31 Ağustos 2010 Salı

Theodor Adorno


-->
Tam ismi “Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno” olan ünlü Alman filozof, sosyolog, müzisyen ve müzikolog Adorno; Max Horkheimer, Walter Benjamin, Herbert Marcuse ve Jürgen Habermas gibi entelektüellerle beraber Frankfurt Okulu’nun en önemli temsilcilerinden birisidir. 11 Eylül 1903 tarihinde Frankfurt’ta doğan Adorno, küçük yaşlarda şarkıcı olan annesinin de etkisiyle müziğe ilgi duymaya başlamış ve piyano derslerine devam etmiştir. Frankfurt Üniversitesi’nde felsefe, müzikoloji, psikoloji ve sosyoloji dersleri alan genç Adorno, bu yıllarda Max Horkheimer ve Walter Benjamin’le dostluk kurmuş ve 1924 yılında Edmund Husserl üzerine yazdığı tezle üniversiteden mezun olmuştur. Müzik çalışmaları nedeniyle bir süre Viyana’da bulunan Adorno daha sonra Frankfurt’a dönerek üniversitede çalışmaya başlamıştır. Kierkegaard ve estetiğin oluşması üzerine yazdığı tezle doktorasını tamamlayan Adorno, Frankfurt Üniversitesi’nde dersler vermeye başlamış ancak babasının Musevi olması ve Nazi totaliterliğine karşı takındığı muhalif tavır nedeniyle iktidar odakları tarafından üniversitedeki işinden uzaklaştırılmıştır. Oxford’da ders verebilme ümidiyle Nazi zulmünden kaçarak İngiltere’ye yerleşen Theodor Adorno, Merton’da ders vermeye başlamış ancak daha sonra karısı olacak kimyacı kız arkadaşı Margarethe Karplus’ı görebilmek için yazları sürekli olarak Almanya’ya gelmiş ve buradaki entelektüel çevresinden kopmamıştır.
Bu yıllarda “jazz” müziği üzerine yazdığı eleştirel ve küçümseyici makalelerle dikkatleri üzerine çeken Adorno, popüler kültür üzerine geliştirdiği commodity fetishism (meta fetişizmi) ve standardization (standartlaşma) gibi düşüncelerinin temellerini de bu dönemde atmıştır. Daha sonraki yıllarını 1950’ye kadar Amerika’da geçiren Adorno, Princeton ve California Üniversitesi’nde dersler vermiştir. Nazi zulmünü bizzat gözlemleme şansı yakalamış Adorno, totaliter rejimlere ve kitle kültürüne (mass culture) karşı geliştirdiği antipatiyi eserlerine de yansıtmıştır. Amerika’daki yıllarında “The Dialectic of Enlightenment (Aydınlanmanın Diyalektiği)” isimli ünlü eserini kaleme alan Adorno, 1949 yılından itibaren Almanya’ya dönerek burada Frankfurt Okulu’nun en önemli temsilcilerinden biri haline gelmiştir. Adorno 1968 Mayıs’ında Frankfurt Üniversitesi’nde gelişen öğrenci olaylarında takındığı yatıştırıcı tutum nedeniyle sol çevrelerin boy hedefi haline gelmiştir. Bu yıllarda sağlığı bozulan Adorno, üniversiteden ayrılarak karısıyla bir süre İsviçre’de yaşamış ancak kalp rahatsızlığı nedeniyle 6 Ağustos 1969’da ölmüştür.
Adorno’nun düşüncelerine baktığımızda; kendisinin Walter Benjamin’in kendi estetik kuramı doğrultusunda yeniden formüle ettiği Marksizm düşüncesinden fazlasıyla etkilendiği görülecektir. Zaten Antonio Gramsci’nin yıllar önce belirttiği şekilde kapitalizmi ayakta tutan ve ekonomik determinizmi modern toplumu anlamakta yetersiz kılan unsurun üstyapının (superstructure) önemi olduğuna inanan Adorno, özellikle popüler kültürü araştırmalarında temel konu edinmiştir. Kültürel faaliyetler ve eserlerin de kendilerine ait bir ekonomisi ve piyasası olduğunu iddia eden Adorno, kapitalist sistemin insanları kültür endüstrisi (culture industry) ile beslediğini ve gerçek sanattan uzak tutarak duyarsız hale getirdiğini belirtmiştir. Karl Marks’ın aksine Adorno kapitalizmin kısa vadede çökmeyeceğini zira gün geçtikçe güçlendiğini belirtmiştir. Ekonomik determinizme saplanıp kalmayan ve bu yolda Gramsci’nin çizgisini takip eden Adorno, kapitalizmin güçlenme sebebini yarattığı popüler kültür endüstrisi ile açıklamaktadır. Adorno’ya göre kapitalist sistem müthiş bir kültürel hegemonya yaratarak insanı öz niteliklerinden, isyankâr güdülerinden, gerçek sanatsal ve kültürel ihtiyaçlarından uzak tutmakta ve popüler kültür gibi öğelerle avutmaktadır. Adorno’nun düşüncesinde insanın gerçek ihtiyaçları olan yaratıcılık ve aklın tam olarak değerlendirilmesi; meta fetişizmi, popüler kültür ve standartlaşma gibi şeylerle doldurulmaya çalışılmaktadır. Adorno’ya göre bunun başlıca sebeplerinden birisi kapitalist sistemde bir metanın kullanım değerinden (use value) çok piyasadaki değişim değerinin (exchange value) ön planda olmasıdır (Adorno, sayfa 33).
