16 Ekim 2008 Perşembe

Red Hot Chili Peppers


Kariyerlerinin başlangıç dönemlerinde yaptıkları türlü türlü çılgınlıklar ve aykırılıklar nedeniyle bir kısım çevreler tarafından sürekli olarak ahlak dışı ve adeta toplum düşmanı olarak nitelendirilen Red Hot Chili Peppers grubu ve üyeleri, özellikle artık müzikal ve karakter olarak olgunluk dönemine eriştiklerini ispatladıkları Californication albümüyle dünya çapında çok sevilen ve tanınan bir grup haline gelmiştir. Grubun büyük popülarite yakalaması bu albümle de olsa, aslında rock müzikseverler için Red Hot Chili Peppers ve üyelerinin hikayesi ve ünü çok daha eskilere dayanmaktadır. Bu yazıda müzik tarihine ismini altın harflerle yazdırmış bu grubun hikayesini kısaca özetlemeye çalışacağım.


Öncelikle grubun çekirdeğini oluşturan Michael Balzary (Flea) ve Anthony Kiedis’in hayat hikayelerinden yazımıza başlayalım. Bundan yaklaşık 40 sene kadar önce Avustralya’nın başkenti Melbourn’de dünyaya gelen Michael Balzary, anne ve babasının boşanması sonrası annesiyle birlikte Amerika’ya Los Angeles’a yerleşir. Annesinin Amerika’da tanışıp evlendiği caz müzisyeni Walter Urban Jr. sayesinde küçük yaşta müziğe ilgi duymaya başlayan Flea, caz müzik klasiklerini dinleyerek, kendi besteleri üzerinde çalışarak ve bas gitar çalarak güzel bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirir. Afro-Amerikalı caz müzisyenleriyle olan yakınlığı ona daha sonra büyük ilgi göstereceği funk müziğin kapılarını da açmıştır. Anthony Kiedis ise annesinden ayrı yaşayan ve her yaz ziyaretine gittiği düşük çapta bir aktör olan babası Blakie Edwards’ın çılgın hayatının da etkisiyle küçük yaşta alkol, uyuşturucu ve seksle tanışır. Babasının hayatından ve Los Angeles’ın çılgın metropolitan hayatından etkilenen Kiedis, 1977 yılında Fairfax High School’a giderken bir kavga sırasında, bir daha yollarının hiç ayrılmayacağı Flea ile tanışır. O dönemde şiir yazmaya büyük ilgisi olan Kiedis, Flea’nin dahil olduğu küçük bir okul müzik grubu olan Anthym için sözler yazmaya ve şarkılara şiir okuyarak eşlik etmeye başlar. Anthym grubunun üyeleri arasında Hillel Slovak ve Jack İrons da vardır. Büyük ölçüde doğaçlama performanslarından oluşan dağınık ancak ilginç müzikleriyle Rhythm Lounge Club civarında lokal bir şöhret kazanan grup, kısa bir süre sonra ismini Red Hot Chili Peppers olarak değiştirir. Grubun ismini “Hollywood tepelerinde yeşeren bir türk psychedelic ot” olarak değerlendiren grup üyeleri, farklı müzik ekollerini (caz-funk-rock-rap) birleştiren ilginç soundlarıyla kısa sürede yapımcı firmaların da dikkatini çeker ve sonunda lokal şöhretlerinin Los Angeles’ta iyice duyulması sonrası EMI ile bir albüm anlaşması yaparlar.



O dönemde “What Is This” isimli bir grupları daha olan Jack İrons ve Hillel Slovak gruptan ayrılmak zorunda kalınca Kiedis ve Flea gitarda Jack Sherman ve bateride Cliff Martinez’in katılımıyla ekibi yeniden toplayıp, albüm çalışmalarına başlarlar. Albümün sounduna sık sık karışan yapımcılar nedeniyle istedikleri özgürlüğü bulamayan grup üyeleri 1984 yılında “Red Hot Chili Peppers” adını verdikleri bu ilk albümle fazla dikkat çekememiş ancak albüm sonrası çıktıkları turnede özellikle sahne şovlarıyla göz doldurmayı başarmışlardır. Gruba bir türlü uyum sağlayamayan Jack Sherman’ın gruptan ayrılması sonrası Hillel Slovak’ı yeniden gruba dönmeye ikna eden Flea ve Kiedis, başarısız ilk albümlerinin yanısıra hem kendilerinin, hem de özellikle Slovak’ın uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle zor dönemler yaşamaya başlarlar. Yine de ikinci albümün prodüktörlüğü için funk müziğinin babası sayılabilecek George Clinton ile anlaşan grup, büyük bir azimle ikinci albüm çalışmalarına başlar. “Freaky Styley” ismiyle 1985 yılında çıkan bu funk-hardcore karışımı albüm, “If You Want Me To Stay ve “Hollywood” gibi hit olan şarkılarla daha iyi bir satış grafiği yakalar. Cliff Martinez’i de gruptan göndererek Jack İrons’ı geri alarak eski ekibi toplayan Peppers, uyuşturucu problemleri nedeniyle 1985 yılında albüm sonrası çıktıkları turneyi zor tamamladı. Grubun üçüncü albümü rock soundunun daha ön plana çıktığı “The Uplift Mofo Party Plan” 1987 yılında yayınlandı ve “Fight Like A Brave” ve “Me And My Friends” gibi hitlerle kısa sürede meşhur oldu. Ayrıca konserlere çıplak ve penislerine çorap geçirerek çıkmaları gibi çeşitli eylemleri nedeniyle hem ilgi odağı, hem de eleştirilerin hedefi haline geliyorlardı. Plak şirketi de gruba “Party On Your Pussy” şarkısının sözlerinin değiştirilmesi için az baskı yapmamıştı. 1988 yılında “Abbey Road” isimli 45'likleri sonrası dördüncü albümleri için çalışırken, Hillel Slovak’ın aşırı dozda uyuşturucu nedeniyle ölmesi grubun bir yıla yakın bir süre müzikten uzak kalmasına neden oldu.



Flea ve Kiedis bir süre sonra toparlanmalarına karşın Slovak'ı eskiden beri tanıyan Jack İrons, geçirdiği ağır depresyonun da etkisiyle bir daha dönmemek üzere gruptan ayrılır. Grubu gittiği her konserde takip eden John Frusciante yapılan bir iki deneme sonrası yeteneğini ispat edince, grubun yeni gitaristi olur. Chad Smith’in de davulcu olarak ekibe dahil edilmesiyle albüm çalışmaları hızlanır. Uyuşturucu alışkanlıklarını düzene sokan grup üyeleri, Flea’nin bir kız çocuğunun dünyaya gelmesi ve saldırgan seksüel davranışları nedeniyle başı sık sık belaya giren Anthony Kiedis’in aktrist İone Skye’a aşık olup tek eşli bir yaşam sürmeye başlaması sayesinde çalışmalarına sakin kafayla devam edebilirler. 1989 yılında dördüncü albüm olan “Mothers's Milk” yayınlanır. “Higher Ground”, “Fire”, “Taste The Pain” ve Slovak'a adadıkları “Knock Me Down” gibi hitlerle grup artık Amerika’da tanınan ve sevilen yeni bir fenomen olmuştur. Gruba ait hediyelik eşyalar yok satarken, o dönemde en çok ilgiyi Madonna’yı grup üyelerine mastürbasyon yaptırırken gösteren t-shirtler görmüştür. Avrupa turnesine çıkan grup Amerika’daki kadar olmasa da Avrupa’da da ilgi görür ve şöhret basamaklarının en tepesine doğru yol almaya başlar. Kadın kılığında sahneye çıkmaları, televizyon talk showlarında canlı yayında soyunmaları ve konser sırasında bayan hayranlarıyla kameralar önünde sevişmeleri gibi tepki çeken hareketleri olsa da grubun popülaritesi giderek arttı ve “Pretty Woman” filmi soundtracki için “Show Me Your Soul” isimli bir şarkı dahi yaptılar. 1991 yılında ise grubun müthiş ilgi görecek albümü “BloodSugarSexMagik” yayınlandı. 1992 yılında MTV müzik ödüllerinde en iyi video klip ödülünü kazanan “Give It Away” ve Kiedis’in “melekler şehri” Los Angeles’a ve uyuşturucuya olan bağımlılığını anlatan daha sonra efsaneleşecek “Under The Bridge” gibi şarkılarla RHCP bu kez cidden zirveye yerleşir. 1992'de Pearl Jam, Smashing Pumpkins ve Nirvana ile bir konsere çıkan RHCP’da yine işler kötü gitmeye başlıyor ve yorucu rock yıldızı hayatından sıkılan Frusciante gruptan ayrılıyordu. Frusciante yerine uzun uğraşlardan sonra Dave Navarro gruba katıldı. Bu arada Flea, en yakın arkadaşı ünlü aktör River Phoenix’in ölümü üzerine yine sorunlu bir döneme girdi.



Bu sorunlu dönemde albüm çalışmalarını aksatan grup yine de Navarro’lu kadrosuyla 1994 Woodstuck’ında başarılı bir performans sergiledi. Kafalarında albüm bulunan kostümleriyle de izleyenlere unutulmaz bir şov izlettirdiler. 1995 yılında ise grup “One Hot Minute” ismi verilen albümü piyasaya sürdü. Oldukça acele hazırlanmış intibası bırakan bu albümden “Aeroplane” ve “My Friends” dışında önemli bir hit çıkmazken, satış oranları yine de düşük olmadı. Uzun bir süre birbirlerinden bağımsız tatil yapan grup üyeleri, o sıralarda solo albüm çıkaran John Frusciante’yi Navarro’nun yerine yeniden gruba alarak dört yıl sonra 1999 yılında Californication isimli unutulmaz yapıtı ortaya sürdüler. Neredeyse her parçanın hit olduğu bu unutulmaz albüm müzikalitesi kadar, özellikle Californication şarkısında görülebilecek post-modern vurgularıyla da büyük ilgi topladı. “Otherside”, “Scar Tissue”, “Californication”, “Porcelain” ve “Road Trippin” albümün en büyük hitleri olurken, RHCP artık tüm kıtalarda büyük bir hayran kitlesi bulunan efsane bir gruptur. Grubun bundan sonra çıkardığı 2002 tarihli “By The Way”, 2004 tarihli “Live In Hyde Park” ve 2006 tarihli “Stadium Arcadium” hayranları tarafından beklenildiği kadar iyi bulunmasa da, Californication gibi bir kült eser sonrası bu düşüşü normal karşılamak lazımdır diye düşünüyorum. Grup uzun bir süredir Anthony Kiedis, Flea, John Frusciante ve Chad Smith’li kadrosuyla yoluna devam ediyor ve umarım hep devam eder zira daha üretecekleri çok beste ve soyunacakları çok konser var...




Kaynaklar


- Atacan, Can, “Red Hot Chili Peppers”, Stüdyo İmge Müzik Yayıncılık


- RHCP online, http://www.redhotchilipeppers.com/



Ozan Örmeci

Bon Jovi




New Jersey merkezli rock grubu Bon Jovi, 20 seneyi aşkın bir süredir dünya müzik piyasasının gündeminde olan çok önemli bir gruptur. İsmini grubun solisti ve beyni Jon Bon Jovi’den alan grup 1982 yılında New Jersey’de kurulmuştur.



Asıl ismi Jon Bongiovi olan grubun kurucusu ve her şeyi olan Jon Bon Jovi, 1962 yılında New Jersey’de dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta müziğe merak saran ve çeşitli garaj gruplarında denemeler yapan Bon Jovi, lise yıllarında ilk önemli grubu olan Raze’i kurmuş ve müzik çalışmalarına hız vermiştir. Okuduğu liseden son sınıfta atılan Bon Jovi, daha sonra başka bir liseden mezun olmayı başarmış ve “Jon Bongiovi and the Wild Ones” (grubun isminde Marlon Brando’nun “Wild One” filmine gönderme yapıldığı anlaşılıyor) isimli grubuyla müzik çalışmalarına devam etmiştir. Grup çalışmalarında istediği başarıyı yakalayamayan Jon Bon Jovi, 1983 yılında doldurduğu bir demonun (efsane şarkı Runaway) yerel radyo istasyonlarında bir numaraya kadar yükselmesi ve uzun süre birinci sıradan inmemesi üzerine ilk defa plak yapımcılarının dikkatini çekmiştir. Bu solo başarısı üzerine bir turneye çıkmaya karar veren Jon Bon Jovi; Tico Torres, Richie Sambora, Alec John Such ve David Bryan gibi New Jersey underground gençliğinde tanınan başarılı müzisyenlerle bir grup oluşturmuş ve ilk turne deneyimine girişmiştir. Turne süresince yeni kurulmuş grubun üyeleri arasında oluşan güçlü dostluk ve müzikal uyum, patlamak üzere olan büyük bir grubun habercisi niteliğindedir.



