuyor ve Eyüboğlu Genel Sekreter pozisyonunu korumayı biliyordu. Ecevit bu kongrede yarışın parti içerisinde değil, iktidar için yapılmasını istiyor ve “iktidara gelemezsek suç bizimdir” diyerek, iddiasını belli ediyordu (Dağıstanlı, sayfa 76). 1977 seçimleri öncesi büyük bir Anadolu turuna çıkan Ecevit, Başbakan Demirel’in suikast uyarılarına rağmen seçim öncesi finali de Taksim Meydanı’ndaki coşkulu mitingde yapıyordu. “Halk düzeni değiştirmeye karar verdi, dursam beni aşar” diyen Ecevit’in CHP’si, 1977 seçimlerinde tarihinin en yüksek oyunu alıyordu (% 41,4). Aldığı büyük oya rağmen tek başına hükümeti kuramayan CHP’nin azınlık hükümeti teklifi sağ çoğunluk nedeniyle kabul edilmiyor ve ikinci MC hükümeti kuruluyordu. 11 Aralık 1977’deki yerel seçimlerde de 67 il merkezinden 42’sini kazanan CHP gözünü iktidara dikiyor ve AP’li sola sempati duyan milletvekillerini Güneş Motel’de ağırlayarak bakanlık sözü veriyor, CHP’ye geçmeleri için gayret gösteriyordu. Güneş Motel Operasyonu’nda başarı kazanan CHP, gensoru vererek hükümeti düşürüyor ve 5 Ocak 1978’de 17 Ocak’ta meclisten güvenoyu alarak iktidara geliyordu. Cumhuriyetçi Güven Partisi ve bağımsızların da desteğiyle kurulan bu hükümette Hikmet Çetin, Deniz Baykal, Ahmet Taner Kışlalı, Orhan Eyüboğlu gibi isimler de bakanlık alıyorlardı. Dağa taşa yazılan “umudumuz Ecevit” yazısı 1978 yılında 12 Eylül öncesi son bir kez başarı kazanma şansı yakalıyordu. Sosyal demokratlar ilk kez tek başlarına iktidara gelmeyi başarmışlardı. Bakalım iç çatışmanın ve ekonomik sıkıntının doruğa çıktığı 70’lerin sonunda, Ecevit liderliğindeki sosyal demokratlar bu şansı iyi kullanabilecekler miydi?
Ancak 17 Ocak 1979 günü güvenoyu alan sosyal demokrat Ecevit hükümeti maalesef yalnızca bir kaç ay iktidarda kalabilecekti. Ülkenin başına, ekonomik sıkıntıların ve anarşinin doruğa ulaştığı 1979 yılında geçen sosyal demokratlar ne düşündükleri programı uygulamaya koyacak fırsatı bulabiliyor, ne de muhalefetin acımasız suçlamalarına cevap verebiliyordu. 14 Ekim 1979’da kısmi Cumhuriyet Senatosu seçimleri ile birlikte, boşalan beş milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde üstünlüğü uzak ara Adalet Partisi’ne kaptıran CHP’nin lideri Ecevit, sonuçların iyi olmadığını fark ederek 16 Ekim 1979’da istifa ediyordu. Bu şimdiye kadar siyaset sahnesinde alışık olmadığımız türden centilmence bir davranıştı ve 609 gün iktidarda kalan sosyal demokratlar hiç bir projelerini uygulamaya sokamamalarına ve iktidar koltuğunun sıcaklığına rağmen, başarısız kısmi seçim neticeleri sonrası istifa etmeyi yeğliyordu (Dağıstanlı, sayfa 86). Artık gözler yeniden CHP kurultayına çevrilmişti. CHP kurultayla uğraşırken AP de, 12 Eylül’e kadar iktidarda kalacak dışarıdan destekli hükümeti kuruyordu. Kurultayda Ecevit’i en sert şekilde eleştiren Baykal, Ecevit’i “dikensiz gül bahçesi” istemekle suçluyor, partinin “devrim” sözcüğünden korkar hale geldiğinden yakınıyordu. Her şeye rağmen parti içi muhalefet Ecevit’e tam destek veriyor ve CHP lideri güvenoyu alıyordu. Esas rekabet genel yönetim kurulu listesi için olacaktı. Ancak burada da Ecevit’in listesi az bir farkla da olsa muhalefetin listesini geride bırakıyor ve sosyal demokrat harekette Ecevitçilik bir kez daha ağır basıyordu. Zaten artık bir şeyleri değiştirmeye muktedir bir sosyal demokrasinin de devri kapanmak üzereydi. Zira saatler 12 Eylül saat sabaha karşı dördü gösteriyordu.

12 Eylül öncesi Türkiye’deki sosyal demokrat harekete baktığımızda, gerçekten Avrupa normlarında emeğe ve emekçiye sahip çıkan, onların haklarını savunan ancak dış politikada da milli menfaatleri es geçmeyen halkçı ve milli bir sol anlayışı olduğu görülmektedir. Ecevit dış politikada anti-emperyalist düzeyi hayli yüksek bir söylem ve siyaset benimsemiş ve bunu Kıbrıs Barış Harekatı ve AET üyeliğinin Türk ekonomisine vereceği zararlar nedeniyle reddedilmesi gibi konularda göstermiştir. Zaten 12 Eylül’ün gerçekleşmesinin temel sebeplerinden birisi de ABD ve genel olarak Batı ile yaşanan bu zıtlaşmadır diyebiliriz. Ecevit’in günümüzde sıkça eleştiri konusu yapılan AET üyeliğini “siz ortak biz pazar” diyerek reddetmesi davranışı, sanıldığı gibi Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasına engel olmuş bir süreç değildir. Zira o dönemde reddedilen yalnızca Gümrük Birliği’ne denk düşen AET üyeliğidir. 1995 yılında havai fişek gösterileriyle kutlanan Gümrük Birliği üyeliğinin 10 yılı aşkın bir süredir Türk ekonomisine verdiği zarar ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin içerisine girdiği çıkmaz ortadayken, Ecevit’in büyük ekonomik sıkıntılar içerisindeki ülkeyi o yıllarda AET’ye sokmaması ciddi bir eleştiri konusu yapılamaz. 12 Eylül öncesi Türk sosyal demokrasisinin en büyük şanssızlığı ülkenin büyük bir bölünme ve kutuplaşma içerisinde olması ve sosyal demokratların hiç bir projelerini hayata geçirme şanslarının bulunmayışıdır. Zira Ecevit hükümetleri hep krizlerin en yüksek düzeye ulaştığı dönemlerde görev şansı bulmuş ve kısa süreli görevde kalabilmiştir. Körü körüne muhalefetin egemen olduğu 1970’lerin sonlarında, bu bölünmüşlük tablosu içerisinde doğal olarak ne sağ, ne de solun hiç bir siyasal ve ekonomik projesinin gerçekleşme şansı olmamış ve ülke adım adım 12 Eylül’e sürüklenmiştir.