Serbest piyasa ekonomisinde bir metanın hatta insanların değeri popülarite, maliyet ve kısıtlılık (scarcity) ilkelerine göre belirlenmektedir. Mesela çok önemli hayati bir ihtiyacı karşılayan su çok bulunması sebebiyle oldukça ucuza satılabilirken, elmas gibi gösteriş dışında bir amacı olmayan bir meta çok yüksek bir değer bulabilmektedir (Adorno, sayfa 34). İşte elması sudan daha değerli yapan kapitalist sistemde geçerli olan değişim değeri esasıdır. Adorno’ya göre insanların önem verdikleri şeyler kapitalist sistemde bir metanın öz nitelikleri olmaktan çıkmakta ve fiyatının yüksekliğine odaklanmaktadır. Bu nedenle büyük bütçeli kalitesiz filmler çok izleyici çekerken, sanat filmleri bir azınlığa hitap edebilmektedir. Popüler kültürü yönlendiren insanlar ve sanatsal kalite kriteri, yaratıcı deha değil, piyasa dengeleri ve fiyatlardır. Medya yoluyla daha da güçlenen bu anlayış insanları ihtiyaçları olan şeyleri değil, popüler ve pahalı olan ürünleri almaya itmektedir. Yani aslında kendini bir kral olarak görmesine karşın tüketici, bu sistemde kendi zevklerinden mahrum bırakılmış zavallı bir nesnedir, bir özne bile değildir (Adorno, sayfa 85). İşte bu çılgınlık Adorno’ya göre meta fetişizmidir. Karakterlerini, öz niteliklerini yitiren insanların piyasa etkisiyle pahalı ürünler almaya çalışmaları ve bu şekilde rahatlamalarıdır. Piyasa dengeleri Adorno’nun bir diğer önemli kavramı olan “standartlaşma"yı beraberinde getirmektedir. Piyasa dengelerinin yönlendirdiği insanlar gitgide benzer bir hal almakta ve yaratıcılık, çok seslilik ve çok renklilik giderek azalmaktadır (Adorno, sayfa 90).
Kısaca Adorno’ya göre kapitalist sistem kültürel olarak bir koyun sürüsü yaratmaya, insanları kişiliksizleştirmeye çalışmaktadır (Adorno, sayfa 35). İnsanı bireyselliğinden, yaratıcı gücünden yoksun bırakan bu kapitalist toplum hastalıkları ya da Adorno’nun deyimiyle yanlış ihtiyaçlar – false needs (meta fetişizmi, standardizasyon, değişim değerinin kullanım değerinin önüne geçmesi vs.) aslında kapitalist toplumu ayakta tutan en önemli ideolojik araçlardır. Adorno'nun popüler kültüre bakışının temelleri aslında caz ve pop müziğe bakışında bulunabilir. Kapitalizm öncesi bir endüstri olmadan burjuva evlerinde ve konser salonlarında var olan klasik müzik Adorno için gerçek müziği temsil ederken, piyasa esaslarına göre düzenlenmiş pop ve jazz müziği kalitesizliğe tekabül etmektedir. Çünkü Adorno'ya göre modern kapitalist toplumun bir getirisi olan standardizasyon ve sözde-bireyselleşme (pseudo-individualization) etkilerini bu müzik türlerinde de göstermektedir. Otomotiv endüstrisindeki yer-değişebilirlik (part-interchangeability) terimini modern kapitalist topluma uyarlayan Adorno; nasıl özünde işlevleri aynı olmasına karşın farklı şekillerde karşımıza çıkan karbüratörler değişik model arabaları birbirlerinden ayırıyorsa, modern toplumun yarattığı birey ve müzik tınılarının da özünde birbirleriyle aynı olduğu ve yalnızca sözde bireyselleştiğini, farklılaştığını söyler.
Theodor Adorno'ya göre günümüz hafif müziği; armonik yapısı 19. yüzyıl ciddi müziğinin armonik yapısından beslenen ve yalnızca süslemede birbirinden farklılık gösteren avam müziğidir. Ancak Adorno'nun essentialist (özcü) yöntemine Nedim Karakayalı’nın getirdiği bir eleştiri Adorno’nun kültürel metaların diğer tüketim mallarından farklılığını hesaba katmamış olmasıdır. Mesela memnun kalınan bir deterjan sorgusuz bir şekilde rahatlıkla yeniden satın alınabilirken, bir kültürel meta olan Tarkan albümünün satın alınması için, hem önceki popüler Tarkan albümleriyle benzerlik göstermesi, hem de sözde de olsa bir farklılık içermesi gerekmektedir. Yani “iyi” bir hafif müzik parçasının büyüsü; aynı anda hem bilindik, hem de değişik olmakta yatmaktadır. Adorno’nun kültürel metaları diğer metalarla eş tutması bu noktada bir eksiklik olarak göze çarpabilir. Adorno ve Frankfurt Okulu düşünürlerinin bir diğer özellikleri ise Sigmund Freud'un modern toplum düzeni ve insan doğası hakkındaki görüşlerini faşizm fenomenini açıklamak için kullanmalarıdır. Frankfurt Okulu’na göre Faşizm aslında modern toplumda libido kaynaklı bastırılmışlıklarını dindiremeyen kitlelerin, bireylerin bu ihtiyaçlarını farklı bir şekilde gidermeye çalışmaları nedeniyle bu denli etkin olabilmiştir.
20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan Theodor Adorno’ya getirilebilecek bir eleştirici avangart (öncü) kültüre verdiği tartışılmaz öncelik ve halk kültürüne karşı geliştirdiği ön yargılı, küçümseyici elitist bakış açısıdır. Güney Fransa’da küçük bir köyde doğan Pierre Bourdieu’nün elit ve halk kültürü arasındaki sınıfsal üstünlüğü güçlendirdiğini düşündüğü ilişkiler ağı konusundaki eleştirileri Adorno’ya karşı geliştirilmiş en güçlü kritik olarak değerlendirilebilir. Bourdieu kültür ve sanat zevklerinin sınıfsal farklılıkları yansıtan ve eğitimle ve sınıf pozisyonuyla yakından alakalı olduğunu düşünür ve Adorno'yu popüler kültürü incelerken sınıfsal analizlere ve çatışmalara yeterince önem vermediği için eleştirir. Yine de Adorno, popüler kültür ve kapitalist toplum üzerine halen geçerliliği fazlasıyla hissedilen orijinal düşünceleriyle 20. yüzyılın en önemli entelektüellerinden biri olarak anılmayı hak etmektedir.
KAYNAKLAR
-Adorno, Theodor, 1991, “The Culture Industry: Selected Essays On Mass Culture”, London: Routledge
- Karakayalı, Nedim, “Doğarken ölen: Hafif müzik ortamında ciddi bir proje olarak Orhan Gencebay”, 1995, Toplum ve Bilim sayı: 67, 136-154
- Wikipedia, http://www.wikipedia.org/