Başarılı bir turnenin ardından Bon Jovi ismini alan grup 1984 yılı Ocak ayında ilk albümü Bon Jovi’yi Polygram’dan piyasaya sürdü. Bu albümde zaten efsane olma yolunda ilerleyen Runaway’in yanısıra bir de “She Don't Know Me” gibi bir hit çıkaran grup artık ünlü olma yolundadır. Scorpions ve Kiss’in ön grubu olarak turneye çıkan Bon Jovi, yaz sonunda da ilk altın plağını kazanır. Başarılı turnelerin ardından büyük tecrübe kazanan grup, 1985 yılında ikinci albümü “7800 Fahrenheit”ı piyasaya sürer. Bu albümde de “In & Out Of Love” gibi büyük bir hit vardır ancak grup beklenen patlamayı yapamadığı için eleştirilir. Bon Jovi’nin kariyerinde dönüm noktası sayılabilecek albüm ise 1986 tarihli “Slippery When Wet”tir. Bu albümde Bon Jovi hayranlarının hala en sevdiği şarkılar arasında yer alan “You Give Love A Bad Name”, “Livin’ On A Prayer” ve “Wanted Dead Or Alive” gibi süper hitler bulunmaktadır. Bu üç şarkının yanısıra “Raise Your Hands”, “I’d Die For You” ve “Never Say Goodbye” gibi klasikleşmiş Bon Jovi şarkılarının bulunduğu albüm piyasada tam anlamıyla bir bomba etkisi yaratır ve satış rekorlarını altüst eder. Grubun başarısı yalnızca Amerika ve sık sık turneye gittikleri Japonya ile sınırlı kalmaz, “Slippery When Wet” uzun süredir dünyada örneği görülmemiş bir biçimde her ülkede peynir ekmek gibi satmaktadır. Amerika’da da 5 ayda 5 milyon gibi bir satış rakamı yakalayan grup hemen bir Amerika turnesine çıkar. Bu turneler boyunca Bon Jovi bir çok efsane grupla beraber sahneye çıkma ve arkadaşlık kurma şansını yakalamıştır.



Yorucu turne ve konser programlarının ardından grup üyeleri yeni albüm için kolları sıvar. Beste ve sözlerde ağırlık Jon Bon Jovi'nin üzerindedir ancak Richie Sambora ve David Bryan’ın da kendisine hatırı sayılır desteği olmaktadır. Grubun dördüncü albümü “New Jersey” 1988 yılında müzik marketlerde yerini alır. Bu albümle de turnayı gözünden vuran Bon Jovi; “Lay Your Hands On Me”, “Bad Medicine” ve “I'll Be There For You” gibi hit parçalar çıkarır. Ancak “Bad Medicine” şarkısının uyuşturucuyu teşvik ettiği gerekçesiyle muhafazakar Amerikan çevrelerin tepkisini çeken grup, yine de gençlerin kendilerini sahiplenmesiyle bu dördüncü albümleriyle 1980’lerin idol gruplarından biri olmayı başarır. Bir diğer sorun ise grubun çimentosu sayılabilecek Jon Bon Jovi – Richie Sambora ikilisinin aralarının yorucu turneler sürecince açılması ve sık sık tartışmalarıdır. Bu nedenle grup bir süreliğine dağılma kararı alır. Dört yıl sürecek bu uzun arayı boş geçirmeyen Jon Bon Jovi, “Young Guns II” filmi soundtrack albümü için efsane olmuş şarkısı “Blaze Of Glory”i hazırlar. Şarkı yalnızca müzikalitesiyle değil klibiyle de büyük ilgi görür ve neredeyse bir sene boyunca MTV hit listesinde birinci sıradan aşağı inmez. Jon Bon Jovi yine bu ara süresinde kendi plak şirketi olan Jambco Records’u kurar. Richie Sambora da bu arayı iyi değerlendirir ve ilk solo albümü “Stranger In This Town”u hazırlayıp 1991 yılında piyasaya sürer. Uzun bir aradan sonra grubun müthiş geri dönüşü, hayranlarının inançlarını boşa çıkarmayan 1992 tarihli “Keep The Faith” ile olacaktır. Albümden “Keep The Faith”, “In These Arms” ve özellikle “Bed Of Roses” gibi şarkılar ön plana çıkarken, albüm geneli itibariyle de büyük övgüler alır. 1993 yılında bir sene kadar sürecek bir dünya turnesine çıkan grup, müthiş sahne performansıyla verdiği dört yıllık aranın açığını kısa sürede kapatmayı başarır. Bon Jovi 1994 yılında grubun en sevilen şarkılarının toplandığı “Crossroad” isimli albümü piyasaya sürer. Eski şarkılarının yanında “Always” gibi bir süper hit ve “Someday I'll Be Saturday Night” gibi yeni bir hiti bulunan bu albüm de büyük satış oranları yakalar.



1980’lerden 1990’ların ortalarına kadar sürekli bir yükseliş grafiği gösteren Bon Jovi’nin düşüşü ise 1995 tarihli “These Days” albümüyle başlar. Aslına bakılırsa bu albüm Bon Jovi’nin üzerinde en fazla uğraştığı, artık bir olgunluk dönemi ürünü kabul edilebilecek ve orkestra desteğiyle kaydedilmiş çok başarılı bir albümdür. Üstelik These Days’in satış grafiği de fena olmamıştır. Ancak grubun glam rock-hard rock karışımı kendine özgü müzik çizgisinden kayarak daha sanatsal bir arayışa yönelmesi hayranları tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu albümde basçı Alec John Such da gruptan ayrılmış ve yerine Hugh Mcdonald ekibe dahil olmuştur. Ayrıca albümde klasik rock müzik enstrümanlarının yanında nefesli ve yaylı çalgılar yoğun olarak kullanılmıştır. These Days’den çıkan “This Ain’t A Love Song”, “My Guitar Lies Bleeding In My Arms” ve “These Days” gibi hitlere rağmen grup hayranlarından olumsuz eleştiriler almış, yine de grubun 1995 Wembley Stadı konseri tarihe geçecek kadar başarılı olmuştur. Bu albümün aldığı olumsuz tepkiler grubu yine bir ara verme sürecine yönlendirmiş ve 2000 yılındaki “Crush” albümünün çalışmalarının başlayacağı 1999 yılına kadar grup dağılmıştır. Bu dönemde grubun bateristi Tico Torres, ünlü Çek manken Eva Herzigova ile olan fırtınalı evliliği nedeniyle grubun popülaritesini korumasına büyük katkıda bulunmuştur. Jon Bon Jovi ise eşi Dorothea ile birlikte uzun süredir iyi bir aile babası profili çizmektedir. Yine bu ara süresinde Jon Bon Jovi 1997 tarihli “Destination Anywhere”, Richie Sambora da 1998 tarihli “Undiscovered Soul” albümlerini çıkarmıştır. “Destination Anywhere” büyük satış rakamları yakalayamasa da, yumuşak melodileriyle beğeni toplamış ve “Midnight In Chelsea”, “Janie Don’t You Take Your Love To Town” ve “Queen Of New Orleans” gibi sevilen şarkılarla grubun ününü korumasını sağlamıştır. Ayrıca bu ikinci ara sürecinde Jon Bon Jovi aktörlük kariyerinde bir ilerleme kaydetmeye gayret göstermiş ve Moonlight and Valentino, The Leading Man, Little City, No Looking Back, Homegrown, Row Your Boat, U-571 ve Pay It Forward gibi filmlerde rol almıştır. Tüm çabalarına karşın Jon Bon Jovi beklediği başarıyı sinemada yakalayamamış ve grup yeni milenyumdaki yeni albümleri için çalışmalara girişmiştir.



Bon Jovi grubunun yeni milenyumda yaşadığı dönüşüm ilgi çekicidir. Grup ilk çıktığı günden bu yana ABD yönetimlerine muhalif “özgürlükçü sol” tavrı ve alternatif sayılabilecek sounduyla ilgi odağı olmuşken, 2000 tarihli Crush albümünden bu yana grubun piyasa müziğine yönelmesi hayranları tarafından tepkiyle karşılanmış ve grup hızla gözden düşmeye başlamıştır. Rock müziğin yerini r&b, rap gibi müziklerin almasının yanısıra 1990'lardan başlayarak gözde olan, soundları klasik hard rock’tan farklı Red Hot Chili Peppers benzeri gruplar Bon Jovi’yi tahtından indirmeyi başarmıştır. Crush albümünden çıkan “It’s My Life”, “Thank You For Loving Me” ve “Say It Isn’t So” gibi hitler de bu başaşağı gidişi durduramamıştır. Grup 2002 yılında “Bounce”, 2003 yılında ise “This Left Feels Right” albümlerini piyasaya sürmüş ancak büyük bir başarı yakalayamamıştır. Her ne MTV’deki son röportajlarından birinde jon Bon Jovi, New Orleans’ta sel felaketi sonrası yaşanan sorunların sınıfsal olduğunu söyleyerek hala sol bir damarı olduğunu belli etse de, grubun piyasa sounduna kapılması bu büyük düşüşte kanımca en büyük etkendir.

Kaynaklar:


- Atacan, Can, “Bon Jovi”, Stüdyo İmge Yayıncılık

- Bon Jovi official web site, http://www.islandrecords.com/bonjovi/

- Imdb.com, http://www.imdb.com/



Ozan Örmeci

Foucault'yu Anlamak





Tam ismi “Michel Paul Foucault” olan, 15 Ekim 1926 tarihinde doğmuş ve 26 Haziran 1984’te vefat etmiş post-yapısalcı ekolün kurucularından olan ünlü Fransız dilbilimci ve filozof Michel Foucault; gençliğinde ateşli bir Marksist ve Fransız Komünist Partisi üyesiyken, daha sonraları farklı düşüncelere yelken açmış ve bundan kaçınmaya çalıştığını iddia etse de kendi düşünce sistemini oluşturmuştur. Fransa’daki 1968 olaylarının önde gelen isimlerinden biri olan Foucault, öğrencilerle birlikte polisle çatışmaya girecek kadar çılgın, özgür ve anarşist ruhlu bir öğretim üyesidir. 1950’li yıllarda henüz şiddetli bir anti-komünist olmadan önce, Louis Althusser’in öğrencisi olmuş ve kendisinden fazlasıyla etkilenmiştir. Foucault’nun “söylem” kavramını yaratırken Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları” teorisinden etkilendiği aşikârdır. 1960’lardan başlayarak Foucault kitapları, makaleleri, konuşmaları ve yaptıklarıyla entelektüel çevrelerde büyük bir popülarite sağlamış ancak akademik dünyada esas değeri sanıyorum ölümünden sonra 1980’lerde anlaşılmıştır. Gilles Deleuze ve Jacques Derrida gibi isimlerle birlikte post-yapısalcı ekolünü oluşturan ve ikili karşıtlıklar (binary oppositions) tekniğiyle adeta teori alanında sosyal bilimlerin kaderini değiştiren Foucault; kimilerince tapılan, kimilerince ise nefret edilen tartışmalı bir isimdir. Ancak kendisinden nefret edenlerin dahi kabul ettikleri şey Foucault’nun dahiyane yaratıcılığı ve derinlikli düşünceleridir.


Toplumda varolan güç ilişkilerini; söylem analizi yaparak, çeşitli sosyal yapı ve kurumlara (hastane, bürokrasi, okul, genelev vs.) odaklanarak ve toplumsal normlar ile iktidar odakları tarafından “anormal” olarak nitelendiren marjinal grupları, düşünceleri inceleyerek açığa çıkarmaya çalışan Foucault, kendi yaşamında da toplumsal normların ötesinde bir çizgiye sahip olmuştur. Cinsellik üzerine yaptığı araştırmalar nedeniyle Paris “bordello”larında sıkça bulunmuş olan Foucault, bir süre San Francisco’nun elit gay komünitesine de girmiş ve 1984’te o zamanlarda henüz ne olduğu bilinmeyen AIDS hastalığından ölmüştür. “Deliliğin Tarihi”, “Kelimeler Ve Şeyler”, “Hapishanenin Doğuşu”, “Kliniğin Doğuşu”, “Bilginin Arkeolojisi” ve “Cinselliğin Tarihi” kendisinin en önemli eserleri arasındadır. Foucault ile ilgili ön yargıdan uzak bütünlüklü bir değerlendirme yapmadan önce, yapıtlarında ortaya çıkan bazı kavramlara göz atalım.