12 Eylül sonrası tüm siyasal partiler kapatılıyor, ıÜüKenan Evren önderliğindeki askeri diktatorya Batı’ya güvence vermekte gecikmiyor ve NATO’ya, İMF’ye, ABD’ye olan bağlılığını hemen darbe ertesinde açıklıyordu (Arcayürek, sayfa 399). ıÜüKenan Evren özellikle yerli ve yabancı burjuvazinin özlemi olan istikrarlı bir kapitalist ekonomik sistemi oluşturmak için, iki temel partinin yer aldığı Amerikan tipi bir demokrasinin kurulması gerektiğine inanıyordu. Bunlardan birisi sözde solu temsil ettiği iddiasıyla ortaya sürülen Necdet Calp’in kurduğu Halkçı Parti iken, diğeri liberal anlayışı temsil edecek olan Milliyetçi Demokrasi Partisi’ydi. Fakat, MGK’nın istemine pek de uygun gelişmeler olmamış ve başka partiler de kurulmuştu. Ancak MGK bu partileri seçimlere sokmamak için, partilerin kurucu üyelerini veto etmişti. Sonuçta seçimlere sadece cuntanın onayladığı MDP, HP ve 24 Ocak kararlarının hazırlayıcısı ve askeri yönetimin Başbakan yardımcısı olan Turgut Özalın ANAPı katıldı ve kazanan TSK’ya olan tepkinin de etkisiyle Özal’ın ANAP’ı oldu. Ardından 24 Ocak kararları parlamenter sistem örtüsü altında ama özünde askeri diktatörlüğün estirdiği baskı havası içerisinde sorunsuz uygulanmaya devam edilmiştir.
Bülent Ecevit ve CHP’li birçok sosyal demokrat 12 Eylül sonrası hapse atılmıştı ve Bülent Ecevit’in CHP mirasını reddederek partiyi yeniden kurma çabalarına icazet vermemesi sosyal demokratların şevkini kırıyordu. Ecevit, “CHP zaten bir burjuva partisiydi ve sosyal demokrat bir parti olamadı, misyonunu tamamladı” diyor ve kendisini ziyarete gelenleri geri gönderiyordu (Dağıstanlı, sayfa 107). Bu nedenle sosyal demokratların bir kısmı Kenan Evren onaylı Halkçı Parti’ye yönelirken, diğer bir grup ise Erdal İnönü’nün liderliğini yapacağı yeni bir parti için arayışlara girişiyordu. Halkçı Parti’ye tepki duyan tüm solcular, “aslan sosyal demokratlar” sloganlarıyla inleyen ilk kurultayda Sosyal Demokrasi Partisi-SODEP’i kuruyor ve Erdal İnönü partinin Genel Başkanı seçiliyordu. Necdet Calp “bizden daha solda bir parti olamaz” demesine karşın HP’nin “muvazaalı parti” olarak anılması nedeniyle tüm sosyal demokratlar SODEP’e yönelmeye başlıyordu. Askeri rejimin vetoları ve yasakları nedeniyle 1983 seçimlerinde Demirel’in kurdurduğu Büyük Türkiye Partisi’ne (sonradan Doğru Yol Partisi olacak) ek olarak SODEP de seçmenle buluşamıyor ve Turgut Özal’ın ANAP’ı askere duyulan tepki nedeniyle bir kısım sosyal demokratların da oyunu alarak yüzde 45,1 oyla iktidara geliyordu (Dağıstanlı, sayfa 123). Halkçı Parti bu seçimlerde yüzde 30,5 oy alırken, Milliyetçi Demokrasi Partisi yalnızca yüzde 23,3 oy alabiliyordu. Artık Türkiye’de tam 9 yıl sürecek ANAP dönemi başlıyordu. “Köprüyü bile satarım” diyenlerin iktidara gelmesi elbette sosyal demokratları da harekete geçiriyordu. 1984 yılındaki yerel seçimlerde ANAP yüzde 41,5 oy alırken, SODEP yüzde 23,4’le ikinci parti oluyor ve yüzde 13,2 oy alan DYP’yi geride bırakıyordu. Asker inisiyatifiyle kurulmuş HP ve MDP ise yüzde 10’u bile bulamıyordu. Görülüyordu ki, halkın artan serbest piyasa baskılarına karşı sosyal demokrat muhalefete büyük bir ilgisi vardı ve bu nedenle şimdi sosyal demokratların birleşme zamanıydı.

Bülent Ecevit’in küskün ve ilgisiz tutumuna karşın Erdal İnönü ve Necdet Calp birleşme konusunda görüşmelere 1984 yılında başlıyor, HP içerisinde Aydın Güven Gürkan’ın başını çektiği grup SODEP ya da Rahşan Ecevit’in kurmaya çalıştığı DSP ile birleşilmesi gerektiğini ifade ediyordu. 1985 tarihinde yapılan HP kongresinde Necdet Calp’i geçerek Genel Başkanlığa seçilen Aydın Güven Gürkan, başkan seçildikten sonra niyetinin DSP ile birleşmek olduğunu belirtiyor ve SODEP’ten çok DSP’ye yakın olduğunu belli ediyordu. Ancak küskün Ecevit HP ile birleşmeye soğuk bakıyor ve bu teklifi reddediyordu. Bu nedenle SODEP’e yönelen Gürkan, uzlaşmacı tavrıyla sol çevrelerde büyük sempati topluyor ve SODEP-HP birleşmesi 1985 yılı 17 Ağustos’unda gerçekleşiyordu. Ancak birleşme sonrası ortaya çıkan “Rahşancılar” olarak anılan grup DSP’nin resmi olarak kurulması sonrası Sosyal Demokrat Halkçı Parti adını alan SHP’den istifa ederek DSP’ye geçiyordu. Birleşme çalışmalarına karşın sosyal demokrat hareket yeniden ikiye bölünmüştü. SHP’nin ilk Genel Başkanı Aydın Güven Gürkan olurken, Haziran 1986’da yapılan birinci olağan kurultayda Aydın Güven Gürkan, Erdal İnönü lehine adaylıktan çekiliyor ve sosyal demokratların büyük bölümü ikinci defa İnönü ismi altında buluşuyorlardı. DSP ve SHP’nin birleşmesine yönelik çalışmalar, Ecevitlerin iki parti arasında hem program, hem de örgütlenme farkları olduğu gerekçesiyle suya düşüyordu. Ecevitler simgesi ak güvercin olan yeni partilerinin kurucu kurultayının yüzde 80’ini işçi, köylü, esnaf ve emekliden oluşturuyor ve Türkiye’ye özgü[1] çağdaş sosyal demokrasiyi (demokratik sol) kendilerinin temsil ettiğini ileri sürüyorlardı. 1986 yılında 10 ilde yapılan genel ara seçimlerde ANAP oyları yüzde 32,2’ye düşerken, DYP % 23,6, SHP % 22,8 ve DSP % 8,5 oyda kalıyordu.