Ozan Örmeci


Sigmund Freud's “Civilization and Its Discontents"



-->
There is no doubt that Sigmund Freud (1856-1939) is one of the most important and influential psychiatrists of the world. Although he was a physician, Freud dealt mostly with psychology and created the branch of “psychoanalysis”. His ideas on the nature of human influenced not only psychology but also some other branches like philosophy and political science. “Civilization and Its Discontents” is one of the most popular books of Freud which war written and published in 1929, ten years before Freud’s death. It is the one of the last books of Freud and has a very pessimistic viewpoint. Freud wrote this after the death of his daughter in poor health conditions at the age of 73. These negative aspects might have effected Freud’s psychological situation while writing this book. This book is also very important to understand and evaluate Freud’s political views since he talks about the human nature and puts forward his negative views on communism in many parts of the book. In this assignment, I am going to explain Freud’s understanding of the “oceanic” feeling and the rise of religion on three grounds. Before passing to these points, let us first look at the meaning of oceanic feeling.
In the introductory paragraphs, Freud investigates the meaning of “oceanic” feeling in relation with the religion discussion. Freud describes oceanic feeling as “a sensation of eternity, a feeling as of something limitless, unbounded” (Freud, p. 11). According to Sigmund Freud, oceanic feeling is a subjective fact which is derived from “various Churches and religious systems, directed by them into particular channels, and doubtless also exhausted by them” (Freud, p. 11). Freud claims that he does not have this kind of a feeling but this does not give him “right to deny that it does in fact occur in other people” (Freud, p. 12). By this oceanic feeling Freud tries to explain the sense of boundlessness and oneness felt between the ego and the outside world. In other words, it is like “a feeling of an indissoluble bond, of being one with the external world as a whole” (Freud, p. 12). This feeling is a purely subjective fact, not an article of faith. For Freud, the parental protection starting from the childhood is one of the major sources of this oceanic feeling since it creates "fear of the superior power of Fate”. Moreover, distinction between inside and outside is a crucial part of the process of psychological development, allowing the ego to recognize a reality separate from itself. Freud justifies his views about the relation between the oceanic feeling and the rise of religion by focusing on three points.
The first argument given by Freud is about ego-feeling. In Freud’s view every human is born with the feeling of self called as ego-feeling. This ego-feeling change over time and after the realization of the internal and external world which does not exist in childhood, the ego transforms into adult-ego. While during the childhood and baby period, a human has an intimate bond between his ego and the world around himself, he later looses this bond as he grows up and his ego becomes adult-ego. Thus, “an infant at the breast does not as yet distinguish his ego from the external world as the source of the sensations flowing in upon him” (Freud, p. 13) but the ego later “detaches itself from the external world” (Freud, p. 15). The gradual weakness of ego’s bond with the external world leads to the increase of oceanic feeling and religion.
The second point Freud makes is about the problem of preservation in the sphere of mind. Freud thinks that the oceanic feeling takes its roots from the preservations in mind. In his view, “in mental life nothing which has once been formed can perish” (Freud, p. 16). In other words, when someone learns something or has a special feeling, this would never be forgotten. Thus, ego-feeling during the infancy has always been existing and comes to surface sometimes in the future. It is not easy to erase the past and thought, feelings in the ancient times and that is why some people experience the all-embracing feeling because of their previous ego-feelings.
The third point Freud makes is about the role of human nature. Freud thinks that feelings are “the expressions of a strong need” (Freud, p. 20) and humans’ emotional needs that have always been existed, may lead to the rise of oceanic feeling. Fear of the unknown and the incapacity to explain everything by science may have played a special role in the religious beliefs. Freud asserts that “the origin of the religious attitude can be traced back in clear outlines as far as the feeling of infantile helplessness” (Freud, pp. 20-21). As people’s ego transform into adult-ego, they lose their limitless security feeling and their fears become bigger and bigger. So, as people grow and separate the external world from their ego, their need to believe in something that will provide security grows too. This can be one of the reason of the rise of religious belief in relation to oceanic feeling.
In my opinion, Freud’s ideas on the oceanic feeling and the rise of religion are plausible but he seems to have forgotten some other reasons and he starts with an assumption that believing in God or in a religion is related to human psyche and it cannot be related to any other thing. However, as far as I am concerned, two alternative explanations can be made too. First of all, it is a fact that religious thought and belief is imposed on us by various ways (Church, mosque, state’s religious institutions, parents, religious celebrations etc.). This socialization period might have played a role in the rise of religion rather than human psyche and oceanic feeling. Second alternative explanation can be the existence of God or a divine power that allows us to have this special feeling. Freud ignores these two points but he has still formed a solid theory which is consistent and plausible.
BIBLIOGRAPHY
- Freud, Sigmund, “Civilization and its Discontents”, (1989), New York: W.W.Norton & Company