Foucault’yu anlamak için sanırım öncelikle “söylem” kavramı üzerinde durmalıyız. Michel Foucault’ya göre “söylem”; tüm dünyayı ve insanları şekillendiren ve karşı sözler söylendiğinde dahi dışına çıkılamayan, ancak sınırları belirlenebilecek ve temeli sarsılabilecek olan, düşünceler, inanışlar, yargılar, değerler, semboller, kelimeler, harfler, kurumlar, normlar ve geleneklerden oluşan ve içerisinde birçok güç ilişkilerini bulunduran devasa ve yaşayan bir organizmadır (Daha sonra bu kavram Marksist literatürde önemli bir yeri bulunan Antonio Negri ve Michel Hardt’ın “İmparatorluk” tezine de ilham kaynağı olacaktır). Foucault’ya göre söylem öylesine güçlü ve karmaşık bir yapıdır ki; söylemin karşısında olduğunu iddia eden düşünceler dahi söyleme göre şekillenir ve söylem içerisinde kendi yerlerini, değerlerini bulurlar. Foucault’nun düşüncesinde söylemin açıklarını yakalamak için “genealogy” yani “soybilim” tekniğine başvurulmalı ve tüm düşünce ve normların yapısökümü yapılarak merkezinde yatan güç ilişkilerine ulaşılmalıdır. Bunun en kolay yolu da “marjinal”, “öteki”, “farklı” olarak nitelendirilmiş grup ve düşünceleri mercek altına yatırmaktır. Çünkü sistem bu noktalarda adeta “error” (hata) vermekte ve açıklarını ortaya koymaktadır.


Foucault’nun “Two Lectures” isimli yazısı, Friedrich Nietzsche’den alarak geliştirdiği “genealogy” kavramını anlamak açısından bize faydalı olabilir. Bu makalede Foucault; dışlanmış, sistematik olmayan, dağınık, küçük, aykırı, farklı, öznel, devamlılığı olmayan bilginin peşinde olduğunu belirtmiş ve diğer bilgi türlerinin söylemin çizgilerine göre şekillendiğini ya da kendi söylemlerini ve güç ilişkilerini oluşturduğunu iddia etmiştir. Foucault’nun “inhibiting effect of totalitarian discourse (totaliter söylemin dizginleyici etkisi)” adını verdiği şey, bilimsel ya da ilahi olduğu iddiasıyla kendi söylemlerini yaratan tüm ideolojiler, düşünce sistemleri, inanışlar ve normların yarattığı kısıtlayıcı etkilerdir. Bundan kaçabilmek için Foucault’ya göre “neden” sorusundan çok “nasıl” sorusuna cevap aranmalı, gücü uygulayan merkezden çok, güce maruz kalan özneye odaklanılmalı, çevresel mikro bilgiden merkeze doğru ilerlenmeli ve söylemin gücü her alanda aranmalı, onun çeşitli tuzaklarına kanılmamalıdır. Bir diğer önemli nokta ise, söylemden kaçarken yeni bir söylem oluşturmamaya gayret etmektir. Bu nedenle Foucault, “Ben, kitaplarımın molotof kokteyli ya da mayın tarlası olmasını isterim, tıpkı donanma fişekleri gibi kullanıldıktan sonra kendilerini yok etmesini isterim” demiştir. Ancak geldiği noktada, Foucault’nun modernizmi ve her türlü ideolojiyi reddeden yeni nihilist bir söyleme ulaştığını iddia etmek de mümkündür.


Foucault’nun entelektüelin rolü konusundaki düşüncelerini ise sanıyorum en somut şekilde ortaya koyduğu yazı “Las Meninas” adlı makalesidir. Diego Velazquez’in ünlü tablosundan esinlenerek yazdığı bu makalede Foucault kendini, resmin en arka tarafında kapının eşiğinde duran ve merkeze uzak olmasına karşın dışarıda kalmayan ve tüm olayları gözlemleyebilecek bir konumda bulunan bu karanlık, gölgedeki adamla (shadowy figure) özdeşleştirmiştir. Yani Foucault’ya göre entelektüel; söylemin esiri olmadan, ancak söylemin etkilerini gözlemleyemeyecek kadar da uzaklaşmadan toplumu izlemeli ve çeşitli güç ilişkilerini açığa çıkarmalıdır. Velazquez’in kraliyet ailesinin tablosunu yapan ressam olarak kendini de resmettiği bu ünlü tabloda anlatılmak istenenin bireyin hem sosyal gerçekliğin yaratıcısı, hem de öznesi olduğu düşüncesinden hareket eden Foucault, bu sosyal gerçekliği çözümlemek için en uygun alanın söylemin ne içerisinde, ne dışarısında kalmak yani söylemin tam kıyısında, eşiğinde durmak olduğunu ifade etmiştir. Foucault’cu düşüncede söylem her yerdedir ve herkesi adeta esiri yapmıştır. Söylemi üretenlerin dahi onun dışında kalabilmesi mümkün değildir.


Yine Foucault’ya göre tüm semboller, anlamlar hakim olan söyleme göre şekillenmiş ve insanların aklında o şekilde yer etmiştir. Örnek vermek gerekirse; Türkiye Cumhuriyeti devletinin ya da başka devletlerin bayrakları onu görenler için belirli değerleri (ülkenin bağımsızlığı, yurttaşlık hakları, o ülke toplumlarının verdiği milli mücadeleleri vs.) sembolize eden ve hatta kimileri için uğrunda can verilebilecek, korunması için cinayet işlenebilecek kadar kutsal nesnelerdir. Ancak bir uzaylı ya da modern siyasal, toplumsal yaşamı bilmeyen bir Afrika yerlisi için Türk bayrağı sadece kırmızı zemin üzerinde beyaz ay ve yıldız motifleri bulunan bir bez parçasıdır. İşte bu örnekte olduğu gibi her obje, her düşünce, her yapı aslında tarihsel süreç içerisinde söyleme göre şekillenmiş ve çeşitli güç ilişkilerinin yayılmasına, doğalmış gibi gözükmesine yol açan çok güçlü ve karmaşık sembollerdir. Bu sembollerin anlaşılabilmesi için yapıbozum ya da yapısökümlerinin (deconstruction) yapılması gerekmektedir. Entelektüel dediğimiz ayrıcalıklı kişi; bilginin arkeologu olmalı, bilimsel olarak doğru kabul edilen şeylerin dahi altını kazmalı, derinliğine ulaşmalı ve sorgulamalıdır. Entelektüel bunu yaparsa her düşüncenin, sembolün merkezinde bir güç ilişkisi bulacaktır.


Foucault’cu anlayışta ön plana çıkan bir diğer kavram olan “güç”, bir köle ve sahip arasındaki ilişki gibi değildir. Foucault’nun “Panopticism” adlı yazısı onun güç anlayışı konusunda bize bir fikir verebilir. Foucault’ya göre üç değişik tip güç vardır. Birinci güç tipi klasik disipline etme yöntemi olan fiziksel ve (daha çok) ruhsal cezalandırmaya dayalı sistemdir. Buna göre hata yapanın cezalandırılması ve bu yolla disipline edilmesi, kontrol altına alınması güç uygulamasının eski ve yaygın bir türüdür. Ancak modern toplumların karmaşık yapısında artık bu birinci açık güç kullanımı yerini “panoptik” güç kullanımına bırakmıştır. Panopticon, Jeremy Bentham’ın geliştirdiği bir hapishane mimarisi tipi ve genel anlamıyla modern toplum düzeni modelidir. Bentham’a göre içerisi görünmeyen bir kule etrafında yan yana dizilmiş hücrelerde bulunan mahkûmlar, bu kule vasıtasıyla daima gözetlendiklerini bilecekler ve bu gözetlenme korkusunu, güdüsünü içselleştirerek toplumsal hayatta da istenmeyen hareketlerden uzak duracaklardır. Bu sayede mesela işçiler çok düşük bir ücret karşılığı günde 16 saat çalışmayı kabul edecekler ve yerleşik düzen; sindirilmiş ve kontrol altında tutulan bireyler sayesinde ayakta kalacaktır. Bentham’ın tasarladığı Panoptik düzende, çeşitli ışık oyunlarıyla kulenin içerisi görünmez yapılırken, modern toplumda kameralar ve yaptırım yetkisi olan güçler vasıtasıyla bu zorluk ortadan kaldırılmıştır. Bir faydacı (utilitarian) olan Jeremy Bentham’a göre, bu sayede kulenin içerisi boş bırakılsa dahi mahkûmlar gözetlendikleri hissine kapılacak ve hareketlerine dikkat etmek zorunda kalacaklardır. Bu “içselleştirilmiş korku”, hapishane çıkışı da etkilerini gösterecek ve toplumsal normlara, devlet kurallarına uygun hareket eden bireyler yaratılacaktır. Modern toplum da, çeşitli mekanizmalarıyla (kamera sistemi, mahkemeler, polis gücü vs.) bireyi sarıp sarmalamış ve her hareketini kontrol altında tutmaktadır. Foucault'cu bir bakış açısıyla kesin bir şekilde doğru-yanlış ayrımı yapan ve öbür dünyaya dair vaatleri ve uygulamaları nedeniyle bireyi kontrol altına almaya çalışan dini sistemler de, panoptik güç uygulamaktadır.


Panoptik gücü destekleyen bir diğer güç uygulaması da Foucault’nun “plague power” (veba gücü) ismini verdiği sistemdir. Bu sistem ismini Avrupa toplumlarında Orta Çağ’dan başlayarak vebalı ve cüzamlı hastaların kayıtlarının tutulması ve toplumdan ayrı konutlarda kontrol altında bulundurulmasından almaktadır. Modern toplumda da bireylerin sürekli kayıtları alınmakta ve her hareketleri izlenmektedir. Kimlik numaranız, nüfus cüzdanınız, suç kaydınız, banka ve kredi kartlarınız, ehliyetiniz, ikametgâh belgeniz, savcılık kaydınız, maaş bordronuz derken her türlü hareketiniz gözlenebilmekte ve yetkililer sizi kayıtlarınız sayesinde kolaylıkla takip edebilmektedir. Buna ek olarak Foucault’nun düşüncesinde, söyleme karşı tavır alanlar toplumdan dışlanmakta ve deli, suçlu, farklı, öteki, zanlı, ahlaksız, sapık, hasta şeklinde damgalanarak, toplumsal yaşamdan uzaklaştırılmaktadır. Bu nedenle Foucault “Kliniğin Doğuşu” ve “Deliliğin Tarihi” isimli eserlerinde Thomas Kuhn’un düşüncelerinden etkilenerek insanlık tarihinde değişik zamanlarda fikirleri nedeniyle hangi insanların (mesela Sokrates ve Galileo) deli olarak adlandırıldığını, değişik zamanlarda hangilerinin “normal”, hangilerinin “anormal” olarak değerlendirildiğini inceler.


Foucault’ya göre egemen söylemle mücadele etmek imkânsızdır çünkü bizim söyleme olan karşıtlığımız dahi söyleme göre belirlenmektedir. Söylem; karşıt görüşleri de içine katarak, sisteme entegre ederek büyür. Bu büyük, her alanda var olan söylemin arkasında hangi güç olduğu belirsizdir. Foucault’ya göre söylemi bir devrim yaparak yıkmak da çözüm getirmeyecektir. Zira yeni oluşan sistemde de güç ilişkileri devam edecek ve insanlar hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamayacaklardır. Ona göre sistemi yıkmak yerine, kökünden sarsacak aktiviteler yapmak ve sınırlarını belirlemeye çalışmak daha akılcı bir çözümdür. Doktor-hasta arasındaki ilişkiyi dahi hiyerarşik güç ilişkileri perspektifinden açıklayan Foucault, doktorların kendi vücutlarımız hakkında ne yapmamız gerektiğini söylemelerini, geleceğimizle ilgili kritik kararlar vermelerini, vücutlarımıza istedikleri müdahaleyi yapabilmelerini bu güç ilişkisinin göstergeleri olarak ortaya koyar. Kadın-erkek ilişkileri, cinsellik dahi güç ilişkilerinin bir türevidir ve egemen söylem doğrultusunda işlemektedir.


“What is an Author?” makalesi de Foucault külliyatında önemli bir yere sahiptir. Foucault’nun nispeten erken dönem düşüncesini yansıtan bu eserde Foucault, ekonomik determinizmi reddetmesine karşın, yazarları kendi bulundukları dönemin söylemi etrafında şekillenen kişilikleri, düşünceleri bulunan ve orijinalliği olmayan etkisiz bireyler olarak gördüğünü açıklar. Yani yazarlar ve yapıtlar ekonomik çelişkilerin belirlediği aktörler olmasalar da, söylemlerin belirlediği figüranlardır. Foucault bunu “disappearance of the author” (yazarın kaybolması) olarak tanımlar. Yazar; söylem tarafından şekillendirilen ideolojik bir üründür. Ancak bunu söyleyen Foucault, bazı yazarların (Karl Marks, Sigmund Freud gibi) kendi söylemlerini yaratabilecek kadar başarılı olduğunu söyleyerek kendisiyle çelişmektedir. Belki de bu isimler de Foucault gibi, egemen söylemin dışarısında düşünebilen ve mikro bilgilerden (işçi sınıfının yaşam koşulları, psikanaliz hastalarının rüyaları, anıları vs) etkilenerek hâkim söyleme saldıran düşünürler olarak kabul edilmelidir. Ancak ulaştıkları nokta da hem Marks, hem de Freud kendi söylemlerini oluşturmuş ve farklı güç ilişkilerinin kurulmasına yol açmışlardır. Yazarı hem söylemin ürünü yani pasif bir araç olarak görmesi, hem de bazılarının söylem yaratıcısı olabileceğini söylemesi Foucault’nun bu noktadaki çıkmazıdır.