1987 yılında ise Demirel, Ecevit gibi liderlerin siyasa yasakları kalkıyor ve Türkiye yeniden genel seçimler için sandık başına gidiyordu. 1987 seçimleri öncesi SHP ve DSP arasında bir seçim ittifakı yapılması gündeme gelmiştir. Ancak Ecevit’in başlardaki isteksiz tutumu sonrası ittifaka yanaşması SHP’liler tarafından inandırıcı bulunmadı ve sosyal demokrat oylar yine bölünmek durumunda kaldı. Seçimden ANAP yüzde 36,3 oyla birinci parti çıkarken, SHP % 24,8, DYP % 19,1 oy aldı. Yüzde 8,5’ta kalan DSP ise barajı geçemeyerek parlamento dışında kalıyordu. Sosyal demokrat oylar bölünmesine karşın SHP yüksek bir oy oranı yakalamayı başarmıştı. Seçim başarısızlığı üzerine Genel Başkanlıktan istifa eden ve aktif siyaseti bırakan Bülent Ecevit, yerine Necdet Karababa’yı DSP Genel Başkanlığına seçtiriyordu. Ancak Ecevitler Karababa’ya karışmadan duramıyordu ve bu gelişmeler üzerine Karababa bir yıl içerisinde Genel Başkanlıktan istifa etti ve Bülent Ecevit yeniden Genel Başkanlığa seçildi. SHP’de ise zaten siyaset konusunda oldukça isteksiz olan Erdal İnönü her karışıklıkta istifa etmek istiyor ancak partililer tarafından güç bela ikna ediliyordu. Partide grup başkan vekili olan Deniz Baykal ve İnönü arasındaki rekabet de giderek artıyordu. Ancak partililerin çabalarıyla İnönü ve Baykal uzlaşıyor, Baykal Genel Sekreter olurken, Baykalcıların desteğini alan Erdal İnönü de Genel Başkanlık koltuğunu solun popüler isimlerinden eski TRT Genel Müdürü ve gazeteci-yazar İsmail Cem karşısında korumayı başarıyordu. SHP’de kısa sürecek İnönü-Baykal ittifakı başlamıştı.
1989 genel yerel seçimleri sosyal demokratlar açısından önemli bir zafere sahne olmuştu. SHP seçimlerden yüzde 28,7 oyla birinci parti olarak çıkarken, DYP % 25,1, ANAP % 21,8’de kalıyordu. DSP’nin (% 9) ve Refah Partisi’nin (%9,8) bu seçimlerde oylarını arttırması da dikkat çekiyordu. Sosyal demokratlar ülke yönetimine gidecek yolu belediye yönetimlerini kazanarak açmışlardı ancak SHP’li belediye başkanları ardı ardına gelen skandallarla bırakın partinin oyunu arttırmayı, partinin ismini ciddi bir şekilde lekeleyeceklerdi. 1990 yılında yeni oluşturulan belediyeler için yapılan ek seçimlerde SHP oyu yüzde 12’ye iniyor ancak beklenmedik bir şekilde DSP % 31,2 oy almayı başarıyordu. SHP bu gelişmeler üzerine Türkiye’de daha önce uygulanmamış çağdaş bir çalışmayı gündeme getiriyor ve parti içerisinde “gölge kabine” kuruluyordu. Gölge kabine vasıtasıyla partinin muhalefet etkinliklerine ciddi bir boyut getiriliyordu. İstemihan Talay, Hikmet Çetin, İsmail Cem, Fikri Sağlar gibi tanınmış sosyal demokratlar da bu gölge kabinede yer alıyorlardı. Gölge kabine çalışmaları tüm iyi niyetine karşın, medyatik olmaktan ziyade bir işlev yapamadı ve kısa sürede bu çalışma durduruldu. 1990 yılındaki bir diğer önemli gelişme SHP’nin muhalefetine karşın Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığına seçilmesiydi. Özal Cumhurbaşkanı olmuş ancak ANAP onun yokluğunda oldukça zayıflamıştı. 1991 yılına girilirken yerel seçimler başarısızlığına rağmen iktidarını koruyan ANAP’a karşı SHP ve DYP iş birliğine gidiyor ve ortak bildiriler yayınlıyorlardı. Ancak Demirel’le iş birliği yapılması sosyal demokrat tabanda büyük tepki çekiyordu. SHP’yi bu dönemde karıştıran bir diğer gelişme Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın eşi Danielle Mitterand’ın düzenlediği Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün yapacağı toplantıydı. Bayan Mitterand’ın siyasal bir amacı olmadığını ifade etmesine karşın medya ve halktan gelebilecek tepkiler nedeniyle konferansa hiç bir SHP’linin katılmaması gerektiği kararını alan İnönü, buna rağmen DEP kökenli SHP’li Kürt milletvekillerinden 7’sinin bu konferansa katılması sonrası medya ve diğer partiler tarafından topa tutuluyordu. Bu 7 milletvekili ve onları destekleyenler partiden ihraç edilirken, bu isimler Halkın Emek Partisi (HEP) çatısı altında birleşiyorlardı. Ancak bu olaylar özellikle Güney Doğu bölgelerinde SHP’nin Kürtleri dışlayan bir parti olarak algılanmasına yol açıyordu. Bu fikrin yanlışlığını ispat etmek istercesine 1990 yılında SHP’nin hazırladığı “Güney Doğu Raporu”, Türkiye’de Kürt sorununun kabul edilmesi ve çözüm önerilerinin ortaya konulması açısından bir milattı. Ancak bu rapor tüm iyi niyetine karşın SHP’nin ve solun PKK terörü nedeniyle öfkeli halktan büyük tepki çekmesine neden oluyordu. Sosyal demokratlar yine kimseye yaranamıyordu.
SHP de sorunlar sadece bununla sınırlı değildi. Parti içerisindeki liderlik yarışı da kızışmıştı. Genel Sekreter Deniz Baykal partide kendinden habersiz kuş uçurtmuyor ve liderliğe hazırlanıyordu. 10 Eylül 1990’da Deniz Baykal ve Baykalcı MYK üyeleri görevlerinden topluca istifa ettiler. İnönü ise Baykal’a hazırlanması için şans vermek istemiyor, “29 Eylül’de karşıma çık” diyordu. İnönü; partinin kurucu kadrosu ve yenilikçiler olarak anılan Ertuğrul Günay ekibinin desteğini almasına karşın, Baykalcılar da boş durmuyor ve İsmail Cem’i kendi saflarına çekiyorlardı. Ancak Baykal tüm çabalarına karşın İnönü’ye karşı seçimi 99 oyla kaybediyordu. Baykal’ın Genel Sekreterlik koltuğuna Hikmet Çetin geçiyor ve Parti Meclisi Baykalcılardan arınmış bir şekilde hazırlanıyordu. Bu yenilgi sonrası Baykal ekibi bir duraklama sürecine girerken, yine de boş durmuyor ve “Yeni Sol” kavramı üzerinde duruyorlardı. İsmail Cem de Baykal’la beraber teorik makaleler kaleme alarak yeni solun kitabını yazıyordu. Kurultaya gidilirken Baykal yeniden çalışmalara başlamış ve bu sefer İnönü’yü geçmekte kararlı gözüküyordu. Ancak İnönü Baykal’ı yine az bir farkla da olsa geçiyor ve Genel Başkanlığını koruyordu. Baykalcı isimler yeniden Parti Meclisine girmeyi başarıyor ancak Baykal bir türlü Genel Başkanlığa gelemiyordu. Genel seçimlere yaklaşılırken SHP’nin HEP ile seçim ittifakına gitmesi eleştiri konusu oluyor, SHP yalnızca Kürt ve Alevilerin partisi olmakla suçlanıyordu.1991 genel seçimlerinden DYP yüzde 27 oyla birinci parti çıkarken, ANAP % 24, SHP % 20,8, RP % 16,9 ve DSP % 10,8 oy alabiliyordu. İnönü ve Demirel koalisyon konusunda uzlaşırken, meclis yemin töreninde İnönü’nün olay çıkarmamaları konusunda söz aldığı HEP’liler sözlerini tutmayarak milletvekili yeminini değiştiriyor ve Kürtçe slogan atıyorlardı. Bu olay SHP’ye büyük zarar veriyor ve İnönü, Leyla Zana ve Hatip Dicle’yi istifaya zorluyordu. Yine de DYP-SHP koalisyonu kuruluyor ve bir çok konuda (YÖK’ün kaldırılması, Cumhurbaşkanını halkın seçmesi, seçmen yaşının 18’e indirilmesi) uzlaşarak, iddialı projelerle iktidara geliyorlardı.