Ozan Örmeci


30 Ağustos 2010 Pazartesi

Louis Althusser


-->
16 Ekim 1918 Cezayir doğumlu olan ünlü Fransız filozof Louis Althusser, 1990 yılında Paris’te ölene kadar oldukça renkli, çalkantılı ve dolu bir yaşam geçirmiştir. Antonio Gramsci ile beraber Marksizm’in 21. yüzyıla taşınmasının en önemli etkenlerinden, aktörlerinden biri olan Althusser, Fransa Komünist Partisi’nin de özellikle 1960 ve 70’lerde en önemli ve aktif mensuplarından birisi olmuştur. Althusser, ailesi Cezayir’den dönerek Marsilya’ya yerleştikten sonra küçük yaşta dini eğitim almaya başlamış ve daha sonraları Ecole Normale Supérieure’e kabul edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle okulu bırakıp cephede savaşmak zorunda kalan Althusser, Nazilerce esir alınmış ve uzun bir süre Nazi esir kampında yaşamak zorunda kalmıştır. Bu dönemde komünizm konusundaki tavrını netleştiren Althusser savaş dönüşü kötü bedensel ve ruhsal sağlığına karşın ENS’yi bitirmiştir. 1940’ların sonunda Hélène Rytman’la tanışıp evlenen ve Fransız Komünist Partisi’ne üye olan Althusser, Hegel konusundaki tezini teslim ederek ENS’de akademisyen olarak görev yapmaya başlamıştır. Jacques Derrida ve Michel Foucault gibi ileride efsane olacak post-yapısalcı düşünürlerin de hocası olan Althusser, 1968 Mayıs’ı olaylarındaki pasif tavrı nedeniyle Fransa’da sol çevrelerce sert bir biçimde eleştirilmiştir. 1980 yılında -kendi anlatımına göre- bir bilinç kaybı anında karısını boğazlayarak öldüren Althusser, bundan sonraki yaşamını akıl hastanesinde ve evinde inzivaya çekilerek geçirmiştir. Althusser 1990 yılında 72 yaşındayken geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiştir. Althusser kendisine yöneltilen eleştirilere karşın, 20. yüzyılda Marksizm’e belki de en büyük katkıyı yapan ve teorinin gelişmesini ve güncel koşullara göre eksikliklerinin giderilmesini sağlayan önemli bir Marksist düşünürdür. For Marks (Marks İçin), Ideology and Ideological State Apparatus (İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları) ve Reading Capital (Kapital’i Okumak) Althusser’in en önemli eserleri olarak kabul edilmektedir. Ayrıca ölümünden sonra yayınlanan 1992 tarihli “The Future Lasts a Long Time” isimli bir otobiyografisi bulunmaktadır. Bu yazımda Althusser’in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları eseri ışığında fikirlerini kısaca özetlemeye çalışacağım.
Öncelikle Althusser, Marks’ın da 1868 yılında Kugelmann’a yazdığı bir mektupta belirttiği üzere, kendi üretim ilişkileri koşullarının yeniden üretilmesini sağlamayan bir sosyal düzenin ayakta duramayacağına inanmaktadır. Bu nedenle içsel çelişkilerine karşın ayakta kalmayı başaran kapitalist sistemin üretim ilişkileri koşullarını nasıl yeniden üretebildiğini araştıran Althusser, kapitalist sistemin; üretim araçlarını, üretici güçleri (işçi sınıfı) ve üretim ilişkilerini yeniden üreterek ayakta kalabildiğine dikkat çekmektedir. Buna göre mevcut düzenin devam edebilmesi için üretim araçları sahipleri (kapitalistler) her sene üretim araçlarını (makineler, fabrika binaları, hammadde) yeniden düzenlemekte (tamamlamakta) ve bu sayede üretime devam etmektedirler. Tabii ki gerekli üretim araçlarının sağlanması için de uluslararası kapitalist ticareti döngüsünün devam etmesi gerekmektedir ve bu sayede kapitalistler sınıfsal pozisyonları gereği birbirlerine destek olmaktadır. Üretim araçlarının yeniden üretilmesi kapitalistler için belki de en basit uğraştır. Üretimin diğer bir önemli ayağı olan üretici güçlerin yeniden üretilmesi için kapitalistler işçilerine asgari ücret