Gençlik ve son dönemlerine bakmadan önemli kitaplarını yayınladığı orta yaş dönemlerine yoğunlaşırsak, Foucault kesinlikle bilimsel bilgiyi, objektif doğruyu reddetmektedir. “What is Enlightenment?” makalesinde Foucault, Aydınlanma’yı bireyin dinden kurtuluşu ve otorite sınırları dahilinde özgürce düşünebilmesi olarak açıklar. Bu makalede Foucault, Aydınlanma ve modernizmin tek tipleştirici, baskıcı etkilerini eleştirirken, feodal-din toplumlarından kurtuluştaki ilerici rolünün hakkını da teslim etmektedir. Foucault’nun objektif doğruyu reddetmesi ve söylemin yıkılamayacağını düşünmesi onu bazılarının gözünde ilerleme karşıtı bir nihilist konumuna indirgemektedir. Ancak unutulmamalıdır ki; bu adam işçiler, homoseksüeller, deliler, kadınlar, mahkûmlar, hayat kadınları yani tüm dışlanan ve ezilenler için polislerle bizzat çatışmış bir siyasal aktivisttir. Dahası kanımca post-modern ve post-yapısalcı ekolün genel yapısının aksine, -kendisi inkâr etse de- normatif ve etik kaygıları olan bir düşünürdür. Çalışmalarında sadece yıkıcı bir tavır değil, ezilen, dışlanmış gruplara karşı hümanist bir yaklaşımı vardır. Bu nedenle kanımca Foucault’yu kendi başına bir söylem olarak almak yerine, onun ikili karşıtlıklar metodunu kullanarak ezilen ve dışlanan grupların haklarını savunmak daha doğru bir hareket olacaktır. Mesela Edward Said bu yöntemle Batı’nın Doğu üzerinden kendisini tanımlayarak nasıl bir güç ilişkisi yarattığını ve siyasal üstünlük sağladığını “Orientalism (Oryantalizm)” isimli eserinde ortaya koymuştur. Yine feminist teori alanında son dönemlerde Foucault’nun metodu kullanılmış ve egemen söylemin kadınları dışlayıcı özellikleri ortaya çıkarılmıştır. Homoseksüeller, Afro-Amerikalılar ve çeşitli toplumlarda hiyerarşik yapının aşağı kademelerinde bulunan gruplar, Foucault’nun metoduyla haklarını daha iyi savunur hale gelmişlerdir. Marksistler de, azılı bir anti-komünist olmasına karşın Foucault’nun düşüncelerinden hareketle, söylemle sınıfsal çatışmalar arasında ilişkiler kurarak teorilerini geliştirmiş ve 21. yüzyıla taşıyabilmişlerdir.


Michel Foucault doğruyu söylemek gerekirse asla tam olarak çözülemeyecek büyük bir bulmacadır. Ancak farklı noktalarda birleştirebildiğimiz çeşitli parçaları ortaya koymak ve bunları iyi niyetle ezilen, dışlanan, ön yargılara kurban giden sosyal gruplara, bireylere uyarlamak 21. yüzyıl entelektüelinin belki de en büyük sorumluluğu olmalıdır. Başka yazarlar için bu derece geçerli olmayabilir ama söz konusu olan Foucault ise; bir metni okumak ve anlamak kesinlikle sübjektif bir eylemdir. Benim şahsi Foucault okumalarım sonucunda vardığım kanaat şu şekildedir; Elbette Foucault bir modernist değildir ancak onun etik kaygıları, ezilenlere hümanist yaklaşımı, İran İslam Devrimi’ne destek vermesine neden olan anti-emperyalist tavrı vs. kendisi reddetmesine karşın onun modern birçok değeri aslında savunduğunu ve amacının bunları geliştirmek olduğunu göstermektedir. Bu çılgın filozofu size olabildiğince basit bir şekilde tanıtmaya çalıştım. Kendisini huzurlarınızda bir kez daha saygıyla anıyorum.



KAYNAKLAR

- Foucault, Michel, “What is an Author?”, Paul Rabinow’un “The Foucault Reader” kitabından, 1984, New York: Pantheon Books, 101-120
- Foucault, Michel, “Panopticism”, “Discipline and Pınish: The Birth of the Prison” kitabından, 1979, New York: Vintage, 195-228
- Foucault, Michel, “Two Lectures”, “Power/Knowledge: Selected Interviews and Other Writings” kitabından, 1972, New York: Pantheon Books
- Foucault, Michel, “What is Enlightenment?”, Paul Rabinow’un “The Foucault Reader” kitabından, 1984, New York: Pantheon Books, 32-50
- Foucault, Michel, “Las Meninas”, “The Order of Things” kitabından, 1979, New York: Vintage, 3-16
- Wikipedia.org, http://www.wikipedia.org/


Ozan Örmeci

Ruanda Soykırımı


Yakın tarihte yaşanmış en büyük insanlık trajedilerinden biri olan Ruanda soykırımı; Batı dünyasının bu olaydaki sorumluluğuna ve yaklaşık 1 milyon insanın bu olay sonucunda katledilmesine rağmen büyük olasılıkla Batı dünyası için büyük bir kayba yol açmadığı ve bu olayda Batının gösterdiği ahlaksız tutum hatırlanmak istemediği için üzerinde fazla durulan bir konu değildir. Olay daha çok her yerde gösterime sokulmayan ve aday olmasına karşın hiçbir Oscar ödülüne layık görülmeyen muhteşem film Rwanda Hotel’in çekilmesinden sonra dünya kamuoyunun gündemine taşınmıştır. Bu yazıda kısaca Ruanda soykırımının nasıl geliştiğini ve Avrupalı devletlerin bu olaydaki rolünü sorgulayacağım.


Ruanda soykırımının temelleri aslında emperyalist Avrupalı güçler Belçika ve Almanya’nın Ruanda ve Burundi’den ayrılırken yaptıklarına dayanmaktadır. Bu iki ülkede yaşayan en iki kabileden biri olan Hutular; Etiyopya’dan 500 yıl kadar önce gelerek Ruanda ve Burundi’ye yerleşmişlerdir. Hutular tarımla uğraşırken kendilerinden daha önce bu bölgeye yerleşmiş Tutsi kabilesi ise büyükbaş hayvancılıkla geçinmektedir. Yüzyıllılar içerisinde iki kabile birbirine yakınlaşmış ve kabile mensupları arasındaki farklar neredeyse tanınmaz, bilinmez hale gelmiştir. Zira kabileler arası evlilik ve bir arada yaşam daima üst düzeyde olmuştur. Ancak özellikle Belçikalılar ülkede hâkimiyeti sağlamak için (böl ve yönet politikası) kabile farklılıklarını körüklemeye çalışmış ve azınlıkta olmasına karşın bölgenin esas sahibi olarak nitelendirdikleri Tutsileri avantajlı, elit azınlık durumuna geçirmişlerdir. Bu dönemde Tutsiler nüfusun yüzde 85’ini oluşturan Hutulara karşı yüzde 15’lik oranlarına karşın daha iyi eğitim alma şansı yakalamış ve devlet kademelerinde görev almışlardır. Belçikalılar Ruanda’dan, Almanlar ise Burundi’den çekildikleri 1962 yılında ise artık kabile farklılıkları sosyal yaşamı ciddi bir biçimde etkiler hale gelmiştir.


1962 yılında başlayarak çoğunluk olmalarına karşın devlet yönetiminde söz sahibi olamayan Hutular Tutsilere karşı ayaklanmış ancak bu ayaklanma ve etnik çatışmalar iki kabilenin yakınlığı ve sağduyulu tavırları sayesinde bir iç savaşa dönüşmemiştir. 1965 yılında seçimle iş başına gelen Hutu liderinin Tutsi teröristleri tarafından öldürülmesi ise etnik çatışmaların başlamasında önemli bir yer tutar. 1972 yılındaki Hutu ayaklanması nedeniyle Burundi’de çok sert önlemler almaya giden Tutsi kabilesi mensubu askerler 250.000 Hutu’yu öldürmüşlerdir. Olaylar artık çığırından çıkmış ve gözle görülür bir şekilde etnik soykırıma doğru ilerlemesine karşın insan haklarını her şeyin önünde tutan (!) Batı dünyası o sıralarda CİA darbeleriyle meşguldür ve kendi yarattıkları bu pisliği temizlemek konusunda bir çaba göstermezler. Karşılıklı adam öldürmeler, katliamlar sonucu yüzlerce yıllık dostluk bir kenara bırakılarak her iki taraf da birbirinden korkar ve bu korku nedeniyle birbirini dışlar olmuştur. Burundi’deki Tutsi kontrolü 1993 yılına kadar sürmüş ancak bu tarihte Melchior Ndadaye’nin başkan seçilmesiyle daha önce Ruanda’da da olduğu gibi Burundi’de de Hutu çoğunluk iktidarı ele geçirmeyi başarmıştır. Ancak olaylar Burundi’den önce Ruanda’da, hem de çok şiddetli bir şekilde başlayacaktır.


1973 yılından beri Ruanda’yı yöneten Hutu lideri başkan Juvenal Habyarimana’nın binlerce Tutsi’yi Zaire’ye sürgüne göndermesi sonrası Tutsiler kendi para-militer örgütlerini kurarak Hutu kontrolündeki polis ve askerle çatışmaya başlamışlardır. Bu çatışmalarda kullanılan silahları Batılı silah tüccarlarından elde eden Tutsi gruplarına karşı başkan Habyarimana da “Hutu Power” olarak bilinen bir kampanya başlatmış ve çatışmalar şiddetlenmiştir. 1994 yılı Nisan’ında ise başkan Habyarimana’nın başkent Kigali’de vurularak düşürülmesi sonrası Hutuların agresyonları artmış ve kısa sürede soykırımına dönüşen vahşi katliamlar Hutular tarafından başlatılmıştır. Askeri geçmişleri daha parlak olan Tutsiler de kısa sürede silahlanarak Hutulara karşılık vermiş ve birkaç ay içerisinde ülkede 1 milyon kişi hayatını kaybetmiştir. Olaylar bu vahşi soykırımla sona ermemiş ve Ruanda’dan Zaire ve Etiyopya’ya kaçmaya çalışan 1,5 milyon insan uzun süre yollarda, sınır kapılarında çok güç şartlarda yaşamaya mecbur kalmıştır. Birleşmiş Milletler tüm bu olaylar yaşanırken gerek askeri müdahale, gerekse tıbbi ve yiyecek yardımı konularında oldukça geç kalmış ve büyük bir felakete neden olmuştur. Bu etnik çatışmalar daha sonraları Zaire’ye de sıçrayacak ve burada da büyük toplu katliamlar yaşanacaktır. Birleşmiş Milletler’in geç müdahalesi sonrası Ruanda’da kontrol sağlandıktan sonra İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Nürnberg Mahkemeleri’ni örnek alan İnsan hakları mahkemeleri kurulmuş ve binlerce kişi insanlığa karşı işledikleri suçlar nedeniyle hapsedilmiştir.