Koalisyon ortağı SHP, 1991 yılında yeniden kurultaya gidiyor ve nihayet Baykal’ın bitmek bilmez Genel Başkanlık hevesi bu son yenilgiyle bir süreliğine de olsa ortadan kayboluyordu. İnönü Baykal’ı üçüncü kez yenmeyi bilmişti. SHP iktidarda olmasına karşın 1990’ların ilk yarısı solcu ve Kemalist aydınlara yönelik saldırıların arttığı, gericiliğin hortladığı yıllar olarak karşımıza çıkıyordu. Bu durumdan da iktidar ortağı SHP büyük yara alıyordu. Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin üstünden altı ay geçmeden Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’ta bulunan aydınlara saldıran gözü dönmüş katiller 37 kişinin ölümüne yol açıyordu. Sivas Katliamı sonrası Erdal İnönü’nün bu olayları yatıştırmak ve müdahale etmekteki pasif tavrı büyük eleştiri konusu yapılıyor, İnönü ise “yetkim yoktu ki kullanayım” diyerek kendini savunuyordu. Cenaze töreni gericilerden çok İnönü’yü protesto gösterisine dönüşüyor ve büyük kalabalık “mollalar vurdu, İnönü uyudu” sloganları atıyordu (Dağıstanlı, sayfa 218). Bu dönemde ayrıca Turgut Özal’ın ölümü üzerine Süleyman Demirel SHP’nin de desteğiyle Cumhurbaşkanı seçiliyor ve Tansu Çiller DYP Genel Başkanı oluyordu. Ancak sosyal demokratları esas yıkan olay İSKİ skandalı olacaktı. İSKİ genel müdür Ergun Göknel’in 21 yıllık eşi Nurdan Erbuğ’dan boşanarak, genç sevgilisi Feray Karver ile nişanlandığı haberlerinin ortaya çıkmasıyla patlayan İSKİ skandalı, SHP’yi eritmiş, bitirmiş, tüketmişti ve 1995 genel seçimleri kapıdaydı.
1995 seçimlerine gelmeden önce Türk siyasal hayatında yaşanan çok önemli bir gelişme, 12 Eylül yasaklarının kalkmasıyla beraber Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeniden kurulmasıydı. Erol Tuncer, Altan Öymen, Celal Doğan, Orhan Vural gibi isimlerin yer aldığı CHP Genel Yönetim Kurulu partinin yeniden kurulması için gerekli tüm çalışmaları yapmış ve açıklamalarında solda üçüncü bir parti olmaktan çok, solu birleştirecek bir parti kurduklarının altını çizmişlerdi. Partinin kurucuları birleşme konusunda Ecevit ve İnönü ile görüşmeler yapıyor ancak Ecevit’ten olumlu yanıt alamıyorlardı. Erdal İnönü de CHP’nin SHP’ye katılması ve SHP’nin adının CHP olarak değiştirilmesi fikrini ortaya atıyordu. Partinin ilk kurultayında SHP’de İnönü karşısında aldığı üst üste yenilgiler sonrası ekibiyle beraber CHP’ye geçen Deniz Baykal, Erol Tuncer’i büyük bir farkla geçerek Genel Başkan seçiliyordu. Baykal artık Atatürk, İnönü ve Ecevit’ten sonra CHP’nin dördüncü Genel Başkanıydı. SHP’den ayrılan milletvekilleriyle beraber CHP 20 milletvekili ve mecliste parti grubu bulunan gözde bir parti haline geliyordu. Baykal’ın stratejisi belliydi; SHP ve DSP’yi kendi liderliğinde CHP çatısı altında birleşmeye zorlamak. Bu dönemde Genel Sekreterlik görevinde de Ertuğrul Günay bulunuyordu. SHP’de 11-12 Eylül’de yapılan 4. olağan kurultayda ise Sivas katliamı sonrası kendisine yönelen eleştireler nedeniyle siyasete küsen ve politik hayatına veda edeceğini önceden açıklayan Erdal İnönü’nün Genel Başkanlığı için Aydın Güven Gürkan ve Murat Karayalçın yarışıyor ve İnönü’nün desteklediği Karakayalçın SHP’nin yeni Genel Başkanı oluyordu. Demirel-Çiller ikilisiyle başlayan DYP-SHP hükümeti Demirel’in Cumhurbaşkanı olması ve İnönü’nün siyasete veda etmesi sonrası, Tansu Çiller-Murat Karayalçın ikilisiyle devam ediyordu.