adı verilen ve işçilerin sağlıklı bir şekilde iş görebilmeleri için gerekli minimum ihtiyaç listesine göre hazırlanan maaşı vermektedirler. Ancak bir çok sebepten üretim araçları ve üretici güçlerin yenilenmesi kapitalist sistemin ayakta durması için yeterli değildir. Öncelikle Marksist yayınlar ve partiler sayesinde sınıfsal bilince ulaşmış proletaryanın üretimi aksatması ve hatta rejimi değiştirmesi gibi ciddi riskler vardır. Buna ek olarak çeşitlenen üretim tarzında işçilerin daha verimli ve kalifiye olmaları sistemin beklediği bir özelliktir. Bu nedenle kapitalist sistemin yalnızca üretim araçları ve üretici gücü değil, tüm üretim ilişkilerine meşruiyet kazandıran ve temelini oluşturan ideolojik üstyapıyı kontrol altında bulundurması gerekmektedir. Dolayısıyla burjuvazinin kontrolündeki kapitalist sistem, devletin ideolojik aygıtları vasıtasıyla üretim ilişkileri sistemini ve bunun ideolojisini yeniden ve yeniden üretmelidir. Daha fazla ilerlemeden Marksist literatürde karşımıza çıkan baskıcı devlet aygıtı (repressive state apparatus) ve devletin ideolojik aygıtları (ideological state apparatuses) kavramları arasındaki farklılıkları belirtelim.
Karl Marks’ın “The 18th Brumaire of Louis Bonaparte” ve “Fransa’da Sınıf Savaşımları” gibi eserlerinde karşımıza çıkan baskıcı devlet aygıtı kavramına göre, kapitalist sistem nedeniyle burjuvazinin kontrolünde bulunan devlet, sistemi yıkmak amaçlı işçi sınıfının devrimci unsurlarına karşı doğası gereği baskıcı davranmaktadır. Marks’a göre tüm sınıfların temel gayesi olan devletin kontrolünü sağlamak, kapitalist sistemde burjuvazi tarafından sağlanmıştır ve bu nedenle kapitalist devlet devrimci işçi sınıfı için burjuvazinin baskıcı devlet aygıtıdır. Baskıcı devlet aygıtı alt kolları olan hükümet, polis, ordu, mahkemeler, hapishaneler gibi kurumlarla devrimci unsurları fiziki şiddet ve diğer şekillerde bastırmakta ve varlığını güvence altına almaktadır. Marks’a göre tarihsel-yapısal koşulların sonucu nihai olarak proletarya kapitalizmi yıkacak ve devlet aygıtını kendi çıkarlarına göre kullanacakları bir sosyalist rejim kuracaklardır. Marksizm’in bir sonraki aşaması olan komünizm safhasında ise, devlet aygıtı tamamen ortadan kaldırılacak ve komünist bilince ulaşmış insanlar nedeniyle devlet solacak, yok olacaktır (wither away). Althusser’in kullandığı devletin ideolojik aygıtları kavramı ise baskıcı devlet aygıtı kavramından daha farklı ve geniştir. Kapitalist sistemin üretim ilişkileri sistemini yeniden üretmesi, buna meşruiyet kazandırması için çeşitli kanallar ve araçlarla insanları eğitmesi, şekillendirmesi ve kontrol altında tutması gerekmektedir. Mesela çocuklar çeşitli teknik işlere yönlendirilmeli, bu alanlarda bilgi sahibi yapılmalı (know how) ve bu sayede de kapitalist üretim sisteminin çeşitlilik ihtiyacı giderilmeli, yine çocuklar doğru ve yanlış davranış biçimleri kendilerine okullarda empoze edilerek sisteme adapte edilmelidir. Yani işçiler, öğrenciler genel olarak tüm vatandaşlar yalnızca sistemin ihtiyaçlarına göre çeşitli alanlara yönlendirilmekle kalmamalı, buna ek olarak genel anlamda sistemin varlığını benimseyecek bir bilince ulaştırılmalıdır. İşte Althusser’in ideoloji olarak adlandırdığı üretim ilişkilerinin niteliğine göre şekillenen hakim toplumsal düzen modeli altyapıdaki çelişkilere rağmen, üstyapıda kurduğu bu karmaşık sistemle ayakta durabilmektedir. Bu noktada Althusser, bilimsel olarak nitelendirdiği Marksizm ve diğer ideolojiler arasında kesin bir çizgi çekmektedir. İşte bu bahsettiğimiz düzeneğin işleyişini sağlayan devlet ve devlete bağlı tüm alt kurum ve kuruluşlar Althusser’e göre devletin ideolojik aygıtlarıdır.