Ruanda soykırımı birçok konuda insanlığa büyük dersler vermektedir. Öncelikle bugün Lübnan’a asker göndermek için Amerika’nın teşvikleriyle büyük çaba gösteren ancak Irak işgali konusunda hiçbir şey yapamamış olan Birleşmiş Milletler’in aslında son derece sembolik bir kurum olduğu ve dünya politikasının hala ulusal çıkarlara göre ulus-devlet temelinde ve realizm anlayışı doğrultusunda şekillendirildiği karşımıza çıkan bir gerçektir. Ruanda’da bir soykırımın yaşanabileceği 1970’lerde belli olmasına karşın ABD ve Birleşmiş Milletler bu konuda hiçbir çaba göstermemiş ve Belçika’nın temellerini attığı kabileye dayalı etnik ayrımcılık kısa sürede bu noktalara kadar gelmiştir. İkinci önemli gerçek emperyalizmin ve emperyalist ülkelerin izlediği taktikler hakkındadır. Belçikalıların Ruanda’da yaptıkları uygulamanın kökeninde emperyalizmin böl ve yönet stratejisi yer almaktadır. Yugoslavya’nın parçalanması ve sonrasında yaşananlardan hala bir ders çıkarmamış olan komprador özgürlükçüler bugün aynı şeyi Irak ve Türkiye’de gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz ki bir ülkede yaşanan etnik çatışma dışarıdan yapılabilecek insani görünümlü emperyal amaçlı müdahalenin meşru dayanağı olmaktadır. Bugün ABD ile kayıtsız şartsız işbirliği yapan Kürtlerin başlarına ABD’nin bu bölgeden çekilmesi veya kovulması sonrasında Türkiye’de değilse bile Irak’ta neler gelebileceği hepimizin aklında olması ve bölgesel güçler tarafından önlem alınması gereken konulardır. Bu olaydan çıkarılabilecek üçüncü ve belki de en önemli ders günümüzde küresel sermayenin yönlendirdiği dünyada insani değerlerin ve genel olarak insanlığın sıfırı tüketme noktasında olduğudur. Ruanda’da 1 milyon kişi katledilmiştir ancak olay Batı dünyasında neredeyse hiç bilinmemekte ve önemsenmemektedir. Felluce’de yaşananlar, Irak’ta ve Lübnan’da bugün hala devam eden katliamlar sanki başka bir dünyada yaşanıyormuşçasına insanlığın umurunda, bilgisinde, aklında, kalbinde değildir. Belki de bu konuyu en iyi şekilde Hotel Rwanda filminde Joaquin Phoenix’in canlandırdığı karakter ifade etmiştir; " I think if people see this footage, they'll say Oh, my God, that's horrible. And then they'll go on eating their dinners". Bu görüntüleri görüp, bu yazıyı okuyup yemek yemeye bir önceki şekilde devam edemeyecek tüm gerçek insanlara…


Ozan Örmeci


Ermeni Belge Düzmeciliği

Sözde Ermeni soykırımı konusunda ikna edici argüman ve belgeleri bulunmadığı için Mustafa Kemal’i kendilerine siper yapmak isteyen Ermeni lobileri, Avrupalı emperyalistler ve onların komprador işbirlikçileri, çeşitli bilgi ve belgelerde tahrifat yaparak Mustafa Kemal’e ait olduğu söylenen bazı sözleri gündeme taşımaktadırlar. Ancak Türkkaya Ataöv’ün yaptığı çalışmalar sonucunda bu sözlerin büyük bir bölümünün uydurma olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yazıda Ataöv’ün “A Statement Wrongly Attributed to Mustafa Kemal Atatürk” makalesi ve “Ermeni Belge Düzmeciliği” kitabından yararlanarak bu konuları aydınlatmaya çalışacağım.


Ataöv’ün çalışmasına göre bu tarihi çarpıtmaya uygun ortam yaratan unsur Mustafa Kemal ve İngiliz yanlısı askeri hâkim Nemrud Mustafa Paşa’nın (Kürt Mustafa şeklinde de geçer) sözlerinin Ermeni lobileri tarafından bilinçli olarak karıştırılmasıdır. Bunun iyi niyetli bir dikkatsizlik olmasının ihtimali de son derece azdır. Zira Türkkaya Ataöv’ün çalışmalarına ve tüm tekziplere rağmen Ermeniler ve Avrupalı müttefikleri bu konuda bir düzeltme yapma yoluna gitmemişler ve ısrarla hatalarını tekrar etmişlerdir. Bugün sözde Ermeni soykırımı konusunda çalışma yapan birçok satılık Türk araştırmacısı da aynı yolu izlemektedir.


Öncelikle söylenmesi gereken başta “Atatürk ve Devrimleri Tarihi Bibliyografyası” olmak üzere hiçbir kaynakta Mustafa Kemal’in buna benzer bir sözünün yer almıyor olmasıdır. Ancak olayların başlangıcı Fransız yazar Paul du Véou’nun “Le Désastre D’Alexandrette” kitabının bir yerinde dip not olarak “Mustafa Kemal’in 27 Ocak 1920’de İstanbul’da bir mahkemede Ermeni katliamları nedeniyle Osmanlı Devleti’ni sorumlu tuttuğunu” söylediğini yazmasıdır. Ancak bu iddia oldukça komik kaçmaktadır. Zira Mustafa Kemal Milli Mücadele’yi başlattığı 19 Mayıs 1919 tarihinden 1927 yılına kadar İstanbul’a hiç gitmemiş, hiçbir mahkemeye katılmamıştır. Dolayısıyla böyle bir açıklama yapmasına imkân yoktur. Aynı hata Jean Naslian’ın 1951 tarihli “Les Memoires de Mgr. Jean Naslian” kitabında da yapılmıştır. Naslian’ın bu hatayı Véou’nun kitabına mı yoksa Le Bosphore ve La Renaissance gibi İstanbul’da 1919–1920 arasında çıkarılan Ermeni gazetelerindeki çarpıtma haberlerine göre mi yaptığından emin değiliz. Ancak bir hata yapıldığı ortadadır. Hagopian Chaian’ın editörlüğünü yaptığı La Renaissance gazetesinde Nemrud Mustafa Paşa’nın sözlerini Mustafa Kemal’inmiş gibi gösteren çeşitli sözler yer almıştır. Bu konuyla ilgili tüm belgeler Türkkaya Ataöv’ün kitaplarında mevcuttur. Bu sözler tüm uyarı ve tekziplere rağmen Jean Mécérian’ın “Le Génocide du peuple Arménien” kitabında da yer almıştır.


Yapılan uyarılar sonucunda Ermeni yazar G. Guergerian; Massis Weekly dergisindeki 1967 tarihli makalesinde hatasını ilk kabul eden kişi olmuştur. Ancak buna rağmen bir diğer Ermeni yazar Leon Surmelian Andonian Shiragian’ın “The Legacy: Memoirs of an Armenian Patriot” kitabına yazdığı önsözde aynı hatayı pişkin bir şekilde tekrar etmiştir. Ancak tarih konusunda yapılan skandal hata fark edilerek Mustafa Kemal’in katıldığı iddia edilen mahkemenin tarihi bu defa 28 Ocak 1919 olarak değiştirilmiştir. Bu gibi saptırmalardan güç alan Sovyet Ermenileri G. Arutyunov ve G. Episkoposov da aynı çarpıtılmış iddiaları kitaplarına eklemişlerdir. Mari Kochar, Jon Kirakosian, Sovetakan Haiaistan ve Hagop Terjimanian da aynı hatayı yapanlar arasındadır. Ancak bir diğer Ermeni yazar ve The Armenian Review dergisinin editörü James H. Tashjian bilim etiğine aykırı bu davranışlardan rahatsız olarak 20 Mart 1982 tarihli The Armenian Weekly’de Mustafa Kemal’in böyle bir mahkemeye katıldığına ve böyle bir sözü söylediğine dair hiçbir delinin olmadığını açıkça belirtmiştir. Tashjian’ın da kabul ettiği şekilde mahkemeye katılan kişi Mustafa Kemal değil Nemrud Mustafa Paşa’dır. Zaten aynı mahkeme Mayıs 1920’de Mustafa Kemal hakkında idam kararı çıkaracaktır.


Büyük bir yalana dayalı olarak Mustafa Kemal’e atfedilen bu sözler daha sonraki tarihlerde de Ermeni lobilerince kullanılmaya devam etmiştir. Oysa Mustafa Kemal’in böyle bir sözü olmadığı gibi Anadolu’da Ermenilerin yaptıkları katliamları kınayan birçok sözü bulunmaktadır. Mustafa Kemal’in 5 Haziran 1919 tarihinde Havza’dan yazdığı mektupta Amasya’da Hıristiyanlara yönelik hiçbir Müslüman şiddet eylemi olmadığı halde Ermeni ve Yunan çetelerinin Müslüman nüfusa yönelik hırsızlık, tecavüz ve katliam eylemlerinden bahsedilmiştir. İsviçreli gazeteci olduğu söylenen Emil Hildebrand ismi üzerinde de şüpheler yoğunlaşmış, kendisine haberleri sonrası bir daha ulaşılamamıştır.


Durum buyken maalesef ülkemizde demokratikleşme ve insan hakları bahaneleri altında çok kirli bir oyun oynanmakta ve tarih gözlerimizin önünde kasıtlı olarak çarpıtılmaya çalışılmaktadır. Tarihi saptıran bu gibi kişilerle mücadele edebilmek için başta Türk tarihçileri ve sosyal bilimcileri olmak üzere tüm yurttaşların konu hakkında bilgi sahibi olmaları ve bilinçli yürütülen dezenformasyon kampanyaları ve psikolojik savaşın zararlı etkilerinden kendilerini korumaları gerekmektedir.


Ozan Örmeci

12 Ekim 2008 Pazar

Cumhuriyet Halk Partisi


Cumhuriyet Halk Partisi; kimilerince sevilen, kimilerince de nefret edilen ancak kuşkusuz herkesin kabul edeceği bir biçimde Türkiye Cumhuriyeti siyasal tarihindeki en önemli ve bir anlamda devletin kurucusu niteliğindeki politik kurumdur. Aynı Hindistan Kongre Partisi ve Meksika’nın PRI’sı gibi devlet kuran parti özelliği bulunan CHP’nin bir diğer önemli özelliği çok partili rejime geçiş konusunda gösterdiği büyük çaba ve dünyadaki benzeri olan devlet kurucu siyasal partilerden bu yönüyle çok daha demokratik ve çoğulcu bir yapıya sahip olmasıdır. Sivas Kongresi’nde Anadolu’da çeşitli yerlerde kurulmuş olan “müdafaa-i hukuk” cemiyetlerinin Mustafa Kemal tarafından “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmesi sonrası 9 Eylül 1923 tarihinde Mustafa Kemal önderliğinde “Halk Fırkası” ismiyle kurulan CHP’nin tarihi, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinin tarihidir. 1960’lı yıllardan itibaren hem Mustafa Kemal mirasına sahip çıkan, hem de ortanın solunda olma iddiası bulunan CHP’nin günümüzde içinde bulunduğu zor durumun kökleri aslında partinin devrimci niteliğini dönemsel koşulların ve Mustafa Kemal’in siyasetten uzaklaşmasının da etkisiyle kaybetmeye başladığı 1930’lı yıllarda aranmalıdır. Yine partinin 12 Eylül sonrası belli sosyal grup ve sınıflarla bağlar geliştirmekteki başarısızlığı kuruluş aşamasında beliren yapı çerçevesinde incelenecektir. Bu yazımda CHP tarihini mercek altına alarak Kemalizm’in ve sol düşüncenin hangi sebeplerle gün geçtikçe CHP’den tasfiye edildiğini anlamaya ve anlatmaya çalışacağım.


CHP’nin Birinci Kongresi sayılan Sivas Kongresi’nin ardından ikinci kongresi, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle neticelenmesi ve Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra 15 Ekim 1927 tarihinde yapılmıştır. Mustafa Kemal’in Nutuk’u baştan sona okuduğu bu unutulmaz kongrede “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” CHP’nin dört temel ilkesi olarak benimsenmiş ve Mustafa Kemal partinin değişmez genel başkanı olarak kabul edilmiştir. Altı Ok’un kalan ikisi olan “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ise partinin üçüncü kongresi olan 10 Mayıs 1931 tarihli kurultayda parti programına eklenmiştir. Bu altı çok önemli ve ilerici ilke 1937 yılında Türkiye Cumhuriyeti anayasasına da eklenecek (1924 anayasası) ve devletin temel prensipleri olarak kabul görecektir. Partinin isminin Cumhuriyet Halk Partisi yapılması ise 9 Mayıs 1935 tarihli dördüncü kurultayda gerçekleşmiştir. CHP köklerini Milli Mücadele’yi örgütleyen Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinden alan bir parti olarak, parti üst kadrosunun ideolojik eğilimleri belli bir istikamette olmasına karşın daima kendi içerisindeki çoğulculuğu koruyan (pluralist) çok sesli ve çok renkli bir parti olmuştur. Partinin özellikle tek-parti dönemindeki elit niteliği ve kadro partisi olmaya yakın yapısı, partinin toplumun her kesimini kucaklayan bir siyasal kurum olmasını engellememiş ve belki de bu nedenle CHP hiçbir zaman tam anlamıyla “sol”da olamamış, adeta devletin kendisi olarak hep merkeze yakın kalmıştır. Bu tablonun ortaya çıkışında kuşkusuz 18 Haziran 1936'da Parti Genel Başkanı Vekili İsmet İnönü'nün yayınladığı genelge ile parti ile hükümetin birleştirilmesinin de etkisi büyüktür. Ancak CHP üst kadrolarının amaçladıkları devrimleri yapamamalarının temel nedeni dönemsel koşulların da etkisiyle partiye temel ilkelere ters düşebilecek sosyal grup temsilcilerinin ilerleyen süreçte dahil edilmiş olmasıdır.