SHP-CHP birleşme görüşmeleri son sürat devam ederken, 1994 yerel seçimleri yeni Genel Başkanlar Murat Karayalçın ve Deniz Baykal’ın ilk ciddi sınavları oluyor ancak her ikisi de seçimden bekledikleri neticelerle çıkamıyordu. İstanbul’da yükselen Refah Partisi ve Tayyip Erdoğan ismine karşı ortay aday çıkarma önerilerini geri çeviren SHP Zülfü Livaneli’yi, CHP ise Ertuğrul Günay’ı aday gösteriyordu. Ankara’da da solun üç adayına ve bölünmüş oylarına karşı Melih Gökçek isminin şansı artıyordu. Sonuçta DYP % 21,4, ANAP % 21, RP % 19,1, SHP % 13,6, DSP % 8,8 ve CHP % 4,6 oyda kalıyordu (Fatih Dağıstanlı, “Sosyal Demokratlar”, sayfa 260-261). Görülüyordu ki solda birliğin olmaması nedeniyle Siyasal İslam’ın da önü açılmış oluyordu. 1994 sonbaharında artık solda birleşme kaçınılmazdı. Ancak bu birleşmeye muhalefet eden ve DSP ile birleşmeyi öneren Ertuğrul Günay Genel Sekreterlikten ve partisinden istifa ediyordu. DSP’ye geçen Günay’ın bu partinin tabanında büyük ilgi toplaması burada da ömrünün uzun sürmemesine neden olacaktı. Uzun süren görüşmeler ve temaslar meyvesini vermiş ve Şubat 1995’te birleşme gerçekleşmişti. Karayalçın ve Baykal’ın desteklediği Hikmet Çetin CHP çatısı altında birleşen sosyal demokratların yeni lideri oluyordu. Böylece sosyal demokrat oyların bölünmüşlüğü bir nebze olsun azalacaktı. Adnan Keskin de CHP’nin Genel Sekreterlik görevini Hasan Fehmi Güneş’e karşı korumasını biliyordu. Yeni CHP; DYP ile koalisyona devam etmeyi uygun görüyor, güç bela ikna edilen Erdal İnönü Dış İşleri Bakanı oluyordu. Ancak parti içi çekişmeler neticesinde kavgalar artınca ve bütünleşme tabanda sağlanamayınca çok geçmeden parti yeniden kurultaya gidiyor ve Deniz Baykal Murat Karayalçın’ı geçerek, kısa bir Hikmet Çetin döneminden sonra yeniden CHP’nin Genel Başkanı oluyordu. Göreve gelir gelmez “işçinin yanındayız” mesajları vermeye başlayan ve Başbakan Tansu Çiller’in uygun gördüğü neo-liberal reform programlarını reddeden Deniz Baykal, adı bir çok skandala karışmış İstanbul emniyet müdürü Necdet Menzir’in görevden alınması konusunda da Çiller’i köşeye sıkıştırıyor ve istediklerini almayı biliyordu. Baykal’ın baskıları neticesinde Türk-İş toplusözleşmeleri sorunu çözülüyor ve Menzir görevden alınıyordu. Baykal bu başarıları anlatarak kısa sürede “neler yaptığımızı gördünüz, bunlar CHP iktidarının fragmanlarıdır” diyordu (Dağıstanlı, sayfa 320). Artık 24 Aralık 1995 tarihinde yapılacak genel seçimler de hızla yaklaşıyordu. CHP’nin; önce SHP, sonra CHP adıyla 4 farklı Genel Başkanın görev aldığı koalisyon ortaklığı dönemi sona geliyordu ve Baykal’ın toplusözleşme kazanımları dışında sol adına başarılabilmiş somut bir şey yoktu. Üstelik Gümrük Birliği’ne girilmesi ülkede başarıymış gibi kutlanılmasına karşın reel ekonomiye yansıması tam bir felaketti. Sivas katliamındaki İnönü’nün pasif tavrı ve İSKİ skandalı nedeniyle de CHP’ye olan tepki büyüyordu ve bu sandıkta da görülecekti.
Seçimler öncesi Baykal son bir umutla Ecevit’e seçim iş birliği için başvuruyor ancak ret cevabı alıyordu. “Yeni Sol” ve “Deniz Blair”[2] sloganlarıyla seçime giren yeni CHP ancak yüzde 10,7 oy alabiliyor ve 49 milletvekili çıkarabiliyordu. DSP ise ufak ufak attığı başarılı adımlar neticesinde oyunu yüzde 14,6’ya çıkararak mecliste 76 koltuk kazanıyordu. Seçimden birinci çıkan parti ise % 21,4 oyla Refah Partisi idi. Refah Partisi’ni % 19,6 ile Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı, % 19,2 ile de Tansu Çiller’in DYP’si izliyordu. Seçim öncesi de çok iyi ilişkileri bulunan ANAP ve DSP’nin anlaşmaları neticesinde DSP dışarıdan destek vereceğini ilan edince ülkede ANAP-DYP koalisyonu (ANAYOL) kuruluyordu. Sosyal demokratlar yine iktidar ortağı dahi değillerdi. Zaten bu koalisyon da fazla yaşamayacak ve ülkeyi büyük bir krize taşıyacak Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyonu (Refahyol) hükümeti çok yakında kurulacaktı.

Türkiye’yi 28 Şubat sürecine kadar götüren Refahyol iktidarına karşı geliştirdiği etkin muhalefet bu dönemde CHP ve Deniz Baykal’ın yıldızını parlatıyordu. Ancak CHP içerisinde SHP ve CHP kökenliler arasındaki tartışma bitmek bilmiyordu. DSP’de ise Ecevit’e yönelik muhalefetin sesi kesilmek isteniyor ve birçok önemli isim partiden ihraç ediliyordu. Ayrıca DSP grup başkan vekili Mümtaz Soysal, Bülent ve Rahşan Ecevit’e yönelik sert eleştirel açıklamaları nedeniyle istifaya zorlanıyor ve yerine Hikmet Uluğbay geçiyordu. Soysal Temmuz 1998’de de partisini ve Bülent Ecevit’i topa tutarak istifa edecekti. Soysal istifasına gerekçe olarak DSP’nin ilkelerine hiç bağdaşmayan Özalcı neo-liberal ekonomi politikaları benimsemesini, “inançlara saygılı laiklik” adı altında bir cemaatle yakın ilişkiler geliştirmesini, partinin tek elden otoriter bir şekilde yönetilmesini ve partinin Cumhuriyet karşıtı güçlere karşı sesini yeterince aktif bir şekilde çıkaramamasını gösterecekti (Dağıstanlı, sayfa 338). 28 Şubat sonrası yaşanan kriz ortamından çıkmak için görev üstlenmeye talip olduğunu belirten Ecevit’in temasları neticesinde ANAP, DSP ve DTP tarafından hükümet kuruluyor ve DSP ilk kez iktidara ortak oluyordu. Mesut Yılmaz Başbakan olurken, Bülent Ecevit ve İsmet Sezgin de Başbakan yardımcısı oluyorlardı. Bir onarım hükümeti olması beklenen ANASOL-D Mesut Yılmaz’ın askere yönelik sert açıklamaları sonrası tartışmalara konu oluyor ve Mesut Yılmaz geri adım atmak zorunda kalıyordu. Her şeye rağmen Anasol-D hükümeti döneminde işler kötü gitmiyor ve halk yeni bir karışıklık istemiyordu. Ancak Baykal’ın planları farklıydı...
28 Şubat sürecinde halktan büyük ilgi gören Baykal CHP’si, bu desteğe güvenerek ve tek başına iktidara gelme hırsına kapılarak işlerin aslında hiç de fena gitmediği Anasol-D hükümetini düşürmek için çalışmalara başladı. Baykal bir sonraki seçimlere dair isteklerini kabul ettirmek adına Başbakan Yılmaz’ı hükümetten desteğini çekmekle tehdit ediyordu. Baykal’ın talepleri arasında seçimlerin en geç Nisan 1999’da yapılması, Başbakan Mesut Yılmaz’ın en geç 1998 yılı sonunda istifa ederek, seçimlere yeni bir seçim hükümetiyle gidilmesi gibi istekler vardı. Sonuçta Baykal’ın istediği oluyor ve sorunsuz giden Anasol-D hükümeti görevden ayrılıyor onun yerine birlikte yapılacak genel ve yerel seçimlere kadar ülkeyi götürecek Bülent Ecevit’in azınlık hükümeti kuruluyordu. Kendi partilerinin kongrelerinde karşılarına rakip dahi çıkmayan tartışılmaz liderler Ecevit ve Baykal seçimlere doğru gidilirken Fethullah Gülen konusunda çok şiddetli bir tartışmaya girişiyorlardı. Ecevit için “bir ayağı tarikatta, bir ayağı laiklikte” diyen Baykal’a DSP’lilerin sert cevabı gecikmiyordu (Dağıstanlı, sayfa 356). Ecevit’e göre de Fethullah Gülen laiklik için bir tehdit olmaktan çıkmış, aksine demokrasiyi ve özgürlükleri savunan yurtsever bir isimdi. Seçime hızla yaklaşılırken belki uzun süren pazarlıklar, belki de talihin gülmesi sonucu Ecevit’in azınlık hükümeti baştayken daha önce Roma’da tutuklanmasına karşın Türkiye’ye gönderilmeyen Abdullah Öcalan, Amerikan gizli servisi CIA ile Türk gizli servisi MİT ortaklığında gerçekleşen bir operasyonla 16 Şubat 1999’da Kenya’da yakalanıyor ve derhal Türkiye’ye getiriliyordu. Bu Ecevitler için büyük bir oy artışı ve belki de son bir iktidar şansı demekti. Bu ortamda yapılan 18 Nisan 1999 seçimlerinde DSP son gelişen olayların da etkisiyle % 22,2 oy alarak birinci parti oluyor ve 136 milletvekili çıkarıyordu. Baykal CHP’si ise, aldığı % 8,72 oyla Cumhuriyet tarihinde ilk kez Meclis dışında kalıyordu. MHP bu seçimde aldığı %17.98 oyla yeni Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile büyük bir çıkış gerçekleştiriyor, Fazilet Partisi %15.39, ANAP %13.22 ve DYP %12.03 oyda kalıyordu. Yapılan pazarlıklar sonucu Rahşan Ecevit’in “içime sindiremiyorum” açıklamalarına rağmen DSP-MHP-ANAP koalisyonu kuruluyor ve Bülent Ecevit yeniden Başbakan oluyordu.