Louis Althusser’e göre devletin çok çeşitli ideolojik aygıtları bulunmaktadır. Örnek olarak dini (Kilise, Diyanet İşleri Başkanlığı), eğitimsel (çeşitli özel ve devlet okulları), ailesel, yasal (mahkemeler, yasal düzenlemeler, hukuk sistemi), siyasal (siyasal partiler, seçim sistemi), sivil topluma yönelik (sivil toplum örgütleri, sendikalar), iletişimsel (basın, radyo-televizyon kanalları) ve kültürel (edebiyat ve diğer sanat branşları, ürünleri) ideolojik aygıtlar devletin mevcut olan düzene göre ideolojik yapılanmasını ve ideolojinin yeniden üretimini sağlamaktadır. Devletin ideolojik aygıtları kavramı baskıcı devlet aygıtı kavramından çok daha kapsamlıdır. Baskıcı devlet aygıtı yalnızca kamusal alanla sınırlı kalırken, ideolojik devlet aygıtları özel alana da girmekte ve kapitalizmin totaliter yönünü gözler önüne sermektedir. Baskıcı devlet aygıtı baskı yoluyla çözüme ulaşırken, devletin ideolojik aygıtları hem baskı, hem de kültürel-ideolojik endoktrinasyon aygıtlarını kapsamaktadır. Ayrıca baskıcı devlet aygıtı merkezden yönetilen bir kavram olmasına karşın, devletin ideolojik aygıtları çeşitli, kimi zaman birbirinden kopuk ve farklı yapıdadır. Althusser’e göre Fransız Devrimi’nin üretim ilişkilerinde yaptığı değişiklik kadar, Kilise’ye yönelik tavrı ve laiklik düşüncesinin empoze edilmesi bunun somut bir göstergesidir. Feodal dönemin ideolojik aygıtı olan Kilise, yeni üretim ilişkileri olan kapitalist sistemde öncelikle zayıflatılmış, gücü sınırlandırılmış ve daha sonra da burjuvazinin çıkarına hareket edecek bir ideolojik aygıt olarak yeniden düzenlenmiştir.
Althusser’e göre devletin ideolojik aygıtlarının temel görevi mevcut üretim ilişkileri sisteminin devamını sağlayacak düşünsel ortamı sağlamaktır. Mesela eğitim sistemi bir kısım vatandaşı henüz küçük yaşlarda çiftçiliğe ya da işçiliğe yönlendirmekte, bir sonraki aşamada teknik elemanlar teknik okullar, meslek liseleri vasıtasıyla sisteme kazandırılmakta, yüksek eğitim alanlar beyaz yakalı, orta sınıf yöneticiler olarak sistemde yer almakta, tüm bu aşamaları geçip eğitimde en üst seviyeye ulaşanlar da sömürü temsilcileri (exploitation agent), rütbeli özel sektör veya devlet yöneticileri, baskı unsurları (polis, asker, politikacı, bürokrat) ya da mevcut ideolojiye meşruiyet kazandıran entelektüeller olarak görev almaktadır. Devletim tüm bu sayılan ideolojik aygıtları üstyapıda oluşturdukları hegemonya sayesinde, altyapıdaki kaçınılmaz olan değişime direnebilmekte ve proletaryanın sınıf bilincine ulaşmasını yanlış bilinç ve ideolojilerle önleyebilmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse Althusser ideolojiyi gerçekliğe ve evrensel yasaların akışına ulaşmak yolunda kullanılabilecek ancak gerçekten bağımsız olarak oluşturulmuş bir kavram olarak görmüştür. Marksizm bilimsel kimliği nedeniyle bir ideolojiden çok, gerçekliğe ulaşma fırsatı yaratan bilimin ta kendisidir.
Althusser Marksizm’in revize edilmesinde gösterdiği başarı kadar post-yapısalcılığa yol veren teorik çeşitliliği nedeniyle de sık sık övgü ya da yergi konusu yapılmaktadır. Foucault’nun söylem kavramını oluştururken, Althusser’in devletin ideolojik aygıtları tezinden etkilendiği açıktır. Yazıyı bu deli ve anlaşılması güç filozofun bir sözüyle bitirelim: “The philosopher leads a lonely life (Filozof yalnız bir yaşam sürer) ”…
KAYNAKLAR
- Althusser, Louis, “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, 2003, İstanbul: İthaki Yayınları