Asker ve bürokrasi kökenli Kemalist Devrim’in mimarı CHP üst kadrolarının temel amaçları bilindiği üzere pozitivist ilkeler doğrultusunda tam bağımsız bir ulus-devletin yaratılması ve devletçi-halkçı-milli siyasi ve iktisadi programlar izlenmesidir. Buna paralel olarak Jakoben bir yapısı bulunan devrimin çeşitli yollarla tabana yayılması (Köy Enstitüleri-Halk Evleri) ve Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine yükseltecek sanayileşme, toprak reformu, çok partili demokratik rejime geçiş (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyimleri) gibi atılımların yapılması planlanmıştır. Ancak henüz Milli Mücadele döneminde başlayan gerici isyanlar ve laik Cumhuriyet’e duyulan tepkiler, CHP elitlerinin zaman içerisinde partinin devrimci hedeflerinden giderek uzaklaşmasına neden olmuştur. Zaten bu durum parti mensuplarının sosyal kökenleri incelendiğinde de rahatlıkla görülmektedir. Mesela CHP’nin birinci kurultayına katılan delegelerden azımsanmayacak bir kısmının toprak ağası ve dini lider olması dikkat çekicidir. CHP kurulduğu dönemde örgütlü bir köylü ya da işçi kesiminin bulunmayışı ve ülkenin zor koşullar içerisinde adeta sıfırdan yeniden kurulacak olması, bunlara ek olarak yeni devletin laik yapısı ve Osmanlı’nın kolay kolay söküp atılamayan mirası nedeniyle CHP elitleri devrimci programlarından büyük ölçüde vazgeçmiş ve özellikle sorunlu bölgelerde halkı sistem yanlısı olarak tutabilmek için zengin toprak sahipleri ve saygın dini liderlere parti kapılarını açmışlardır. Yine parti ve devletin benimsediği “devletçilik” ilkesinin dönemsel koşulların da etkisiyle (Büyük Buhran, Keynesçi iktisadiyatın popülaritesi) yaygın kabul görmesine karşın, iş adamları ve yerli burjuvazi temsilcileri de CHP kadrolarında sıklıkla yer bulmuşlardır.


Mustafa Kemal’in aktif siyasetten uzaklaşmaya başladığı 1930’lu yıllarda CHP içerisinde iki grubun güç mücadelesi yaptığını görmekteyiz. 1950’lerde Demokrat Parti ve CHP arasında yaşanacak olan çekişmenin bir benzeri 1930’larda Celal Bayar önderliğindeki İş Bankası Grubu adıyla bilinen toprak reformu karşıtı liberal klik ve devletçi ekonomi yanlısı İsmet İnönü ve Recep Peker’in başını çektikleri bürokratik grup arasında yaşanmıştır. İş Bankası Grubu serbest piyasa ekonomisini, ABD ve Batı dünyası ile yakınlaşmayı savunan iş adamları ve toprak sahipleri tarafından desteklenen CHP’nin liberal sağ kanadını oluştururken, daha otoriter ve doktriner tavrı bulunan bürokratik kanat devletçiliği, toprak reformunu ve tam bağımsızlığı savunmasıyla CHP’nin sol kanadını oluşturmaktadır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki İnönü’cü bu grubun sol anlayışı da; henüz bir işçi ve köylü sınıfı olmayan Türkiye Cumhuriyeti gibi çok geri kalmış bir ülkede sınıfsal temeli bulunmayan korporatist ve devletçi ekonomi temelli bir sol anlayıştır. CHP içerisinde ayrıca Cumhuriyetçi Muhafazakarlar olarak bilinen, yavaş ve aşamalı değişim yanlısı bir grup ve Kadro Dergisi yayınları doğrultusunda sosyalist dünya görüşüne sahip olan küçük bir komünist klik de bulunmaktadır. Ancak esas mücadele liberal ve bürokratik grup arasında yaşanmıştır. Büyük Buhran sonrası devletçiliğin dünyada prim yapması ve Kadro Hareketi’nin büyük ses getiren sosyalizm yanlısı yayınları neticesinde 1930'larda 1940’larda liberal kanat zayıflatılmış ve İnönü’nün devletçi-bürokratik grubu ön plana çıkmıştır. Zaten Atatürk'ün ölümü sonrası cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün yapacağı ilk iş; liberal kanadın önde gelen ismi Celal Bayar'ı başbakanlıktan almak olmuştur.


Ancak CHP’nin ardı ardına gelen feodal temelli ve dış destekli Kürt-İslam ayaklanmaları karşısında zor duruma düşmesi liberal kanadın elini güçlendirmektedir. Zira ordunun bu derece zayıf, nüfusun bu denli az olduğu bir ülkede toprak reformu yapmaya kalkmak oldukça riskli bir iştir. Nitekim 1945 yılında TBMM’de görüşülen toprak reformu konusu Recep Peker ekibinin tüm baskılarına karşın Celal Bayar ve Adnan Menderes başta olmak üzere liberal grubun şiddetli muhalefeti ve İnönü’nün tarafsız kalmayı seçmesi neticesinde rafa kaldırılmıştır. Belki de ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesinin ve ulus-devlet dönüşümünün tamamlanamamasının en önemli sebebi olan devletin güneydoğu’daki feodal düzene hakim olamayışı ve bu bölgeye yabancı kalışı bu yolla sağlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası beliren ve batı dünyası tarafından abartılan Sovyet tehdidi, CHP içerisinde liberal kanadın daha da güçlenmesini sağlayacak ve çok partili rejime geçilmesiyle beraber CHP’den kopan liberal grup Demokrat Parti’yi kuracaktır. Ancak CHP ve DP’nin 1950’li yıllardaki tüm çekişmelerinin asıl sebebi ekonomi politikaları değil, dinin siyasete alet edilmesi konusu olacaktır. Nato süreci ile beraber Türkiye’yi batı bloğuna yanaştıran İsmet İnönü ve CHP’nin ekonomi politikasında savunduğu fikirler Demokrat Parti’nin programından çok da farklı değildir. Her iki parti de karma ekonomi yanlısı olmuş ancak DP daima sanayici ve toprak sahibinin çıkarını emekçi kesimin haklarından önde tutmuştur. İki partiyi birbirinden ayıran en önemli fark ise CHP’nin toplumun tüm kesimi kucaklamaya çalışan bir devlet partisi olma gayreti ve Kemalist ilkelerin korunmasına yönelik dikkatli tutumu, DP’nin ise burjuvazi ve feodal elitin çıkarını koruyan bir sınıf partisi olduğunu dini söylemi ve tarikatlarla geliştirdiği bağlar sayesinde gizlemeye çalışması ve gücünü konsolide etmek için Kemalist prensipleri ayaklar altına almaktan kaçınmamasıdır. TBMM’ye inanılmaz geniş yetkiler tanıyan tek-parti döneminden kalma 1924 anayasasının desteğiyle faşist-diktatörlük benzeri bir yönetim kuran Demokrat Parti 27 Mayıs devrimi ile kapatılırken, 1960’lı yıllar 1961 anayasası ile birlikte daha fazla özgürlüğü ve daha solda bir CHP’yi müjdeliyordu...


1960’lı yılların ortalarında ABD ile bozulan ilişkiler ve kesişen çıkarlar, tüm dünyada esmekte olan sol rüzgarları ve Türkiye’de örgütlü bir işçi sınıfının 1961 anayasası neticesinde ortaya çıkmasıyla CHP merkezden biraz sola açılarak kendisini “ortanın solu” olarak tanımlamaya başladı. Genel Başkan İsmet İnönü'nün Temmuz 1965'de gazeteci Abdi İpekçi'ye verdiği mülakatta açıkladığı ve o günden sonra tartışılmaya başlanan "ortanın solu" görüşü, 18 Ekim 1966 tarihli kurultayda partinin resmi politik çizgisi olarak kabul edildi. İsmet İnönü döneminde son derece kontrollü bir sol anlayışı bulunan CHP’liler yine de rakipleri büyük demagog Süleyman Demirel ve Adalet Partisi mensuplarının “komünist Sovyet ajanı bunlar”, “ortanın solu Moskova’nın yolu” suçlamalarından kurtulamıyordu. 14 Mayıs 1972 tarihli unutulmaz kurultayda genel başkanlıktan ve partiden istifa eden İsmet İnönü’nün yerine genç ve idealist Bülent Ecevit’in genel başkan olması sonrasıysa CHP soldaki konumunu netleştirmiş ve “ortanın solu”nun yerine gelen “demokratik sol” kavramıyla reformlar yoluyla düzen değiştirici bir parti olduğunu vurgulamıştır. Bu yıllarda CHP kendi içerisindeki çoğulcu yapıyı bir nebze olsun değiştirebilmiş ve şehirli emekçi-çalışan kesimle, köylü ve öğrenciyle geliştirdiği sıkı bağlar neticesinde oy oranlarını yüzde 40’ın üzerine taşımıştır. CHP bu dönemde Sosyalist Enternasyonal’e de üye olmuş ve çağdaş bir sosyal demokrasi anlayışı benimsemiştir. Evrensel sosyal demokrasi ilkeleri doğrultusunda özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği ile demokratikleşme ilkeleri de CHP programında yer almıştır. Ancak özellikle güney doğuda parti temsilcilerinin toprak ağası olma geleneği değişmemiş ve bu nedenle CHP üst kadrosu hedeflediği devrimlerin birçoğunu gerçekleştirememiştir. Türkiye’nin demokratik bir siyasal mücadelen çıkıp, emperyalist güçlerin isteği doğrultusunda sokak çatışmalarına sahne olduğu 1970’lerin ikinci yarısında ise CHP tüm iyi niyetine ve çabalarına karşı istediği toplumsal dönüşümleri gerçekleştirememiş ve şiddetli esen sol rüzgarları 12 Eylül sonrası bir anda dinmiştir.


12 Eylül sonrası solda yaşanan dağınıklık, sosyal demokratların CHP ve DSP çatıları altında birleşmesiyle bir nebze olsun düzelmiş ancak CHP gün geçtikçe devrimci Kemalist hedeflerden ve soldan uzaklaşan tutumu neticesinde emekçi ve çalışan kesimin oylarını İslami söylemi olan partilere kaptırarak daha çok yükselen siyasal İslam tehlikesine karşı laiklik üzerinden oy toplayan bir şehirli orta sınıf ve şehirli aydın partisi haline gelmiştir. Bunda etkili olan kuşkusuz CHP’nin henüz parti kuruluşunda var olan yumuşak ideolojik yapısı ve toplumun tüm kesimlerini kucaklayan düzenidir. Yani Türkiye’nin çok partili rejime ve bir kapitalist demokrasiye dönüşmesini kolaylaştıran bu yapı aslında CHP’nin devrimci hedeflerinden uzaklaşmasının da en önemli faktörü olmuştur. Devletçi ekonomi prensibi parti üyesi burjuvazi temsilcilerinin de etkisiyle ithal ikamesi politikalarına dayalı bir karma ekonomi modelinden öteye geçememiş, dahası toprak reformu gibi çok önemli bir devrimci adım partinin özellikle güney doğu bölgesindeki üst düzey toprak ağası üyeleri nedeniyle atılamamıştır. 1970’lerde CHP’nin sınıfsal politikaları 12 Eylül nedeniyle durdurulmuş ve CHP dönüşümünü tamamlayamadan yeniden bir merkez partisi olarak darbe sonrası karşımıza çıkmıştır. Bugün Türkiye’nin tam bağımsızlık ve demokratikleşme yolunda atması beklenen adımları, yapması gereken reformları CHP’nin gerçekleştirememesindeki temel neden işte bu dönüşümün sağlanamamış olmasıdır. CHP ileri gelenleri bu nedenle idealizmlerinden uzaklaşarak yükselen teokrasi tehlikesine karşı laiklik ve bir tür tatlı su Kemalizm’ini partinin ana ideolojisi haline getirmiş ve dış politika-ekonomi gibi konularda temel hedeflerden uzaklaşılmıştır. Kemal Derviş’in partiye üye olması ve dış politikada Amerikancılık ve AB’cilik dışında alternatif bir proje ortaya konulamaması bunun en basit örneği olsa gerek.