ıÜüSosyal demokratların bir kolu iktidara gelirken, diğer kol CHP’de seçim yenilgisi sonrası büyük bir sarsıntı yaşanıyor ve Deniz Baykal, 22 Nisan 1999’da Genel Başkanlıktan istifa ediyordu. Parti Meclisi, Cevdet Selvi’yi Genel Başkan vekilliğine getirerek, olağanüstü kurultay kararı aldı. ıÜü22 Mayıs 1999’daki kurultaya ıÜü5 adayla (ıÜüAltan Öymen, Hasan Fehmi Güneş, Murat Karayalçın, Ertuğrul Günay, Hurşit Güneş) gidiliyor ancak son turda Altan Öymen ve ıÜüHasan Fehmi Güneş arasındaki rekabeti kazanan Öymen CHP’nin yeni Genel Başkanı oluyordu. Ancak Öymen’in Genel Başkanlığı fazla uzun sürmeyecek ve parti teşkilatında çok güçlü olan Deniz Baykal yakında yeniden parti Genel Başkanlığına dönecekti. DSP’de de sular hiç durulmuyor; 99 seçimleriyle birlikte Ecevit bir kez daha iktidar olma şansı yakalıyor ancak üst üste gelen deprem ve ekonomik kriz felaketleri sonrası Kemal Derviş’li İMF kaynaklı ekonomi programıyla sosyal demokrat kimliğini yeni milenyuma ne ölçüde taşıyabildiği konusunda kuşku uyandıran ve halktan büyük tepki çeken politikalar benimsiyordu. Ancak bu dönemde İsmail Cem’in dış politikada kazandığı bazı zaferler (Suriye ile Adana Anlaşması, Yunanistan’la geliştirilen dostane ilişkiler ve Türkiye’nin 1999 Helsinki Zirvesi’nde AB’ye tam üyelik adayı kabul edilmesi) sosyal demokratları teselli ediyordu. Zaten ufukta bir 2001 ekonomik krizi vardı ki, ülkede tozu dumana katacak ve sosyal demokratları bir kez daha alaşağı edecekti.

1999 seçimlerinde kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde yaşanan en önemli gelişmelerden biri Meclis’teki yemin törenine başörtüsü ile gelen Fazilet Partisi milletvekili Merve Kavakçı idi. Başbakan Bülent Ecevit’in sinirden saçlarının diken diken olduğu konuşmada söylediği “Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz” sözleri tarihe geçiyordu. Daha sonra Amerikan vatandaşı olduğu ortaya çıkan Merve Kavakçı’nın bu hareketi tüm siyasal otoritelere göre kasıtlı ve rejimi sarsmaya yönelik provokatif bir eylemdi. Ayrıca yeni hükümet başında sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir parti ve lider olmasına karşın 1999 yılında İMF ile enflasyonu düşürmek için bir stabilizasyon programının gerekliliği konusunda uzlaşıyordu. Uygulanan bu yeni İMF programına göre ıÜüMerkez Bankası bundan böyle bankalararası faizlere müdahale etmeyecek; bunun piyasa tarafından belirlenmesini sağlayacaktı. O zamana kadar aktif bir para politikası ve kur rejimi sürdüren Merkez Bankası, düzenli olarak Türk lirasını enflasyon oranında devalüe ediyor, faizleri de bu değişime göre ayarlıyordu. İkinci önemli değişiklik ise kur rejiminde yapılmıştı. Buna göre kur, euro ve doların eşit ağırlıkta olacağı bir sepete göre ayarlanacak ve yıl sonunda bu kur %20 değer kaybedecekti. Bu dönemde Hikmet Uluğbay’ın intihar girişimi de medyada uzun süre konuşulmuştu. Sonuç itibariyle yapılan bu reformlarla da desteklenen, Türkiye’nin giderek müstemlekeye dönüşmesine yol açan ekonomik yapısı, en ufak bir siyasi kriz anında yabancı sıcak paranın ülke dışına çıkarılmasıyla ekonomik çöküntülere fazlasıyla açıktı. Bülent Ecevit’in sağlık sorunları, Kıbrıs sorunu, sözde Ermeni soykırımı yasa tasarıları, Merve Kavakçı, PKK derken zaten kırılgan olan ekonomik yapı, 21 Şubat 2001 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Başbakan Bülent Ecevit ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer arasındaki gerginliğin Ecevit’in açıklamaları nedeniyle basına yansımasıyla çöküşe girdi. Siyasal tarihimize “Kara Çarşamba” olarak giren bu olay neticesinde dalgalı kur sistemine geçilirken, Amerika’dan özel olarak getirtilen ekonomi profesörü Kemal Derviş de, uygulanacak yeni İMF planı doğrultusunda aynı 200 yıl önce büyük büyük dedesi Halil Hamid Paşa’nın göreve geldiği gibi bir kurtarıcı edasıyla ekonomi bakanı olarak kabineye giriyordu.