Ozan Örmeci

Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

29 Ağustos 2010 Pazar

Antonio Gramsci


-->
22 Ocak 1891 tarihinde orta gelirli bir burjuva ailesinin çocuğu olarak Sardinya adasında, Ales’te dünyaya gelen Antonio Gramsci, endüstrileşmemiş ve gelişememiş Güney İtalya’da oldukça zor ekonomik koşullar altında yaşayan köylü ve işçileri yakından görme fırsatı bularak büyüdü. 1897 yılında babasının rüşvet skandalı nedeniyle devlet memuriyetinden uzaklaştırılması ve ailesinin büyük ekonomik sıkıntılar çekmesi Gramsci’nin hayatını değiştiren önemli bir etkendir. 1911 yılında Torino Üniversitesi’nde edebiyat bölümünde eğitime başlayan genç Gramsci, müthiş bir akademik kariyer şansı bulunmasına karşın kısa sürede yükseldiği sosyalist aktivist çevrede ilerlemeyi akademik kariyerine tercih etti ve İtalyan sosyalist partisi’nin en önemli isimlerinden biri haline geldi. Bolşevik Devrimi sonrası çalışmalarını hızlandıran Gramsci teorik çalışmalarının yansıra, partinin örgütlenmesine, işçi konseylerinin kurulmasına aktif olarak katıldı. O dönemde arkadaşlarıyla çıkarmaya başladıkları “Ordine Nuovo” dergisiyle İtalyan solunun hızla yükselen ismi olarak dikkat çekti. Bu yıllarda gazeteci olarak çalışan ve siyasal faaliyetlerine devam eden Gramsci, İtalyan Sosyalist Partisi içerisinde dahil olduğu fraksiyonla beraber 1921 yılında İtalyan Komünist Partisi’ni kurdu.. İtalyan Komünist Partisi lideri olarak 1922 yılında Sovyetler Birliği’ne giderek iki yılını Moskova’da geçiren ve burada Komünist Parti üyesi Giulia Schucht isminde genç bir Rus kemancıyla evlenen Gramsci, İtalya’ya dönüşünde şiddetle yükselen faşist hareket nedeniyle kendini 1926 yılında hapiste buldu. Yurtdışına kaçma şansı bulunmasına karşın İtalya’da hapiste de olsa kalarak mücadeleye devam etmeyi seçen büyük düşünür, ünlü eserleri Letters From Prison (Hapishaneden Mektuplar) ve Prison Notebooks’u (Hapishane Günlükleri) bu yıllarda kaleme aldı. Hapishanede gördüğü fiziksel ve psikolojik işkenceler nedeniyle hapishaneden çıkışının hemen ertesi yılı 27 Nisan 1937 tarihinde beyin kanamasından 46 yaşında Roma’da ölen Gramsci, halen neo-Marksizm’in kurucularından biri olarak kabul edilmektedir. Marksizm’in altyapıya verdiği önemi üstyapıya taşıyan ve üstyapı kurumlarını daha da geliştirerek hukuk, sivil toplum, entelektüel gibi kavramlara farklı bir bakış açısı getiren, 1970’lerden itibaren Marksizm’in en önemli teorisyenlerinden biri kabul edilen Gramsci’nin düşüncelerine kısaca bir göz atalım.
The Modern Prince (Modern Prens) Antonio Gramsci’nin Makyavel’in Prens isimli eserinden hareketle modern toplum ve siyasal partiler üzerine fikirlerini dile getirdiği Prison Notebooks (Hapishane Günlükleri) isimli eserinin en ünlü bölümünün ismidir. Bu bölümde Gramsci Makyavelist bir metotla siyasete gayet realist bir açıdan yaklaşır ve ne derece farklı bir Marksist olduğunu gözler önüne serer. Ortodoks Marksizm’e şiddetle karşı çıkan Gramsci, her ne kadar yapısal tarihsel koşulların sınıfsal çatışmaları ortaya çıkardığını kabul etse de, kültürel, entelektüel ve ahlaki anlamda sivil toplumda kendi hegemonyasını kuramayan bir anlayışın asla bir önceki sistemi yıkamayacağının altını kalın bir şekilde çizer. Yani sosyalizm kendiliğinden kapitalizmin yerine asla geçemeyecektir, Marks’ın “tarihsel kaçınılmazlık” iddiası hatalıdır. Zira devlet ve onun eğitim, popüler kültür, gelenekler, yasalar, teamüller vs. gibi baskı araçları devrimci sınıflar üzerinde üstyapıda kültürel ve ideolojik bir hegemonya kurmakta ve onların devrimci sınıf bilincine ulaşmalarına engel olmaktadır. Bu nedenle emekçi sınıfların kendi entelektüellerini, yaşam tarzlarını, alternatif kalkınma modellerini geliştirmeleri ve bunlara sivil toplumda meşruiyet kazandırmaları gerekmektedir. Her ne kadar bir Lenin hayranı olarak bilinse de öncü parti düşüncesini demokratik kitle partisiyle değiştirmesi bakımından Gramsci bir “eurocommunist” ve neo-Marksist’tir. Gramsci hegemoni düşüncesini yaratırken muhakkak ki İtalyan Faşist Partisi’nin örgütlenme biçiminden etkilenmiş ve komünist partilerin başarılı olamama nedeni olarak yalnızca ekonomik determinizme ve emekçi sınıflara önem vermelerini görmüştür. İşçi sınıfına odaklanmış