CHP bugün hala sağlam tohumları neticesinde birçok konuda iktidar partisinin aksine Türkiye’nin bağımsızlığını (1 Mart tezkeresi, Kıbrıs meselesi, Kuzey Irak ve terör sorunu vs.), demokratikleşmeyi (laiklik, Alevi cemaatiyle geliştirilen ilişkiler, dokunulmazlıkların kaldırılması vs.) ve emeğin hakkını savunan (fındık meselesi, Sosyal Güvenlik Reformu'na muhalefet vs.) ilerici bir anlayışa sahip. Ancak dış politikada ve ekonomide hiçbir alternatif üretilemediği ve laiklik ile Atatürk mirası propagandasıyla oy arandığı, gerçek bir dönüşüm hedeflenmediği için CHP’nin somut bir başarıya ulaşma ihtimali zayıf gözüküyor. Partinin oy oranının yüzde 20’leri aşması şimdilik çok zor gibi. Dahası parti iktidar dahi olsa, düzenin değişimine yönelik yapabilecekleri çok sınırlı. Partinin 1970’lerde giriştiği sınıfsal bağları güçlendirme ve alternatif bir kalkınma programı yaratma çabaları tamamen rafa kaldırılmış durumda. O nedenle Türkiye’nin tam bağımsızlığını, demokrasiyi ve emeğin korunmasını-yüceltilmesini isteyenlerin CHP’ye bir süre daha “bekleyin” demeleri veya parti içerisinde yeni arayışlara girmeleri gerekiyor…
KAYNAKLAR:

- Belge.net, “CHP ve Kurultaylar Tarihi”, http://www.belgenet.com/parti/chpkurultay.html
- Özbudun, Ergun & Kazancıgil, Ali, “Atatürk: Founder Of A Modern State”, (1986), London: C. Hurst
- Heper, Metin, “İSMET İNÖNÜ The Making Of A Turkish Stateman”, (1998), Boston: Brill
- Mango, Andrew, “Kemalism İn A New Century”, Brian W. Beeley’in “Turkish Transformation: New Century New Challenges” kitabından, (2002), Huntington: The Eothen Press, 22-36
- Cumhuriyet Halk Partisi resmi web sitesi, http://www.chp.org.tr/
- Dağıstanlı, Fatin, “Sosyal Demokratlar”, (2004), İstanbul: Bilgi Yayınevi

Ozan Örmeci

Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

Scarface




Hiçbir dalda Oscar ödülüne aday dahi gösterilmemiş olsa da, kuşkusuz sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olan Scarface; Al Pacino'yu keşfeden adam olarak da bilinen Martin Bregman'ın prodüktörlüğünde 1982-1983 senelerinde çekilmiş ve hazırlanmış ve 1983 senesinde sinemalarda vizyona girmiştir. Al Pacino ile çalıştığı her filmi Pacino'yu düşünerek ve ona uygun bir karakter yaratarak ürettiğini söyleyen Bregman'ın yanısıra diğer prodüktörler Peter Saphier ve Louis A. Stroller'dır. Filmin senaryo yazarı ise Sidney Lumet'ten bu işi devralan ve filmin senaryosunu Paris'te kokain alemleri yaparak yazdığını itiraf eden Oliver Stone'dur. Scarface'in yönetmeni ise gerçekten muazzam bir işe imza atan ve mükemmel bir hikayeyi enfes görüntü ve çekimlerle seyirciye en etkili şekilde sunmayı başarabilen Brian De Palma'dır. Gösterime girmeden önce aşırı dozda şiddet ve argo kullanımı olduğu için haftalarca mahkemeleri süren, sinema dünyasında o yıllarda acımasızca eleştirilen, neredeyse hiçbir ödüle layık görülmeyen ancak yıllar geçtikçe bir kült film olma yolunda hızla ilerleyen Scarface'in çekiliş hikayesi ve bazı detaylarına birlikte göz atalım.


Bilindiği üzere bu film aslında bir yeniden çevrim projesi olarak 1932 tarihli Howard Hawks'ın aynı isimli filminin üzerine kuruludur. Ancak Hawks'un yönettiği ve Paul Muni ile George Raft'ın yıldızlaştığı sinema tarihinde unutulmazlar izler bırakmış bu film; 1920'lerde Volstead yasası olarak da bilinen içki yasağının olduğu dönemde İtalyan mafyasını (la cosa nostra) konu alan bir filmdir ve günümüz Amerikan mafyasının gerçekliklerine oldukça uzak düşmektedir. Scarface'in yeniden çevrimi aslına bakılırsa Martin Scorsese-Robert De Niro ikilisinin de üzerinde uzun süre durduğu ancak günümüze nasıl uyarlayacaklarının yolunu bulamadıkları için askıya aldıkları bir projedir. Martin Bregman-Al Pacino ikilisi büyük dostluklarına rağmen aynı zamanda sıkı bir rekabet içinde oldukları Martin Scorsese-Robert De Niro ikilisinden önce davranarak bu projeyi gerçekleştirebilmek için yola çıkmışlardır. Ancak işleri hiç de kolay değildir zira Scarface gibi efsane bir filmi yeniden çekmek büyük bir risktir ... Bregman'ın senarist olması için başvurduğu Sidney Lumet filmi günümüze uyarlama konusunda biraz yol almış ve İtalyan asıllı mafioso karakterin bu filmde Kübalı bir Hispanik uyuşturucu kaçakçısı olmasına karar vermiştir. Ancak Lumet senaryonun devamını bir türlü getirememektedir. Dahası yönetmen olarak seçilen Brian De Palma ile de aralarında ciddi sorunlar vardır ve hatta bu sorunlar De Palma'nın bu projeden bir süre ayrılmasına dahi yol açacaktır. Bundan sonra Bregman-Pacino ikilisi filme senarist olarak Bregman'ın yakından tanıdığı ve çok güvendiği o zamanların genç yeteneği Oliver Stone'u getirmeyi tercih ederler. Stone projeye çok sıcak bakmamasına karşın yönetmenliğini yaptığı The Hand filminin çuvallaması sonrası acilen para bulmak zorundadır ve para kazanmak için projeye dahil olmayı kabul eder. Lumet'in başlangıç fikirleri Stone'un da aklına yatar. Ancak hikayeyi derinleştirebilmesi için bu dünya hakkında daha fazla bilmek zorundadır. Belki Vietnam Savaşı'nı ve Vietnam gazilerinin ruhsal yapısını Hollywood'da en iyi bilenlerden biri odur ancak şimdi bambaşka bir dünyaya girmek, bambaşka bir dünya yaratmak zorundadır. Bu nedenle çalışmalara başlayan Stone, Hispanik komünitenin ve uyuşturucu trafiğinin yoğun olarak bulunduğu Miami şehrine gider ve burada eski suçlularla, mahkumlarla, polislerle ve mafya patronlarıyla görüşmeler yapar. Hatta bu işi iyice öğrenmek isteyen Stone Bolivya'ya kadar gidecek ve burada daha önce görüştüğü Amerikalı bir yargıcın ismini söylemesi nedeniyle görüşmekte olduğu uyuşturucu kaçakçılarıyla başı ciddi bir derde girecektir. Bolivya ve Miami günleri sonrası kafasında bir şeyler tasarlayan Stone Paris'e gider ve burada kaldığı 3 haftada kokainli partiler sonrası sabahlara kadar senaryo üzerinde çalışır. Stone'un yapmak istediği orjinal filmden bazı temaları alarak yeni ve daha sarsıcı bir film yaratmaktır. Stone'un o dönem yaşadığı karanlık hayat ve sorunlu kişiliği bu karanlık senaryoyu kanımca oldukça etkilemiştir. Senaryoyu etkileyen bir başka faktör Stone'un zevkleridir. Mesela Pacino'nun canlandırdığı baş karakter Tony Montana ismini Stone'un tuttuğu Amerikan futbolu takımı San Francisco 49ers'ın efsanevi quarterback'i Joe Montana'dan almıştır. Stone diyaloglara da büyük özen göstermiş ve Montana karakterinin zaman zaman komik olabilmesini de sağlayan monologlar yazmıştır.


Stone'un senaryosu Pacino-Bregman-De Palma üçlüsü tarafından çok beğenilir ve çalışmalar hızlandırılır. Sıra oyuncu seçimine gelmiştir. Bregman'ın deneme çekimlerinde çok beğendiği ve Küba Devrimi sonrası Amerika'ya kaçmış bir ailenin çocuğu olan, sinema deneyimi çok sınırlı düzeyde olmasına karşın denemelerde herkesi büyüleyen Steven Bauer, Manny Ribera rolü için seçilir. De Palma'nın endişesi Pacino gibi çok büyük bir oyuncunun yanında Bauer'in sönük kalması ihtimalidir ancak korktuğu başına gelmeyecek ve Bauer rolüne cuk diye oturacaktır. Elvira Hancock karakteri için de uzun süren deneme çekimleri yapılır ve bu çekimlere o dönemin tüm genç Hollywood yıldızı adayı aktrisler katılır. Grease 2 filmiyle dikkatleri çekmiş Michelle Pfeiffer soğuk görüntüsüne karşın güzelliği ve rol yeteneğiyle Bregman ve De Palma'dan onay alır. Pacino ile beyazperdede uyumlu gözüküp gözükemeyeceği biraz akılları karıştırır ancak Pfeiffer'in deneme çekimlerindeki başarısı sonrası onun seçilmesine kesin olarak karar verilir. Gina Montana karakteri için Mary Elizabeth Mastrantonio, Frank Lopez karakteri için Robert Loggia, Omar Suarez karakteri için de F.Murray Abraham seçilirler. Filmin diğer kayde değer oyuncuları Alejandro Sosa rolündeki Paul Shenar, Mel Bernstein rolündeki Harris Yulin ve Alberto rolündeki Mark Margolis'tir. Margolis ve Abraham filmde çok kısa bir süre rol almalarına karşın bu filmdeki performanslarıyla dikkatleri üzerlerine çekecek ve kariyerleri hızla ilerleyecektir. Zaten F.Murray Abraham hemen ertesi sene Amadeus filmindeki Antonio Salieri rolüyle Oscar'a uzanacaktır. Filmin çekimleri sırasında senaryoda birçok değişiklik de meydana gelir. Bunlar hep Bregman-Stone-Pacino-De Palma dörtlüsünün kollektif bir şekilde çalışmaları ve fikir yürütmeleri sonrasında olmuş ve ortaya gerçekten harika bir eser çıkmıştır.


Film için büyük setler hazırlanır. Miami ve Hispanik komünitenin yaşadığı atmosferi yansıtmak için canlı renklere ağırlık verilir. Dönemin trendi disko kültürü hakkında araştırmalar yapılır ve tüm gece kulübü sahneleri ve müzikler buna uygun şekilde hazırlanır. Ancak bir sorun ortaya çıkar. De Palma'nın filmi ağırlıklı olarak çekmeyi düşündüğü Miami'de Küba göçmenleri arasında bir söylenti çıkmıştır ve filmin Fidel Castro tarafından finanse edildiği söylenmektedir. Ayrıca filmin Küba göçmenlerini karalamaya yönelik bir kampanya olduğu düşüncesi ortaya atılır. Çekim ekibi bu nedenle zor çalışma koşullarının bulunduğu Miami'den ayrılarak setleri New York ve Los Angeles'ta yeniden kurarlar. Filmin müzikleri için de inanılmaz emek verilmiştir. Cat People ve Flashdance filmlerindeki eserleri etkileyici bulunan Giorgio Moroder filmin tema müziklerini bestelemesi için işe alınır. Gerçekten Moroder inanılmaz bir iş çıkaracak ve Tony Montana'nın karanlık ve derin karakterini yansıtan mükemmel tema müziklerine imza atacaktır. Scarface oyunculuk açısından da gerçekten efsane olmayı hak eden bir filmdir. Method acting olarak bilinen metot oyunculuğu yöntemini benimsemiş olan Pacino, haftalar boyu İspanyolca ve İspanyol diyalektiyle İngilizce konuşma konusunda çalışmalar yapar. Filmde beraber çok sahnesinin olduğu Steven Bauer ve Michelle Pfeiffer ile de beraber zaman geçirmeye ve canlandıkları rolleri yaşamaya büyük özen gösterirler. Tabii ki filmde emeği olan bir diğer kişi yönetmen Brian De Palma'dır. Palma'nın cesareti ve yenilikçiliği henüz giriş sahnesinde kendini belli edecektir. Üstad filme Tony Montana'nın yüzündeki yaranın ve psikopat karakterinin seyirciye tanıtılacağı ve adeta "buyrun kötü adamımızla tanışın" tadındaki bir yakın çekim sahnesiyle başlar ki bu Hollywood filmleri için hiç de alışık olduğumuz bir durum değildir. Film genelde çok fazla şiddet içerdiği için eleştiriler almıştır ancak film objektif bir gözle izlendiği zaman görülecektir ki en abartılı kol kesme sahnesinde dahi yönetmen şiddet göstermekten çok akıl almaz bir şekilde bu şiddet havasını farklı yollarla izleyiciye teneffüs etmiştir. Bahsi geçen kol kesme sahnesinde yalnızca kolu kesilen karakteri canlandıran oyuncunun gözlerine yapılan bir yakın çekim, öncesinde korkutucu bir testere ile yaklaşma sahnesi ve dehşet verici bir ses efekti kullanılmıştır. Yani kol kesme gibi bir sahne yoktur ancak De Palma nasıl yapabiliyorsa belki öyle bir sahneden daha etkili ve korkunç olarak bunu izleyiciye aktarmayı başarmıştır. Scarface filminde şiddet sahneleri yoktur, Scarface filmi atmosferi sayesinde kendisi bir şiddet unsuru olmayı başarmıştır.