Derviş’in göreve getirilmesi sonrası Hazine, Merkez Bankası, BDDK, Sermaye Piyasası Kurulu, Halk ve Ziraat Bankaları ile Türkiye Kalkınma Bankası Derviş’in sorumluluğuna verildi. Görüldüğü gibi Derviş’in yetkileri son derece fazla ve beklentiler de aynı ölçüde büyüktü. Kemal Derviş göreve başladıktan kısa bir süre sonra herkesin beklediği Türkiye’nin güçlü ekonomiye geçiş programını açıkladı. Dalgalı kura devam edilecek, faizler enflasyon hedeflemesi ışığında hareket edecekti. Tütün Kanunu, Devlet İhale Kanunu, Borçlanma Kanunu, Şeker Kanunu, Doğalgaz Kanunu, Telekom Kanunu, Sivil Havacılık Kanunu, İş Güvencesi Kanunu ve Ekonomik ve Sosyal Konsey Kanunu gibi ilgili konularda yeni düzenlemeler ve liberalleşme öngören yasalar programın en ilgi çekici yanlarıydı. Kemal Derviş işe başlar başlamaz Türk Telekom’un özelleştirilmesi ve neo-liberal ekonomik politikaların uygulanması için harekete geçti. Başbakan Bülent Ecevit’in sağlık sorunlarının da etkisiyle koalisyon hükümetinde iplerin Hüsamettin Özkan’ın elinde olduğu bu dönemde DSP, sosyal demokrat bir partiden beklenmeyecek yasalar geçirmekte sakınca görmemişti. O dönemde MHP’li olduğu için basında ve sol çevrelerde büyük tepki gören özelleştirme karşıtı bakan Enis Öksüz, Kemal Derviş’le yaşadığı sert polemik sonrası Başbakan Bülent Ecevit’in isteği üzerine MHP lideri Devlet Bahçeli tarafından görevden alınıyordu. Ayrıca Rahşan Ecevit’in “içime sindiremiyorum” açıklamalarıyla başlayan DSP-MHP arasındaki gerginlik, MHP’li vekil Ali Güngör’ün Başbakan Ecevit’i eleştiren konuşması sonrası doruğa çıkmıştır. Ancak MHP Genel Başkanı ve Başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli’nin uzlaşmacı tutumu nedeniyle koalisyon bir süre daha yaşamayı başarmıştır.
Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, 12 Eylül sonrası empoze edilen rejimin neo-liberal politikalara tamamen ayak uydurmaya yönlendirildiği bu dönemde maalesef ki iktidarda bir sosyal demokrat parti vardı. Ayrıca bu dönemde yaşanan bir diğer önemli gelişme Türkiye’nin Avrupa Birliği aday adayı statüsünden kurtularak aday ülke konumuna yükselmesi ve Kıbrıs’ın AB üyeliği için bir ön koşul olmayacağının Avrupalı siyasi otoriteler tarafından ilan edilmesiydi. Ecevit belki de ulusalcı duruşunu koruyabildiği tek konu olan Avrupa Birliği meselesinde taviz vermeden de ilerleme yapılabileceğini Dış İşleri Bakanı İsmail Cem’in çabalarıyla ispat ediyordu. Ayrıca Avrupa Birliği reform paketleri meclisten geçirilerek Türkiye’nin demokratikleştirilmesi konusunda çok önemli adımlar atılıyordu. Ancak dış politika ve demokratikleşmede atılan bu önemli adımlara karşın 2001 krizinin etkileri nedeniyle oldukça huzursuz olan halk ve bunu fırsat bilen muhalefet hükümeti seçime zorluyordu. Bülent Ecevit’in sağlık sorunlarının üst seviyeye çıktığı, Ecevit’in hafıza, konuşma ve yürüme problemleri nedeniyle ülkenin sağlıklı olarak idare edilemediği ve medyada Ecevit’e karşı Fikret Bila’nın “sivil darbe” olarak nitelendirdiği bir kampanyanın başlatıldığı bu dönemde DSP’de Ecevit’e karşı bir anlamda isyan bayrağı açan Kemal Derviş, Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem üçlüsü “troyka hareketi” olarak yeni bir partinin kurulması için çalışmalara başlıyorlardı. Ancak kurulan Yeni Türkiye Partisi (YTP) Kemal Derviş’in CHP’ye katılmasıyla anlamını tamamen kaybedecek ve 2002 seçimlerinde yalnızca yüzde 1,5 oy alarak, başarısız olacaktır. Bu dönemde medyada yükselmeye başlayan bir diğer isim ise Recep Tayyip Erdoğan’dır. Okuduğu bir şiir nedeniyle hapis yatması sonucu kazandığı, halkımızın pek sevdiği mağdur imajı, belediyecilikteki başarısı ve Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek yaptığı başarılı görüşmelere neticesinde 2002 seçimlerine gidilirken kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi, iş çevrelerinden ve mutedil halktan büyük ilgi görüyordu.
3 Kasım 2002 tarihinde yapılan milletvekili Genel Seçimleri beklenildiği Adalet ve Kalkınma Partisi’nin zaferi ile sonuçlandı. AKP, seçimlerden % 34,28 oy oranı ve 363 milletvekili ile çıktı ve tek başına iktidar oldu. AKP’nin bir diğer önemli özelliği Cumhuriyet tarihinde hakkında açılan kapatma davası sürerken ve Başbakan adayı belli değilken iktidarı kazanan ilk parti olmasıdır. ıÜü1999 seçimlerinde meclis dışı kalan Cumhuriyet Halk Partisi, bu kez % 19,39 oy oranı ile 178 milletvekili çıkardı ve ana muhalefet partisi oldu. Kemal Derviş, Zülfü Livaneli, Yaşar Nuri Öztürk gibi popüler isimlerin katkısı ve Siyasal İslam geçmişi bulunan politikacıların kurduğu AKP’nin halkın bir bölümünde yarattığı korku ve rahatsızlık nedeniyle, CHP oyunu önemli ölçüde arttırmış ve Deniz Baykal yerini sağlamlaştırmıştı. 58. hükümet Abdullah Gül’ün Başbakanlığında kuruldu. Ancak ıÜü3 Kasım Seçimlerine cezası nedeniyle katılamamış olan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 9 Mart 2003 Siirt Milletvekili Yenileme Seçimi’nde, Parlamento’ya girdi ve 11 Mart 2003’te Başbakan olarak 59. hükümeti kurdu. Bundan sonrası bildiğiniz gibi AKP hükümetin anayasal kurumlar ve Cumhuriyet rejimiyle yaşadığı sıkıntılar ve bir yandan gerçekleştirilen AB reformları ve dış politikada verilen tavizler ile sürdü. Bu süreçte Bülent Ecevit ve İsmail Cem gibi çok değerli ve önemli sosyal demokratların vefatı ile sarsılan sol, yine de AKP karşıtı ulusalcı söylemin güçlenmesiyle yeniden iktidar hedefine yönelmiş gibi gözüküyordu. Ama ne yazık ki 22 Temmuz 2007 seçimlerinde alınan ağır yenilgi, sosyal demokratları derinden sarsıyor ve AKP’nin bu denli güçlü bir şekilde yeniden iktidara gelmesi, siyasal İslamcılık ve Kürt ayrılıkçılığının hızla güçlenmesi Türk solunda çok ciddi endişelere neden oluyordu. Bu yazıda şimdi bu güncel konulara detaylı girmek yerine 12 Eylül sonrası Türkiye’de sosyal demokrat hareketin genel yapısı üzerinde biraz konuşmak istiyorum.