olarak kalıp, öncü parti önderliğinde bir devrim yapmak Gramsci’ye göre ancak sivil toplumun gelişmemiş olduğu doğu toplumlarında mesela Rusya’da başarılı olabilir. Oysa çok gelişmiş burjuva-demokratik kültür ve sivil toplum yapıları olan Batı toplumlarında gerekli olan işçi sınıfının isteklerini tüm ulusun çıkarına olacak şekilde dile getiren devrimci bir demokratik kitle partisidir (Siyaset Bilimi tabiriyle “catch-all” partileri). Bu nedenle sosyalist ideoloji ve bunu yaratan ve uygulayan siyasal partilere Batı toplumlarında devrimi gerçekleştirecek olan kurumlar olarak bakan ve pozitif bir anlam yükleyen Gramsci’nin kullandığı kavramları daha yakından inceleyelim.
Gramsci felsefesinde çok önemli bir yer tutan “hegemonya” kavramı daha önce Lenin tarafından kullanılmış olmasına karşın esas anlamını Gramsci ile bulmuştur. Gramsci’nin bu kavramıyla, Louis Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları” ve Michel Foucault’nun “söylem” düşüncelerine de ilham kaynağı olduğunu iddia edebiliriz. Gramsci’ye göre kapitalizmin gücü sermaye ve baskıcı burjuva devletinin güvenlik güçleri (polis), ordu ve hukuk sistemiyle uyguladığı şiddet kadar üstyapıda ideolojik bir hegemonya kurmasından kaynaklanmadır. Burjuvazi hakim kültürü egemenliği altına yaratarak sınıf bilincini bastırmakta ve devrimci unsurları tabir yerindeyse uyutmaktadır. İşte tam da bu nedenle işçi sınıfı ve onun önderleri kendi kültürel değerlerini yaratmalı ve bunları hakim hale getirmek için çaba vermelidir. Gramsci’nin ünlü sendikacı Georges Sorel’den aldığı “historical bloc (tarihsel blok)” tabiriyle kastetmek istediği üstyapıdaki bu değişikliği gerçekleştirecek olan devrimci birliktir. Bu birliği oluşturacak ideoloji üretebilen en önemli unsur olan entelektüelleri organik ve geleneksel olarak ikiye ayıran Gramsci, geleneksel entelektüelleri mevcut kültürel-siyasi yapı içerisinde kendine bir konum edinmiş, üretim araçları ve sosyal sınıflarla direk bir bağlantısı bulunmayan, sistem yanlısı yarı-aydınlar; organik entelektüelleri ise çeşitli sosyal sınıf ve grupların sözcülüğünü üstlenmiş gerçek aydınlar olarak görür. Din görevlileri, avukatlar, öğretmenler, doktorlar gibi geleneksel aydın kategorisine dahil edilebilecek olan meslek grupları sosyal yapılanmadaki sürekliliği sağlamakla görevlidir. Her ne kadar geleneksel entelektüelleri küçümser gibi bir havası olsa da, Gramsci onların organik entelektüellere destek verir konuma gelmeden toplumsal köklü bir değişikliğin mümkün olmadığını ifade etmiştir. Gramsci’de karşımıza çıkan iyi entelektüel - kötü entelektüel dikotomisinin bir benzerinin ideoloji konusunda da geçerli olduğunu iddia edebiliriz. Bilimsel Marksist ideoloji pozitif ideolojiye bir örnekken, üstyapıda egemen olan görüşler geleneksel entelektüeller gibi ancak operasyonel ve konjonktürel olarak faydalı olabilen aldatmacalardır. Bu noktada Gramsci’nin çözüm önerisi geleneksel entelektüellerin ve üstyapıda hakim olan görüşlerin Marksist ideoloji çizgisine çekilmesidir. Bunu gerçekleştirmek için kullanılacak olan alan ise sivil toplumdur. Sivil toplum organik entelektüellerin sınıf politikalarını popüler hale getirmesi durumunda devrimci bir nitelik kazanacak ve kapitalizmin sonunu getirebilecektir. Gramsci’nin söylediklerinin kısa bir özeti sanırım bu şekilde yapılabilir.
Hapishane yılları boyunca mektuplaştığı baldızı Tania Schucht’un çabasıyla hapishanede kaleme aldığı 32 defterlik yazılarından oluşan “Prison Notebooks” isimli eserinin basılmasıyla değeri yavaş yavaş anlaşılmaya başlanan Gramsci; sivil topluma verdiği önem nedeniyle günümüzde halen atıfta bulunulan çok saygın ve önemli bir düşünürdür. Onurlu siyasal hayatı ve aktivizmden kaçmayan cesur tutumu nedeniyle de sol çevrelerde ve özellikle İtalya’da halen bir çok takipçisi bulunmaktadır. Türkiye’de İslamcı hareket içerisinde de Gramsci’nin tezlerinden fazlasıyla etkilenmiş Ali Bulaç gibi kişilerin varlığı dikkat çekicidir.
KAYNAKLAR
- Rosengarten, Frank, “An Introduction To Gramsci’s Life And Thought”
- Gramsci, Antonio, “Prison Notebooks”, 1971, Translated and Edited by Q. Hoare and G. Nowell Smith, New York: International Publishers

Ozan Örmeci

Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.