Scarface gangster ve şiddet filmlerinin piri, ulaşabileceği son nokta olarak sinema tarihine geçmiş gerçekten unutulmaz bir filmdir. Filmi izledikten sonra etkisinden çıkmak gerçekten kolay olmamaktadır. Filmin siyasal mesaj vermekten çok sanatsal ve ticari kaygılarla çekilmiş olması ve buna ek olarak siyasal mesajlarının net olmamasına rağmen Tony Montana karakteri ile bir Amerikan rüyası ve sistemi eleştirisi yapıldığı söylenebilir. Montana'nın anti-komünist propagandası filmde esas olarak bir kötü karakteri canlandırıyor olması nedeniyle belki de ters yönde mesajlar içermektedir. Stone'un o dönemler şiddetli bir anti-komünist olmasına rağmen aynı zamanda kendi ülkesinde de bir muhalif olduğu bilinen bir gerçektir ve bu nedenle filmi bir Amerikan sistemi eleştirisi olarak kabul etmek sanırım çok da yanlış olmayacaktır. Ancak belirttiğim gibi filmi yaratan kişilerin öncelikli kaygıları ticari ve sanatsaldır. Bu nedenle filmin ideo-politik tavrı konusunda kapsamlı bir analiz yapmak bence yersiz olacaktır.


KAYNAKLAR:
- Scarface 2 disc Anniversary Edition dvd
- İmdb.com, http://www.imdb.com


Ozan Örmeci

1983 sonrası anayasal reformlar

Oldukça anti-demokratik ve baskıcı özellikleri bulunan, oydaşmacı değil çatışmacı bir metotla hazırlanmış 1982 Anayasası’nın düzeltilmesi süreci 1980’lerin ortalarında başlamış ancak asıl büyük ivme 1990’larda yakalanmıştır. 12 Eylül’ün yarattığı bir isim olan Turgut Özal ANAP’ın iktidarda olduğu 1983-1991 arası dönemde her nedense liberal söylemine karşın anayasa konusunda fazla bir girişimde bulunmak istememiş ve özellikle yeniden yükselebilecek olan sol hareketlerden çekinerek anti-demokratik düzenin devamını sağlamıştır. Özal’ın bu tavrında Cumhurbaşkanı Kenan Evren’le bir sorun yaşamamak istemesinin de muhakkak payı olmuştur. Yine de Özal birkaç defa anayasanın çok ayrıntılı olduğunu ve hükümetin dinamizmini engellediğini ifade etmiştir. ANAP iktidarı döneminde yapılan tek anayasal değişiklik 18 Mayıs 1987 tarihinde alınan kararla oy verme yaşının 21’den 20’ye indirilmesi, TBBM üye sayısının 400’den 450’ye çıkarılması, eski siyasetçilerin yasakları konusunda referanduma gidilmesi ve en önemlisi anayasanın değiştirilebilmesi konusunda daha esnek uygulamaların kararlaştırılmasıdır. Buna göre bir anayasa değişikliği önerisi beşte üçten fazla ancak üçte ikiden az oy aldığı takdirde Cumhurbaşkanı tarafından da geri iade edilmediyse halk oylamasıyla karara bağlanacaktı. Böylelikle anayasal değişikliklerin önü bir nebze de olsa açılıyordu. Ayrıca 6 Eylül 1987 tarihinde yapılan referandumda % 50,1 gibi kıl payı bir farkla siyasal yasaklı liderlere siyasete dönüş yolu açılıyordu. Aslında Özal’ın hedefi tüm siyasal partilerin destek verdiği yasakların kaldırılması olayını halka reddettirerek başta Süleyman Demirel olmak üzere rakiplerini bertaraf etmekti. Ancak sandık kendisini kıl payı farkla da olsa hayal kırıklığına uğramıştı. ANAP döneminde kayda değer başka bir gelişme olmamış ve beklenen demokratik atılım yapılamamıştır. 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan seçimler sonrası kurulan DYP-SHP koalisyonu ise bu konuda nispeten daha başarılı olacaktır.


1991 yılında kurulan DYP-SHP koalisyonu döneminde köklü anayasal değişiklikler yapılması bekleniyordu. Ancak bu iki partinin meclisteki ağırlığı bırakın üçte ikiyi, beşte üç çoğunluğa bile ulaşmıyordu. Bu nedenle anayasal değişiklikler için ANAP, Refah Partisi ve Demokratik Sol Parti gibi meclisteki diğer partilerin desteğine ihtiyaçları vardı. Aslında yeni bir anayasa yapma taraftarı olmasına karşın SHP’liler 1982 anayasasının 75 maddesini koruyan, 96 maddesini değiştiren ve 23 maddesini kaldıran bir değişikliği parlamentoya sundular. Bu 23 maddeden 13’ü konusunda DYP ile uzlaşıldı. Ancak cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü ve Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı seçilmesi, 1994 yerel seçimleri, dahası Tansu Çiller’in genel başkanlığa gelmesi ve SHP’nin CHP’ye katılması gibi olaylar nedeniyle anayasal değişiklikler süreci kesintiye uğradı. Yine de 1994 ilkbaharında meclis başkanı Hüsamettin Cindoruk’un gayretleriyle anayasal değişiklik paketi yeniden gündeme getirildi. DYP, ANAP ve CHP aralarında bir uzlaşı sağlarken, demokratik-oydaşmacı ilkelerden uzak bir tavır tanınan siyasal İslamcı Refah Partisi, anayasanın 24. maddesinin kaldırılmaması sebebiyle kendisine de fayda sağlayacak olan bu demokratik açılımın lehinde oy vermeyeceğini açıkladı. 24. maddede “devletin din kurallarına dayandırılamayacağı” ve “kimsenin din ve dini duyguları çıkar veya nüfuz sağlamak amacıyla istismar edemeyeceği” yer alıyordu. Bu maddeye ANAP-DYP-CHP-DSP gibi partiler olumlu bakarken, bunun türban yasağı için bir dayanak olduğunu düşünen RP’liler maddenin kaldırılmaması halinde anayasal değişiklikler lehinde oy vermeyeceklerini belirttiler. Bunun üzerine koalisyon hükümeti Bülent Ecevit DSP’si ve MHP’nin desteğini alarak değişiklikleri yasalaştırmayı kararlaştırdılar.


Yapılan meclis oturumları ve oylamalarda yasaların bir kısmı kabul edilmedi. Bunun birkaç önemli sebebi vardı. Öncelikle 12 Eylül sonrası pompalanan muhafazakarlık ve Türk-İslam sentezi görüşü nedeniyle sol muhalefet İslamcı çizgiye kaymış ve siyasal İslam hızla yükselmekteydi. Böyle bir ortamda Refah Partisi’nin 24. maddeye yaptığı muhalefet muhafazakar tabanı bulunan ANAP ve DYP’den de kısmen destek almıştı. İkincisi DYP’li Anayasa Komisyonu’nun etkili ismi Coşkun Kırca’nın sol düşmanlığı nedeniyle grev ve toplusözleşme haklarını içeren sendikal haklara karşı olmasıydı. Bu nedenle sendikal hakları geliştiren bazı yasalar meclisten çıkamayacaktı. Üçüncü olarak DYP lideri Tansu Çiller’in bu değişikliklerin mimarı olarak sivrilmesinden çekinen ANAP’lılar bazı yasaları değiştirmekte isteksiz davranıyorlardı. Sonuçta DYP-CHP koalisyonunun yapabildiği önemli anayasal değişiklikler şunlar olmuştur;

-Demokratik bir rejim için yüz karası niteliğindeki sendikaların, derneklerin, vakıfların, kooperatiflerin ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının siyasi faaliyetlerde bulunma ve siyasi partilerle işbirliğine girme yasakları kaldırılmıştır.
-Oy verme yaşı 18’e indirilmiştir.
-TBMM üye sayısı 450’den 550’ye çıkarılmıştır.
-Yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarına oy verme hakkı tanınmıştır.
-Yüksek Öğretim Kurumları öğretim üyeleri ve öğrencilere siyasal partilere üye olma hakkı tanınmış, siyasal partilere üye olma yaşı 18’e indirilmiştir.
-Siyasal partilere kadın ve gençlik kolları, vakıflar ve yurt dışında örgütler kurma hakkı tanınmıştır.
-Derneklerin ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının faaliyetlerinin idari bir kararla durdurulması zorlaştırılmıştır.
-Milletvekilliğinin kaybına ilişkin koşullar sınırlandırılmış, parti değişikliği milletvekilliğinin düşme sebebi olmaktan çıkarılmıştır.
-Bir partinin kapatılması durumunda; partinin kapatılmasına yol açan milletvekilleri dışında milletvekilliklerinin düşmemesi yolunda karar alınmıştır.


1982 anayasasının tasfiyesi süreci 1999, 2001, 2002 ve 2004 anayasal değişiklikleriyle devam etmiştir. Bu konuda her ne kadar Türkiye’ye yönelik çift-standart uygulamaları nedeniyle tepki çekse de, Avrupa Birliği uyum süreci katalizör işlevi görmüştür. 1999’da yapılan değişikliklerle DGM’lerin kendi yargı çevrelerinde sıkıyönetim askeri mahkemelerine dönüştürülebileceği hakkındaki son fıkra kaldırılmış, özelleştirmelerinin önü açılmış ve kamu hizmetlerinde doğan uyuşmazlıkların milli ve milletlerarası tahkim yoluyla çözülebileceği kabul edilmiştir. 2001 yılında yapılan en geniş kapsamlı reform sürecinde ise idam cezası kaldırılmış, işçi niteliği taşımayan kamu görevlilerinin sendika kurma hakları anayasal temele kavuşturulmuş, temel hak ve hürriyetleri düzenleyen yasalar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile paralel hale getirilmiş, Anayasa Mahkemesi’nin beşte üç çoğunlukla karar almadan siyasi parti kapatamayacağı karara bağlanmış, MGK kararları yasal denetime tabi tutulmuş, MGK kararları “tavsiye” konumuna indirgenmiş ve kuruldaki sivil üye sayısı arttırılmıştır.


2002 ve 2004’te de anayasal değişiklik süreci devam etmiştir. 2002’deki değişikliklerin belki de en önemlisi Tayyip Erdoğan’ın başbakan olabilmesi için CHP ile AKP’nin uzlaşarak çıkardığı “bir ilin TBMM üyesinin kalmaması halinde boşalmayı takip eden 90 günden sonraki ilk Pazar günü ara seçim yapılacağı” yönündeki maddedir. Bu sayede Tayyip Erdoğan Siirt’ten milletvekili seçilerek başbakanlık konumuna gelmiştir. Ayrıca milletvekilliğini engelleyen muğlak “ideolojik veya anarşik eylemlere katılma” ibaresi “terör eylemlerine katılma” olarak değiştirilmiştir. 2004 yılında da AB uyum sürecinde önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerle Avrupa Birliği İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokollerine tam olarak uyum sağlanmıştır. DGM’ler tümden kaldırılmış, YÖK’ten Genelkurmay Başkanlığı temsilcisi çıkarılmış, TSK elinde bulunan devlet mallarının Sayıştay’ca denetlenmesinin yolu açılmış ve devletin kadınlar lehine pozitif ayrımcılık yapabileceğine ilişkin yasa kabul edilmiştir.


1982 Anayasasının değiştirilmesi elbette Türk demokrasisi için çok önemli bir gelişmedir. Ancak bu AB’nin büyük ölçüde desteklediği bu anayasal değişiklikler görüldüğü kadarıyla yalnızca Türkiye’de gelişmiş bir demokrasinin inşası için değil, kısmen de olsa Türkiye’deki bölücü ve irticacı grupların güçlendirilmesi ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yıpratılarak Türkiye’nin daha zayıf ve savunmasız bir ülke haline getirilmesi için kullanılmaktadır. Zira Avrupa’da sosyal hakları kendi işçi sınıflarının elinden bir bir alan kriz içindeki Avrupa’nın Türkiye gibi büyük ve güçlü bir ülkeyi eşit koşullarla üye yaparak rekabet etmesi imkansız durumdadır. Türkiye’deki AB’cilerin görmediği ve görmezden geldiği nokta da AB’nin Türkiye’yi hiçbir zaman eşit koşullarla üye olarak kabul etmeyeceği ve demokratikleşmenin kendi çıkarlarının karşısında olduğu anda bunun önünü keseceğidir.

Ozan Örmeci