12 Eylül’de solu silip süpüren askeri yönetim bir daha sosyalizm tehlikesiyle karşılaşmamak adına devletin ideolojik aygıtlarını Türk-İslam sentezi çizgisinde yeniden yapılandırıyor ve İmam Hatip Liseleri’nin, cemaatlerin önünü açıyordu. Bunun neticesinde Siyasal İslam’ın ve tarikatların güçlendirilmesi gayet planlı bir hareketti. Ancak beklenmeyen şey bu gidişatın merkez sağ geleneğinden çıkarak devrimci İslami bir harekete dönüşmesiydi. Siyasal İslam’ın Refah Partisi döneminden başlayarak beklenenden daha ciddi bir tehlike haline gelmesi TSK’yı daha sonra 28 Şubat sürecine kadar sürükleyecekti. Siyasal İslam’ın bu beklenmedik yükselişi sosyal demokrat hareketi de doğal olarak etkileyecekti. 12 Eylül sonrası Türk sosyal demokrasisi, ne yazık ki 1970’lerdeki devrimci ve emek yanlısı özelliğini kaybederek tamamen küresel ekonomik sistemle barışık, liberal bir anlayışa bürünmüştür. Toplu iş sözleşmeleri ve demokratikleşme konusunda atılan adımlar sembolik zaferlerden öteye geçemezken, işçinin-köylünün hakkı uygulanan İMF programları nedeniyle yeterli düzeyde savunulamamıştır. Siyasal İslam’ın ciddi bir tehlike haline gelmesinden sonra DSP ve CHP gibi sosyal demokrat partiler emekçilerin hakkını savunmaktan önce Cumhuriyet’i savunmak düşüncesiyle özellikle laiklik ve yargının bağımsızlığı gibi konularda Milli Görüş’çü partilere karşı mücadele etmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin laik yapısının korunması konusunda sosyal demokrat partilerin gösterdiği mücadele kanımca küçümsenmemelidir. Zira korku ve paranoya yaratan mekanizmalar oluşturmakla suçlanan sosyal demokratlar, bu ülkede iktidardayken Sivas Katliamı’na, muhalefetteyken Refahyol iktidarına tanık olmuşlardır ve bu nedenle tehlikenin farkındadırlar. 12 Eylül sonrası başlarda üçe bölünen sosyal demokrat hareket daha sonra DSP ve CHP olarak iki ana merkezde devam etmiştir. Ayrıca “Kürt sorunu”nun gündeme getirilmesi ve çözülmesi konusunda da ilk ciddi adımı atanlar sosyal demokratlar olmuşlardır. Ancak HEP’li milletvekillerinin TBMM yemin töreninde olay çıkarmaları nedeniyle sosyal demokratlar “vatan haini” olmakla suçlanmış ve güç kaybetmişlerdir.
12 Eylül sonrası Türk sosyal demokrasisin başlıca sorunu aslında tüm dünyada solun temel sorunu olan serbest piyasa ekonomisi ve küresel ekonomik sisteme karşı mücadele edememedir. Bu nedenle Avrupa’da kimlik politikalarına yönelen sosyal demokrat partiler Türkiye’de bu yanlış gidişata tam anlamıyla katılmamıştır. Türkiye’de sosyal demokrat hareket sınıfsal mücadeleyi zayıflatan kimlik politikalarından ziyade, Siyasal İslam’la ve emperyalizme karşı geliştirdiği duruş ile dikkat çekmiştir. Ancak bu yolda da yapıcı, ciddi bir muhalefet geliştirilememiş ve sağ oylar ülkede giderek artmıştır. 12 Eylül sonrası sosyal demokrat partiler hizipçilik ve sık sık düzenlenen kongreler, başkanlık seçimleri nedeniyle kendi içlerinde toparlanıp, güçlü bir iktidar arayışına girişememişlerdir. Kemal Derviş gibi tamamen neo-liberal ekonomi yanlısı bir kimsenin CHP’de yer alması sosyal demokratların çaresizliğini ve Altı Ok’un sonunu gösterir niteliktedir. DSP ve CHP arasındaki birleşme arayışları da aslında bu iki partinin büyük farklılıkları bulunmamasına karşın kişisel hırs ve sorunlar nedeniyle bir türlü gerçekleşmemektedir. Bugün hala solda ittifak arayışları sürmekte ancak bir sonuç elde edilememektedir. Sosyal demokrat partilerin aslında yapması gerekenler 1970’lerin tecrübesi sayesinde gayet açıktır. Emekçi kitleler ve sendikalarla bağlar güçlendirilmeli, dış politikada ulusalcı anti-emperyalist bir duruş sergilenmelidir. Avrupa Birliği’nin öngördüğü demokratikleşme paketlerine devam edilse dahi bunun dış politikada bir zayıflık olarak ortaya çıkması önlenmelidir. Sosyal demokrat hareketin Alevi dernekleriyle geliştirmiş olduğu güçlü bağlar Türkiye’de solun bir önemli artısıdır. Ancak bir dönem SHP’nin başına geldiği gibi sosyal demokrat partiler yalnızca Kürt ve Alevi partileri olarak kalmaktan kurtulmalıdır. Milli Görüşçü’lere karşı girişilen mücadelede mutedil kesimlerin sosyal demokrasiyi ve sol hareketi din düşmanı olarak algılamaması da çok önemlidir.
Sonuçta Türkiye gibi muhafazakâr sağın çok güçlü olduğu bir ülkede sosyal demokratlar özellikle 1970’lerde önemli kavgalar vermişler ancak 12 Eylül ve SSCB’nin yıkılması sonrası kurulan yeni dünya düzeninde ideallerinin önemli bir bölümünden vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Yine de sosyal demokrat partilerin en azından kapitalizmin azı dişlerini törpülemekte ve sosyal devleti korumakta faydalı olduğu açıktır. Ancak en önemli mesele; sınıfsal politikalardan koparak, “liberal sol” denilen teslimiyetçi-Batıcı çizgideki kimlik politikalarına yönelmemektir. Çünkü solu bitirmekte olan; haklarına sahip çıkması gereken ve beklenen emekçi kesimlerle arasında bir kopukluk oluşmasıdır. Bakalım aslan sosyal demokratların iktidar mücadelesi Kemal Kılıçdaroğlu ya da nam-ı diğer Gandi Kemal’nin liderliğe gelmesi sonrası sonunda başarıya ulaşabilecek mi?..
KAYNAKLAR
- Belge.net, “CHP ve Kurultaylar Tarihi”, http://www.belgenet.com/parti/CHPkurultay.html
- Cumhuriyet Halk Partisi resmi web sitesi, http://www.CHP.org.tr/
- Dağıstanlı, Fatin, “Sosyal Demokratlar”, 2004, İstanbul: Bilgi Yayınevi
- Akdere, İlhan & Karadeniz, Zeynep, “Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1”, 1994, İstanbul: Evrensel Basım Yayın
-Mumcu, Uğur, “Aybar ile Söyleşi: Sosyalizm ve Bağımsızlık, 1986, Ankara: Tekin Yayınevi
- Arcayürek, Cüneyt, “Demokrasi Dur 12 Eylül 1980”, 1986, Ankara: Bilgi Yayınevi
- Özbudun, Ergun, “Contemporary Turkish Politics: Challenges to Democratic Consolidation”, 2000, Boulder, CO: Lynne Rienneri
- Bila, Hikmet, “CHP 1919-1999”, 1999, İstanbul: Doğan Kitapçılık


[1] Bu noktada Ecevit’in DSP’yi CHP’nin aksine Sosyalist Enternasyonal üyesi yapmak istememesi dikkat çekicidir.
[2] İngiliz İşçi Partisi’ni uzun yıllar sonra iktidara taşıyan Tony Blair’den esinlenilerek Deniz Baykal’a bu lakap takılmıştır.

Ozan Örmeci

Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

Hiç yorum yok: